1. BÖLÜM
SAİD NURSÎ, NUR RİSALELERİ VE İLİM
1.1. SAİD NURSÎ’NİN TAHSİL HAYATI
Risale-i Nur müellifinin tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde
(...)10
Evet o zât (Said Nursî) daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan
zevahiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhîrine
ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlâhiyeye vâris
kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nail olmamıştır.11
(...) alelusûl yirmi sene tahsili lâzım gelen ulûm ve fünunun zübde ve
hülâsasını üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.12
Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur'an-ı Kerîm’den başka
bir kitapla iştigal etmeyen, yüzotuzu Türkçe, onbeşi Arapça olan eserlerini te'lif
ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan kâtipleri tarafından
şehâdet edilen, esasen kütüphanesi de bulunmayan, yarım ümmî bir zat (...)13
(...) Medrese usulünce onbeş sene ders almakla okunan kitapları Resâil-in-Nur
müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiş.
14
1.1.1. SAİD NURSÎ’NİN MEDRESE HAYATI
Ciddî bir şevk ile tahsili gözüne aldı ve bu niyetle nahiyeleri İsparit Ocağı
dahilinde bulunan Tağ Köyünde Molla Mehmed Emin Efendi’nin medresesine gitti.
Fakat fazla duramadı. Hâle-i fıtriyeleri icabı, daima izzetini koruması ve hattâ âmirâne
söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi; medreseden ayrılmasına sebeb
oldu. Tekrar Nurs’a döndü. Nurs’da ayrıca bir medrese olmadığından dersini büyük
biraderinin haftada bir defa sılaya geldiği günlere hasrederdi. Bir müddet sonra
Pirmis Karyesine, sonra Hîzan şeyhinin yaylasına gitti. Burada da tahakküme
tahammülsüzlüğü, dört talebe ile geçinmemesine sebeb oldu.15
10 Şuâlar, 434, Ondördüncü Şua/Bediüzzaman’ın Afyon Mahkemesi Müdafaası ve Mektupları ve Nur Talebelerinin
Afyon Mahkemesinde Yaptıkları Hakikatlı Müdafaalar/Ahmed Feyzi’nin Müdafaasıdır. 11 Şuâlar, 542, Onbeşinci Şua/Elhüccetü’z-Zehra/Risale-i Nur Nedir? ve Hakikatlar Muvacehesinde Risale-i Nur
ve Tercümanı Ne Mahiyettedir Diye Bir Takriznâmedir; Bediüzzaman Said Nursî (Bundan sonra bu kitabı Tarihçei Hayat şeklinde göstereceğiz), 579, Afyon Hayatı/Risale-i Nur Nedir? Bediüzzaman Kimdir? 12 Tarihçe-i Hayat, 34, İlk Hayatı. 13 Sözler, 703, Teşrin-i sâni (1950) de Ankara Üniversitesinde (...) bir konferanstır. 14 Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 78, Birinci Şua/İkinci Bir İhtar. 15 Tarihçe-i Hayat, 31, İlk Hayatı.
16
Yaz olması dolayısıyle, ahali ve talebelerle birlikte Şeyhan Yaylâsına gittiler.
Orada, biraderi Molla Abdullah ile bir gün döğüşmüş. Tâğî Medresesi Müderrisi
Mehmed Emin Efendi, Küçük Said’e:
-Ne için kardeşinin emrinden çıkıyorsun? diye işe karışmış.
Bulundukları medrese, meşhur Şeyh Abdurrahman Hazretlerinin olması
dolayısıyle, hocasına şu yolda cevap verir:
-Efendim, şu tekyede bulunmak hasebiyle, siz de benim gibi talebesiniz. Şu
halde burada hocalık hakkınız yoktur! diyerek, gündüz vakti bile herkesin güçlükle
geçebileceği cesim bir ormandan geceleyin geçerek Nurşin’e gelir.16
(...) Oradan kalkarak meşayih-i âzam mevkii bulunan Gaydâ kasabasına gelir.
Orada dahi arkadaşı Molla Muhammed Efendi ile döğüşerek, Molla Muhammed’in
hançer çekmesi üzerine gözüne iliştiği baltaya sarılır. O sırada diğer bir talebe
başından yaralı düşünce, medrese hayatını terkle pederleri nezdine gelir. Ve
pederlerine: "Ben artık büyümedikçe okumaya gitmem. Zira talebeler bütün benden
büyüktürler. Onlara gücüm yetinceye kadar evde kalırım." der. Ve o kış ilkbahara
kadar evde kalır.17
Pederinden izin alarak, tahsil yapmak üzere Arvâs Nahiyesine gider. Burada
icra-yı tedris eden meşhur Molla Mehmed Efendi, kendisine ders vermeye tenezzül
etmeyip, talebelerinden birisine okutmasını tavsiye edince, izzetine ağır gelir. Bir gün
bu meşhur müderris camide ders okutmakta iken, Molla Said itiraz ederek:
-Efendim, öyle değil!
Hitabında bulunur. Okutmasına tenezzül etmediğini hatırlatır. Orada bir
müddet kaldıktan sonra, Mir Hasan Veli Medresesine gitti. Aşağı derecede okuyan
yeni talebelere ehemmiyet verilmemek bu medresenin âdeti olduğunu anlayınca, sıra
ile okunması icabeden yedi ders kitabını terkederek, sekizinci kitaptan okuduğunu
söyledi.18
(...) Erzurum Vilâyetine tâbi Bayezid’de Şeyh Mehmed Celâlî Hazretlerinin
nezdinde yaptığı bu hakikî ve ciddî tahsili, üç ay kadar devam etmiştir. Fakat pek
gariptir. Zira Şarkî Anadolu usûl-ü tedrisiyle, "Molla Câmi" den nihayete kadar ikmal-i
nüsah etti. Buna da her kitaptan bir veya iki ders, nihayet on ders tederrüs etmekle
muvaffak oldu ve mütebakisini terkeyledi. Hocası Şeyh Mehmed Celâlî Hazretleri ne
için böyle yaptığını sual edince Molla Said cevaben:
-Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak, bu kitaplar bir
mücevherat kutusudur, anahtarı sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne
bulunduğunu göstermenizin istirhamındayım, yâni bu kitapların neden bahsettiklerini
anlayayım da, bilâhere tab'ıma muvafık olanlara çalışırım, demiştir.
16 Tarihçe-i Hayat, 32, İlk Hayatı. 17 İctimâi Reçeteler I, 9, Tarihçe-i Hayat/Latife. 18 Tarihçe-i Hayat, 32-33, İlk Hayatı; İctimâi Reçeteler I, 9-10, Tarihçe-i Hayat/Latife.
17
Maksadı ise, esasen kendisinde fıtraten mevcud bulunan icad ve teceddüd
fikrini medrese usullerinde göstermek ve bir teceddüd vücuda getirmek ve bir sürü
hâşiye ve şerhlerle vakit zâyi etmemekti. Bu suretle, alelusûl yirmi sene tahsili lâzım
gelen ulûm ve fünunun zübde ve hülâsasını üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.
Bunun üzerine hocalarının; "hangi ilim tab'ına muvafık" olduğu sualine
cevaben:
-Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut
hiçbirisini bilmiyorum, der.
Herhangi bir kitabı eline alırsa, anlardı. Yirmidört saat zarfında "Cem'-ülCevâmi", "Şerh-ül-Mevâkıf", "İbn-ül-Hacer" gibi kitapların ikiyüz sahifesini, kendi
kendine anlamak şartiyle mütalâa ederdi.19
(...) Bundan sonra, Şirvan’daki biraderinin yanına gitti. Orada büyük kardeşiyle
ilk görüşmede aralarında şöylece kısa bir muhavere cereyan etti.
Molla Abdullah:
-Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne okuyorsunuz?
Bediüzzaman:
-Ben seksen kitab okudum.
Molla Abdullah:
-Ne demek?
Bediüzzaman:
-İkmâl-i nüsah ettim ve sıranıza dahil olmayan birçok kitabları da okudum.
(...)20
Bir gün de Van valisi merhum Tahir Paşa ile (Said Nursî’nin) bir münakaşa-i
ilmiyede araları bozulur. Rovelver ile Tahir Paşa’yı vurmak için davranır.21
±
İmam Gazalî, İhya’nın Talebenin Riayet Edeceği Adap Bölümü’nde şöyle der:
İlimde kibirlenip, hocaya ukalâlık etmemelidir. Bilâkis, bütün mevcudiyetiyle her
hususta hocanın emrine girip onun bütün öğütlerini, cahil bir hastanın salâhiyetkâr tabibi
dinleyip kabul etmesi gibi dinlemeli ve kabullenmelidir. Ve yakışan daima hocasına karşı alçak
gönüllü olup, ona hizmeti bir şeref telâkki etmektir.
19 Tarihçe-i Hayat, 33-34, İlk Hayatı. 20 Tarihçe-i Hayat, 35, İlk Hayatı/O Zamanki Hayatına Kısa Bir Bakış. 21 İctimâi Reçeteler I, 25, Tarihçe-i Hayat.
18
Bu yüzden denildi ki:
"Sel, yükseklere düşman olduğu gibi, ilim de kibirlenen öğrencilerin düşmanıdır."
İlim, ancak tevazu göstermek ve dinlemek ile elde edilir.22
Gazalî devamla der ki:
Yine talebenin riayet etmesi gereken adaptan birisi de tertibe riayettir.
Bir fenni bitirmeden ondan sonraki fenne geçmemek gerekir. Zira, ilimler zarurî bir
tertibe ve tasnife bağlıdır. Bazıları, diğer bazılarına yoldur. Onlardan geçilmeden diğerlerine
geçilmez. Muvaffak olanlar, tertibe riayet edenlerdir.23
Dücane Cündioğlu, Sözlü Kültür’den Yazılı Kültür’e Anlam’ın Tarihi adlı
eserinde Osmanlı medreselerinde okutulan kitaplara ve bu kitapların muhtevasına,
uzun asırlar sonrasında dinî eğitimin geldiği seviyeye değindikten sonra şöyle der:
Müslüman çocuklarına çok küçük yaşlardan itibaren verilen bu devasa eğitim, hiç
kuşku yok ki uzun asırlara baliğ olan bir tecrübenin mahsulüydü. Alet ilimlerinin, aklî ve naklî
ilimlerin istiksâr, iktisâd ve istiksâ gibi üç temel bölümden meydana gelmesi, her bölümün de
kendi içerisinde aşağı, orta ve yukarı olmak üzere üç kısma ayrılması, öğrencinin ilmin
basamaklarını yavaş yavaş tırmanmasını sağlıyor ve her mertebede farklı metinler tedris
ediliyordu. Burada dikkat edilecek olan en önemli husus, eğitimin "metin ve hoca merkezli"
yapılıyor olmasıdır. Bir ilimde söz sahibi olmak, o ilmin belli başlı metinlerinde söz sahibi
olmakla neredeyse eşanlamlıydı. Bir konuyu bilmek, o konuda yazılmış olan metinleri bilmek
demekti; zira okuduğunuz metinler, o ilimdeki seviyenizi gösteriyor, istiksâr mertebesinde
iken, iktisâd mertebesindeki metinleri ya da istiksârın aşağı mertebesinde iken orta
mertebedeki metinleri okumanıza izin verilmiyordu.
Talebeler bu metinleri kendi başlarına okuyarak ilim yolunda mesafe alabilirler miydi?
Hayır! Çünkü bu metinler, onları okutacak bir hoca olmaksızın talebeye konuşmazlardı ve
hepsi de bir hocanın gözetiminde okunacak şekilde yazılmışlardı. Dolayısıyla bir metni
okumanız tek başına yeterli değildi, bilâkis o metni kimlerden okuduğunuz da önemliydi.
Eğitimin "metin ve hoca merkezli" karaktere sahip olması, talebelerin daha başından
itibaren bir hiyerarşi dâhilinde merdivenleri çıkmalarını sağlıyor, hocalar (müderrisler)
olmadıkça metinler âdeta ölüyordu; metinleri canlandıran, onlara hayat veren âlimlerdi.
Çünkü talebe, hem metnin, hem de hocanın talebesiydi. (...)24
Talebinin hırçın, kavgacı ve sabırsız olanıysa, elbette istenen sonuca
ulaşamaz.
²
1.2. NUR RİSALELERİ’NİN KAYNAĞI
22 Zeynuddîn Ebû Hâmid el-Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, çev. Ahmed Serdaroğlu, Bedir Yayınevi, İstanbul 1989,
1/128-129.
23 Gazâlî, İhyâ, 1/133. 24 Dücane Cündioğlu, Sözlü Kültür’den Yazılı Kültür’e Anlam’ın Tarihi, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2005, 127-128.
19
Nurşin’de bir müddet kaldıktan sonra Hîzan’a döndü. Sonra medrese hayatını
terkederek pederinin yanına geldi ve bahara kadar evde kaldı. O sırada şöyle bir rüya
görür:
Kıyamet kopmuş, kâinat yeniden dirilmiş. Molla Said, Peygamber
Aleyhissalâtü Vesselâmı nasıl ziyaret edebileceğini düşünür. Nihayet sırat
köprüsünün başına gidip durmak hatırına gelir: "Herkes oradan geçer, ben de orada
beklerim" der ve sırat köprüsünün başına gider. Bütün Peygamberân-ı İzam
hazarâtını birer birer ziyaret eder, Peygamber Efendimizi de ziyarete mazhar olunca
uyanır.
Artık bu rüyadan aldığı feyiz, tahsil-i ilim için büyük bir şevk uyandırır. O
rü'yada mazhar olduğu bir hakikatı sonradan şöyle anladık ki: Molla Said, Hazret-i
Peygamberden ilim talebinde bulunmasına karşılık; Hazret-i Resul-ü Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm, ümmetinden sual sormamak şartiyle ilm-i Kur'anın tâlim
edileceğini tebşir etmişler. Aynen bu hakikat hayatında tezahür etmiş. Daha
sabavetinde iken bir allâme-i asır olarak tanınmış ve kat'iyyen kimseye sual
sormamış, fakat sorulan suallere mutlaka cevab vermiştir.25
Bu rü'yalar, birbirine yakın ve birkaç gün zarfında görülmüş ve Hazret-i
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm içinde bulunduğu cihetle, rü'ya-yı sâdıkadır.
Çünkü, Hadisçe sabittir ki, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm görülen rü'yada
şeytan o rü'yaya karışamıyor. Bu rü'ya-yı sâdıkadan her biri, gerçi rü'yadır, delil ve
hüccet olamaz, fakat her birinin aynı mealde ittifakları, bir müjde veriyor ve Risale-i
Nur’un makbûliyetine ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın daire-i
rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor. Ezcümle:
Birincisi: Risale-i Nur şâkirdlerinden Rıza görüyor: Hazret-i Peygamber
Aleyhissalâtü Vesselâm, camide Ebu Bekir-is-Sıddîk Radıyallahu Anh’a emrediyor:
"Çık hutbe oku" Ebu Bekir-is-Sıddîk koşarak minberin en yukarı basamağına kadar
çıkar, hutbe okur. Hutbe içinde cemaate der ki: "Bu söylediğim hakikatların izahatı
"Yirmidokuzuncu Söz"dedir..."
İkincisi: Risale-i Nur’un şâkirdlerinden Osman Nûri diyor ki: Rü'yamda,
Şemâil-i Şerife muvafık, nuranî bir surette Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü
Vesselâm’ı oturduğu yere dayanmış bir vaziyette gördüm. Bu anda bir sadâ geldi ki,
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir yaveri geliyor. Kapılar birdenbire
kendi kendine açıldı. Risale-i Nur nâşirlerinin Üstadı olan zat içeriye girdi. Hazret-i
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, üstadımıza şefkatkârâne bir iltifat göstererek,
dayandığı vaziyetten doğruldu. Ben de ağlayarak uyandım.
Üçüncüsü: Risale-i Nur şakirdlerine köşkünü tahsis eden Şükrü Efendi’dir.
Rü'yada ona diyorlar ki: "Senin o köşküne Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü
Vesselâm gelmiş." O da koşarak gidip, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı
çok nuranî ve sürurlu bir halde bulup ziyaret etmiş.
25 Tarihçe-i Hayat, 32, İlk Hayatı.
20
Dördüncüsü: Risale-i Nur şâkirdlerinden Nazmi’dir. Rü'yasında ona diyorlar ki:
Risale-i Nur şâkirdleri îmansız ölmezler, kabre îmanla girerler.26
(...) Bu müjdenin bir müjdecisi bir sene evvel görülmüş bir rü'ya-yı sadıkadır.
Şöyle ki: Isparta’da başımıza gelen bu hadiseden bir ay evvel bir zata rü'yada (ona)
deniliyor ki:
"RESAİL-İN-NUR ŞAKİRDLERİ, İMAN İLE KABRE GİRECEKLER, İMANSIZ
VEFAT ETMEZLER."
Biz o vakit o rü'yaya çok sevindik.27
±
İlmi tedrisen almayan ya da alamayan, fakat buna rağmen ilim adına çok
büyük iddialarda bulunan kişinin artık başvuracağı tek yol kalmıştır: Kesbî
olamadığına göre, ilminin vehbî olduğunu iddia etmek...
Tarihçe-i Hayat’ta Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, Said Nursî’ye rüyasında,
ümmetine soru sormaması şartıyla ilm-i Kur'an’ın öğretileceğini müjdelediği iddia
edilmiştir. Said Nursî, rüyaların delil ve hüccet olmadığını belirtmesine karşın, Kur'an
ilminin kendisine Hz. Peygamber tarafından rüyada verildiğini söylemektedir. Delil ve
hüccete dayanmayan bir yolla, Kur'an ilmi öğrenilemez, elde edilemez. Elde edilen bir
şey varsa da bu, ilim olarak vasıflandırılamaz. İslâm, ilim edinme yollarını, bilgi
kaynaklarını göstermiştir.
Said Nursî bununla da kalmamış, hüccet teşkil etmeyen bu rüyaları, Nur
Risaleleri’nin makbuliyeti (?) ve Hz. Peygamber’in bu risalelerden rızası (?) gibi
büyük iddialarının da delili olarak göstermiştir. Onun bu iddiaları tıpkı, samandan bir
temelin üzerine sağlam bir ev inşa ettiğini ileri süren birinin iddiasına benzemektedir.
Şimdi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in rüyada görülme meselesini ele alalım:
O buyurmuştur ki:
"Rüyasında beni gören, (hak olarak) beni görmüştür, çünkü şeytan ben(im
suretim)le hayale giremez."28
"Beni rüyada gören, hakikaten görmüştür, çünkü şeytan benim şeklime
giremez."29
Mevdudî der ki:
Bu hadis-i şerifin izahı şöyledir: Bir kimse, Hz. Peygamber’i kendi şekli ve sureti ile
görürse, gerçekten Hz. Peygamber’i görmüş olur. Çünkü, şeytana Hz. Peygamber’in şekline
26 Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 21-22, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar/Sadakatta Meşhur Olan Barlalı Süleyman’ın
Vazife-i Sadakatını Tamamiyle Yapan Isparta Süleymanı Rüşdü’nün Bir Fıkrasıdır. 27 Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 102; Şuâlar, 564, Birinci Şua/Yirmialtıncı Âyet. 28 Buhārî, Ta‘bir, 10/13. 29 Müslim, Rü'yâ, 1/10.
21
girerek birini aldatabilme gücü verilmemiştir. Bu açıklamayı Muhammed b. Sirin yapmıştır.
İmam Buharî onun şu sözünü nakletmektedir:
"Peygamber’i rüyada görmek, kişinin onu ancak hayatında vasıflandığı sureti üzere
gördüğü zaman gerçekleşir."30
Allâme İbn Hacer, sağlam senetlerle şöyle rivayet etmektedir: Bir kimse İbn Sirin’e,
"Ben rüyamda Hz. Peygamber’i gördüm deyince" ne şekilde, ne biçimde gördüğünü sorardı.
O kimse Hz. Peygamber’in şekline ve şemailine uymayan bir biçim söylerse, İbn Sirin ona:
"Sen Hz. Peygamber’i görmemişsin" derdi. İbn Abbas’ın tutumu ve davranışı da aynıydı.
Nitekim Hâkim, senediyle bunu nakletmiştir. Doğrusu şu ki: Hadisin sözleri de bu manayı
tevsik ve ispat etmektedir. Bu hadisin sahih senetlerle nakledilen sözlerinin hepsinden
anlaşılan şey, şeytanın Hz. Peygamber’in şekline giremediğidir. Yoksa herhangi bir şekle
girerek, insanı Hz. Peygamber’i gördüğünü zannettirerek aldatması değil.31
Bu konuda, birçok âlimin görüşü bu minval üzeredir. Şeyh Alâaddin der ki:
Demek ki, sahih olan rüya Resulullah’ın sahih bir nakille sabit olan suretini görmektir.
Şayet, biri bu suretten başka bir surette Resulullah’ı rüyasında gördüğünü zannederse; o,
Resulullah’ı görmemiştir.32
Bazı kimseler, "Eğer şeytanın hilesinden korunmak, Hz. Peygamber’i sadece kendi asıl
şekli ile görülmesi şartına bağlı olsaydı, o zaman bu koruma, ancak sağlığında Peygamber’i
görmüş olan kişiler için mümkün olurdu. Daha sonraki dönemlerde gelen kimseler,
rüyalarında gördükleri şahsın suretinin Hz. Peygamber’e veya başka bir kimseye ait olduğunu
nasıl bilebilirler?" diye soruyorlar. Böyle bir sorunun cevabı şudur: Daha sonraki dönemlerde
gelen kimseler, rüyalarında gördükleri şahsın Hz. Peygamber olduğunu tam bir güvenle
söyleyemezler. Ama, rüyalarının manasının ve konusunun Kur'an-ı Kerim ve Sünnetin
bildirdiklerine uyup uymadığını kesin olarak bilebilirler. Eğer bu rüya, Kitaba ve Sünnete
uygunluk gösteriyorsa, o zaman gerçekten rüyasında gördüğü kimsenin Hz. Peygamber
olması ihtimali çok daha fazladır. Çünkü, şeytan bir kimseye doğru yolu göstermek için
değişik şekle giremez.33
İmam Mazirî, bu hadisin açıklamasında şöyle der:
Bazen bir kimse hayal ettiği bir şeyi görür gibi olur. Çünkü, hayal ettiği şeyin âdeta
gördükleri ile bir bağlantısı vardır. (...) Bir kimse rüyasında Peygamber’in, kendisine katli
haram bir kimseyi öldürmesini emir buyurduğunu görse; bu, hayal edilen sıfatlardan olur,
görülen şey değildir.34
Aynı konu hakkında Mevdudî de şunları söylemiştir:
Eğer bir kimse rüyasında Hz. Peygamber’i görse de, ondan herhangi bir emir alsa
veya bir şeyi o kimseye men etse ya da din konusunda ondan bir çeşit işaret ve ima yollu bir
şey görse; o gördüğü, duyduğu şeylerin Kitapta ve Sünnette benzerini görmeden onlara
30 Buhārî, Ta‘bir, 10/12. 31 Ebu’l-Alâ el-Mevdûdî, Resâil ve Mesâil: Meseleler ve Çözümleri, çev. Yusuf Karaca, Risale Yayınları, İstanbul
1990, 4/9-10.
32 Şeyh Alâaddîn, İmam Nevevî’nin Fetvalarının Şerhi, çev. Abdülbari Polat, Kahraman Yayınları, İstanbul 1988,
342.
33 Mevdûdî, Meseleler ve Çözümleri, 4/10-11. 34 Nak. Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1977, 10/26-27.
22
uyması, uygulaması caiz değildir. Allah Tealâ ve Peygamberi, din konusunda, bizi
rüyalara, ilhamlara ve keşiflere bırakmamış, hakkı ve batılı, doğruyu ve yanlışı
pırıl pırıl bir Kitap ve senetli, delilli bir Sünnet içinde önümüze koymuştur. Eğer
gördüğünüz bir rüya veya keşif yahut ilham, Kitaba ve Sünnete uygun ise, o zaman
Peygamber’i görmeyi nasip etti diye veya keşif ve ilham nimetini lütfetti diye Allah’a
şükrediniz. Ama, o gördüğünüz rüya, Kitaba ve Sünnete ters ve aykırı ise, o zaman da onu
reddederek, böyle denemelerden ve imtihanlardan koruması için Allah’a yalvarınız.
Bu inceliği anlayamamaktan dolayı pek çok kimse, dalâlete düşmüştür ve düşmeye
devam etmektedir. Bizzat tanıdığım bazı kimseler rüyalarında, inandıkları sapık bir mezhebin
kurucusuna Hz. Peygamber’in iltifat ettiğini veya onu desteklediğini gördüklerini
zannettiklerinden dolayı, o sapık mezhebe bağlanmışlardır. Eğer onlar, rüyada gördükleri
herhangi bir insan şeklinin Hz. Peygamber olamayacağı ve Hz. Peygamber’i gerçekten
rüyada görmek nasip olsa bile, onunla dinî bir hüküm elde edilemeyeceği
gerçeğini bilmiş olsalardı, böyle bir sapıklığa düşmezlerdi.
35
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki:
"(...) Rüya üç türlüdür: (...) Üçüncüsü: Kişinin kendi kendine konuştuğu
(düşündüğü) şeylerden meydana gelir. (...)"36
İbn Mace’nin sahih bir senetle rivayet ettiği hadiste de şöyle buyurulmuştur:
"Şüphesiz rüya üç çeşittir: (...) Rüyaların bir kısmı da insanın uyanık iken
arzulayıp azmettiği, sonra da uykusunda gördüğü şeydir. (...)"37
Risale-i Nur şakirtlerinin gördükleri rüyalar, muhtemelen bu kabildendir.
Çünkü, Said Nursî ve talebeleri; Said Nursî ve Nur Risaleleri için Allah’ın Kitabından,
Resulün hadislerinden, tabiat olaylarından, hatta gündelik basit olaylardan bile çeşitli
şekillerde işaretler, remizler, imalar, tevafuklar, tebşirler... çıkarabilmek için akla
hayale gelmeyecek yorumlara başvurmuşlardır. Dolayısıyla, gerek Said Nursî’nin
gerekse talebelerinin şuuraltlarındaki bu konularla rüyalarında da meşgul olmaları
kuvvetli bir ihtimaldir.
Hz. Peygamber’i, güya Said Nursî’ye saygısından, dayanmış bir vaziyetteyken
doğrultan; Hz. Ebu Bekir (r.a.)’e Peygamber’in huzurunda ve onun emriyle okuduğu
hutbedeki hakikatlerin "Yirmidokuzuncu Söz"de izah edildiğini söylettiren... bu
rüyaların sadık rüya olmasına olanak yoktur, bunlar adgas-ı ahlâmdan ibarettir.
Said Nursî’yi ve talebelerini yalancılıkla itham etmemekle beraber, Hz.
Peygamber’in şu hadislerini de hatırlatmak yerinde olacaktır:
"Görmediği bir rüyayı gördüğünü iddia ederek yalan söyleyen, (kıyamet günü)
iki arpa tanesini birbirine düğümlemekle mükellef kılınır ve bunu yapamamasından
dolayı ona azap edilir."38
35 Mevdûdî, Meseleler ve Çözümleri, aynı yer. 36 Müslim, Rü'yâ, 6. 37 İbn Mâce, Ta‘bir, 3/2907. 38 İbn Mâce, Ta‘bir, 3/2907.
23
"Beni rüyada gören, hakikaten görmüş olur. Zira şeytan, benim suretimle
temessül edemez. Bir de, benim üzerime bilerek yalan uyduran, cehennemdeki
yerine hazırlansın!"39
Gerçekten Peygamberimizi rüyasında görmeyen kimsenin, gördüğünü iddia
edip rüyasından bütün naklettikleri, hadis uydurmakla aynı hükümde olup, bu kişi
anlattıkları ile, kendisini yukarıdaki hadiste belirtilen vaid’e40 dâhil etmiştir. Allah
bizleri korusun.41
Bütün bu aktardıklarımız göstermektedir ki, Said Nursî ve şakirtleri davalarını
ispat edebilmek için birtakım rüyalara sığınmışlardır. Bunlara tâbi olanların birçoğu
da, rüyalarında gördükleri ile hareket edip, bunlara inanmışlar ve arkalarından
gitmişlerdir.
Anlatılan bu rüyaların Nur Risaleleri’nde uzun uzun zikredilmesi tesadüfî
değildir. Zira, bu çeşit rüyalar, safdil ve basit insanları aldatmada kullanılan en yaygın
vesiledir.
39 Buhārî, İlim, 39/51. 40 İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için, ileride olacak kat'î hâdiseleri haber vererek korkutmak, cehennemi
haber vermek.
41 Rüya, bu yolun yolcularınca batıl iddialarını delillendirmek (?) üzere en sık kullanılan kanıttır. Örneğin,
Muhyiddin b. Arabî bir gece rüyasında Peygamber Efendimizi görür. Peygamber Efendimiz elinde bir kitap
tutarak; "Bu Füsûs-ül-Hikem kitabıdır. Bunu al ve insanların faydalanması için muhteviyatını açıkla." buyurdu.
Muhyiddin-i Arabî de sevgili Peygamberimizin manevî işaretine uyarak, emir ve ilham ile, kitabın ihtiva ettiği
hususları ne eksik, ne de fazla yazdı. (Evliyâlar Ansiklopedisi, İhlâs Gazetecilik Holding A,Ş., İstanbul 1992,
9/170.) İbn-i Farid bir gece rüyasında Resulullah Efendimizi gördü. Resulullah Efendimiz ona: "Sen kime
mensupsun?" buyurunca; "Süt valideniz Halime’nin bağlı olduğu Benî Sa’d kabilesine" diye cevap verdi. Bunun
üzerine Resulullah Efendimiz; "Bilakis senin nesebin bana bağlıdır. Yani, sen benim sevgimle dolusun, benim
sünnet-i seniyyeme bağlısın." buyurdu. (...) İbn-i Farid şöyle der; Kaside-i Tâiyye’yi tamamladıktan sonra,
rüyamda Resulullah Efendimizi gördüm. Buyurdular ki: "Kasidene ne isim koydun?" Ben de: "Ya Resulallah!
Levâîh-ül-Cinân (Revâic-ül-Cinân) ismini verdim." dedim. O zaman Resulullah; "Hayır, ona Nazm-üs-Sülûk adını
ver." buyurdu. Ben de Kaside-i Tâiyye’ye bu adı verdim. (Evliyâlar Ansiklopedisi, 7/145-146.) İsmail Hakkı Bursevî
(v.1725/1137) hazretleri Tefsîr-i Rûh-ul-Beyan’da şöyle buyurur: "Manevî pederim, Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabî
hazretlerinin delâleti ile, birgün rüyamda Resulullah Efendimiz bana lütfedip arkamı sığadılar. Tatlı bir ifade ile;
"ümmetim için bir tefsir yaz!" diye emir buyurdular. Bunun üzerine Allah Tealâ’dan ve Resulullah Efendimizin
ruhâniyetinden yardım isteyerek üç ciltlik bir tefsir yazdım." (Evliyâlar Ansiklopedisi, 7/347.) Şemseddin Habibullah
İbn Mirza Can (v.1701/1113) hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir defa cihanın süsü ve kâinatın serveri olan
Peygamber Efendimizi rüyada görmekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübarek
nefesi yüzüme geliyordu. Bu esnada susadım. Serhend büyüğünün oğulları, yani İmam-ı Rabbanî hazretlerinin
evlâdı da orada idiler. Resulullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakir; "Ya Resulallah, onlar benim
pirimin evlâdıdır." diye arzettim. "Onlar bizim sözümüzü tutarlar." buyurdu. Onlardan bir aziz, kalkıp su getirdi.
Kana kana içtim. Sonra; "Ya Resulallah, hazretiniz Müceddid-i elf-i sani hakkında ne buyurursunuz?" diye
arzettim. "Ümmetimde onun bir benzeri yoktur." buyurdu. "Ya Resulallah! İmam-ı Rabbanî hazretlerinin
Mektubat’ı, mübarek nazarlarınızdan geçti mi?" dedim. Buyurdu ki: "Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku!"
Ben de, İmam-ı Rabbanî hazretlerinin bazı mektuplarında geçen ve Allah Tealâ için; "O, vera-ül-vera sonra yine
vera-ül-vera’dır, yani Allah Tealâ ötelerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir"
buyurduğunu okudum. Resulullah Efendimiz bunu çok beğendi ve; "Tekrar oku!" buyurunca, tekrar okudum. Bu
ifadeleri çok güzel buldu. Bu hâl epey devam etti. sabah olunca büyüklerden bir zat erkenden gelip bana: "Ben bu
gece rüyamda sizin bir rüya gördüğünüzü gördüm. O rüyayı bana anlat!" deyince, anlattım. Çok beğenip, hayret
etti. Ben gördüğüm bu rüyada, Resulullah Efendimizin mübarek nefesinin ve sohbetinin bereketiyle kendimi
tamamen nur ve huzur içinde buldum. Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu rüyanın
bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım." (Evliyâlar Ansiklopedisi, 8/118.) Mir Muhammed Numan
(v.1650/1069) şöyle anlatır: Yine bir gün Resulullah Efendimizi rüyada gördüm. Hazret-i Ebu Bekr de yanındaydı.
Buyurdular ki: "Ey Ebu Bekr! Oğlum Muhammed Numan’a de ki, "Şeyh Ahmed’in makbulü benim makbulümdür.
Şeyh Ahmed’in merdudu (reddettiği) benim de merdudumdur. Benim merdudum da Allah Tealâ’nın merdududur."
Bu müjdeyi işitince, son derece sevinip; "Elhamdulillah ki, ben Hazret-i İmam’ın makbulüyüm. O hâlde Allah
Tealâ’nın da makbulü oluyorum." diye içimden geçirdiğimde, Resulullah Efendimiz Hazret-i Sıddık-ı Ekber’e
buyurdular ki; "Oğlum Muhammed Numan’a de ki; Onun makbulü olan, Şeyh Ahmed’in de makbulüdür, benim de,
Allah Tealâ’nın da makbulüdür. Onun merdudu, Şeyh Ahmed’in, benim ve Allah Tealâ’nın merdudumuzdur."
(Evliyâlar Ansiklopedisi, 8/242.) ...
24
Bildiğimiz gibi, avam tabakasının ve cahillerin büyük bir kısmı rüyaya bağlanırlar,
rüyadan gelen her şeyi tasdik ederler, onu hayatlarında takip edecekleri yolu aydınlatan bir
ışık sayarlar; alâmetlerini, hayallerindeki kalıntıları incelemeye koyulurlar.
(...) Bu yalanlara ancak aklında delilik, gönlünde maraz bulunanlar; avam tabakasına,
cahillere, bönlere karşı kalpleri hakikatlere yalan karıştırmak ve meramına erişmek için vasıta
olarak kullandığı habis maksatlarla dolu olan kimseler inanabilirler.
Rüyaların büyük bir kısmı tevili olmayan kompleks şeylerdir. Onlar, ya ruhî
hastalıkların bir neticesidir veya aklî bozukluklardan, vücut hastalıklarından doğar. Yahut da
insanın farkında olmadan şuuraltında saklanan ve herhangi bir sebeple uygun bir zamanda
şuurüstüne çıkan, başından geçmiş eski hadiselerin tesiriyle meydana gelir.
Sadık rüyalar azdır. Bunlar doğru olmakla beraber, zannî delildir ve üzerine itikadî
esaslar kurulamaz, bir fikrin ispatına veya dinî hükümlerden herhangi birine delil olamaz.42
²
1.3. NUR RİSALELERİ KİMİN ESERİDİR?
(...) benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz (...) bulunan bir adam, (...) Risale-i
Nur’a sahip değildir; ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki
doğrudan doğruya Kur'an-ı Hakîmin bu zamanda bir nevi mu’cize-i mâneviyyesi
olarak, rahmet-i İlâhiyye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşiyle
beraber, o hediye-i Kur'aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi,
ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’da
öyle parçalar var ki; bazısı altı saatte, bazı iki saatte, bazı on dakikada yazılan
risaleler var. Ben yemin ile te'min ediyorum ki: Eski Said’in (R.A.) kuvve-i hâfızası da
beraber olmak şartıyle, o on dakika işi, on saatte fikrim ile yapamıyorum; o bir saatlik
risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum, ve o bir günde altı saatlik risale
olan "Otuzuncu Söz"ü ne ben ve ne de en müdakkik, dindar feylesoflar, altı günde o
tahkikatı yapamazlar ve hâkezâ...43
Risalet-ün-Nur sair te'lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan
alınmamış. Kur'andan başka me'hazı yok, Kur'andan başka üstadı yok, Kur'andan
başka mercii yoktur. Te'lif olunduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında
bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'anın feyzinden mülhemdir ve semâ-i
Kur'anîden ve âyatın nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.44
Risale-i Nur’un mesâili, ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil;
ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor.45
42 Muhsin Abdülhamid, Hakīkatü’l-Bâbiyye ve’l-Behâiyye: İslâma Yönelen Yıkıcı Hareketler (Bâbîlik ve Bahâîliğin
İçyüzü), çev. M. Saim Yeprem-Hasan Güleç, DİB Yayınları, Ankara 1986, 105. 43 Şuâlar, 534-535, Birinci Şua/İki Acip Suale Cevaplar/İşârât-ı Kur'aniye Hakkında Lahika; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî,
68-69, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar/Bu âciz kardeşiniz, hem itiraz eden o eski dost zâta, hem ehl-i dikkate
ve sizlere beyan ediyorum ki (...); Kastamonu Lâhikası, 179, Yirmiyedinci Mektubdan/Azîz, Sıddık, Risale-i Nur
Şâkirdleri Kardeşlerim. 44 Şuâlar, 559; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 97, Birinci Şua/Yirmidördüncü Âyet ve Âyetler/İzahtan Evvel Mühim Bir
İhtar/İkinci Nokta. 45 Kastamonu Lâhikası, 233, Yirmiyedinci Mektubdan/Aziz, Sıddık, Muktedir, Müteyakkız Kardeşlerim!
25
Hem yazılan eserler, risaleler; -ekseriyet-i mutlakası- hariçten hiçbir sebep
gelmiyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, ânî ve def'î olarak ihsan
edilmiş. (...)
İşte ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr hâletler ve sergüzeşt-i
hayatım ve ulûmların enva’larındaki hilâf-ı âdet ihtiyarsız tetebbuatım; böyle bir
netice-i kudsiyeye müncer olmak için; kuvvetli bir inâyet-i İlâhiye ve bir ikrâm-ı
Rabbânî olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.46
(...) Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bâzı def'a haberim olmadan,
ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-ı îmaniye ve kuvvetli hüccetler,
müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum: Neden bunlar bana
unutturulmuş, tekrar yazdırılmıştır?47
Hem Risale-i Nur zâhiren benim eserim olmak haysiyetiyle senâ etmiyorum.
Belki yalnız Kur'anın bir tefsiri ve Kur'andan mülhem bir tercüman-ı hakikisi ve imanın
hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hattâ, bir kısım
Risaleleri ihtiyarım hâricinde yazdığım gibi, Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte
ihtiyarsız hükmündeyim.48
Kur'anın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin
değil; belki muntazam, güzel hakaik-ı Kur'aniyenin mübarek kametlerine yakışacak
mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuriyle biçilmez ve kesilmez;
belki, onların vücududur ki, öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser,
biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.49
Yazılarımda ne kadar güzellik ve te'sir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'aniyenin
lemeâtındandır. Benim hissem; yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle
tazarruumdur.50
(...) Bunların, Kitabullah’ın tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin izahı ve zamanın
fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler, kendi
tilka-i nefislerinin ve karîha-i ulviyelerinin mahsulü değildir. Bunlar, doğrudan doğruya
menba-ı vahy olan Zât-ı Pâk-i Risâletin mânevî ilham ve telkinatıdır. "Celcelutiye" ve
"Mesnevî-i Şerif" ve "Fütûh-ul-Gayb" ve emsali âsâr hep bu nevidendir. Bu âsâr-ı
kudsiyeye o zevat-ı âlişan, ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevat-ı
mukaddesenin o âsâr-ı bergüzîdenin tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri
vardır. Yani, bu zevat-ı kudsiye, o mânânın mazharı, mir'at-ı ve ma’kesi
hükmündedirler.
Risale-i Nur ve Tercümanına Gelince:
46 Mektubat, 353-354; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 267; Barla Lâhikası, 12, Yirmisekizinci Mektub/Yedinci Risale Olan
Yedinci Mes'ele/Altıncı İşâret; Tarihçe-i Hayat, 190-191, Barla Hayatı/Yirmisekizinci Mektub’un Yedinci Mes'ele’si. 47 Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 36, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar/Aziz Kardeşlerim! 48 Şuâlar, 572; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 124, Sekizinci Şua/Üçüncü Bir Keramet-i Aleviye/Bir ifade-i meram. 49 Mektubat, 362-363, Yirmisekizinci Mektup/Sekizinci Risale Olan Sekizinci Mes'ele/Birinci Nükte. 50 Mektubat, 355, Yirmisekizinci Mektup/Yedinci Risale olan Yedinci Mes'ele/Mahrem bir suale cevaptır; Sikke-i
Tasdîk-ı Gaybî, 269, Risale-i Nur’dan Parlak Fıkralar ve Bir Kısım Güzel Mektuplar/Mahremce Bir Suâle Cevaptır;
Barla Lâhikası, 14, Yirmiyedinci Mektuptan/Mahrem Bir Suale Cevaptır.
26
Bu eser-i âlişan (...) Nur-u Mahz-ı Kur'ân olduğu ve evliyaullahın âsârından
ziyade feyz-i envar-ı Muhammedîyi hamil bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risâletin ondaki
hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi, evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun
mazharı ve tercümanı olan mânevî zâtın mazhariyeti ve kemâlâtı ise, o nisbette âli ve
emsalsiz olduğu Güneş gibi âşikâr bir hakikattır.51
Risale-i Nur gerçi zâhiren sizin eserinizdir, fakat nasıl ki, Kur'an-ı Mübîn
Allah’ın kelâmı iken Seyyid-i Kâinat, Eşref-i Mahlûkat Efendimiz nâsa tebliğe vasıta
olmuştur, siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azim’in nurlarından bu günün karmakarışık
sarhoş insanlarına emr-i Hak’la hitab ediyorsunuz. Hulûsî.52
(...) Eğer müellifin tenzilin nazmından çıkardığı letâifde şüphen varsa, ben
derim ki İbn-ül-Fârıd kitabından tefe'ül ettik ve şu beyit çıktı:
Keenne kirâme’l-kâtibîne tenezzelû alâ kalbihî vahyen bimâ fî sahîfetin.53
Münezzehdir şuûnatdan, hep ilhâm-ı İlâhîdir,
Okurken nûr alır vicdan, sütûr-u bî-tenâhîdir,
Riyâdan, kibirden, her meâsîden münezzehdir,
Kelâm-ı lâyezâlîden gelen, bir nûr-u müferrahdir.
Nasıl bir vecd içinde anladım bilsen, bu âsârı,
Bu, âyetler gibi nuranî ve lâhutî bu efkârı,
Meâsir mi? eser mi? müncelî, yoksa müesser mi?
İlâhî bir sırren’den berk uran, hayret-fezâ sır mı?54
Çeşm-i im'ânımla kıldım, Risale-i Nur’a nazar
Yoktur imkân yaza mislin, efrâd-ı beşer.
(...)
Her harfi şem'a-i feyzi ilâhî, cilveger,
Zevk alır baktıkça insan, bütün eşyadan geçer.
(...)
Bilirim değilsin enbiyâdan bir nebî,
Lâkin elinde nedir bu nûr-u mu’teber.55
Aynı sayfada, son beyit için şu haşiye düşülmüştür:
Mevlânâ Câmi, Mevlânâ Celâleddin-i Rumi hakkında demiş:
Men çi koyem der vasfı ân âlî cenâb
Nît peygamber velî dâred kitâb
51 Tarihçe-i Hayat, 579, Afyon Hayatı/Risale-i Nur Nedir? Bediüzzaman Kimdir? 52 Barla Lâhikası, 21, Yirmiyedinci Mektuptan/Hulûsi. 53 İşârâtü’l-İ’caz, 310, Halifelik Sırrı/Mukaddeme/Hâşiye.
Beytin anlamı: Kirâmen kâtibîn (meleklerin)in, sahifedekini onun kalbine vahyederek indirdikleri gibi. 54 Barla Lâhikası, 78-79, Yirmiyedinci Mektuptan/Âsım. 55 Barla Lâhikası, 101-102, Yirmiyedinci Mektuptan/Küçük Husrev Mehmed Feyzi’nin bir fıkrasıdır.
27
Câminin bu fıkrasının mealine işaret etmek istiyor.56
RİSALE-İ NUR, yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu bir fikir
karanlıklarından ve müthiş dalâlet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyariyle
yazılmış değil, Cenab-ı Hakk’ın lisaniyle yazılmış bir eserdir.57
(...) Bu hakikatlardan anladım ki, Risale-i Nur, bu asrın insanları olan bizler için
yazdırılmıştır.58
Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili, hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına
şüphe yok. "Ben, kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitabdan alınmadım, hiçbir
eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur'ânîyim. Bir lâyemut’un eserinden fışkıran
kerametli bir Nûr’um."59
±
Said Nursî ve talebeleri, bu sözleriyle aslında ilhamdan da öte şeyler ihsas
etmektedirler. Ancak, biz burada bu ihsasları göz ardı edecek ve açıkça iddia ettikleri
"ilham" üzerinde duracağız.
Bilgi edinme yollarının belirlenmesi, akidevî bir konu olduğundan akait
kitaplarında ele alınmış, bilgi edinme vasıtaları sıralanmıştır. İlhamın ise bunlardan
olmadığı beyan edilmiştir:
Ömer Nesefî, Metnü’l-Akaid’de şöyle der:
İlham, hak ehli olanlara göre, bir şeyin sıhhatini bilme konusunda ilim elde etme
vasıtası değildir.60
Pezdevî de, Ehl-i Sünnet Akaidi’nde ilim sebeplerini sıraladıktan sonra şunları
söyler:
İlhamla bilgi meydana gelmesine gelince: Bu nasıl olur?... İlhamla bilgi hâsıl olduğunu
iddia edenin davası burhandan yoksundur. Eğer bir kimse: "Şu şeyin helâl olduğuna dair
Allah Tealâ bana ilham ederek kalbimde bilgi hasıl oldu" derse, ona denecek şudur:
"Sen sözünde yalan söylüyorsun", ayrıca onun doğruluğunu gösteren bir delil yoktur.
Aynı şekilde bir başkası da, bunun haram olduğunu Allah’ın kendisine ilham ettiğini
56 Fıkranın anlamı: Ben, yüce vasıflara sahip olan ulu kişi hakkında ne diyebilirim; o gerçi peygamber değildir,
ama kitabı vardır. 57 Rehberler, 141, Gençlik Rehberi/Risale-i Nur Nedir? Ziver Gündüzalp kardeşimizin Konya Nur Talebeleri adına,
Risale-i Nur hakkında görüşlerini ifade edip, Ankara Üniversitesi gençlerine gönderdiği bir konferanstır. 58 Müdâfaalar, 300, Afyon Müdâfâsı/Zübeyir’in Müdafaasıdır. 59 Müdâfaalar, 347, Afyon Müdâfâsı/Afyon Mahkemesi Kararnâmesinden/Sanıklardan Bilahere Yakalanmış
Olduğundan, Bilirkişilere Tedkike Gönderilemeyen Sair Eserler ve Mektublardaki Suç Mevzuu Olan Yazıların
Hulâsaları. Benzer ifadeler için bak. Şuâlar, 141, 523, 535, 545, 590; Mektubat, 361, 362; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî,
68, 74; Kastamonu Lâhikası, 14, 179, 212; Âsâ-yı Mûsa, 118; Tarihçe-i Hayat, 579. 60 Nak. Sa‘duddîn Mes'ûd b. Ömer et-Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, 121.
28
söyleyebilir. O hâlde bu iki kişinin sözlerinden birini tercih için delil bulunmadığından, ikisi
arasında anlaşmazlık vuku bulur ki, bu da fesada götürür.61
Said Nursî ve talebeleri, bilgi kaynağı olarak kabul edilmeyen ilhamı, yukarıda
aktarılan büyük iddialarına delil olarak ileri sürmüşlerdir. Oysa, Said Nursî gerçekten
"mülhemûn"dan olsa bile, bu ilhamlar (?) kendisinden başkasına bir şey ifade etmez.
Nitekim, Taftazanî şöyle demiştir:
İlham, herkes için bilgi edinme vasıtası değildir, başkasına delil olarak kullanılmaya
elverişli de değildir.62
Suiistimale açık olan ilham konusunu izah etmek, hak ilhamlar ile ilham diye
yutturulmak istenen şatahat63 ve türrehatın64 arasını ayırmak, bunların farkını ortaya
koymak gerekmektedir.
İlham, feyiz yolu ile kalbe ilka olunan manadır, diye tarif edilir.65
Şüphesiz ki, evliya arasında ilhama mazhar olanlar vardır. Nitekim, Buharî ve
Müslim’de Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Sizden önceki ümmetler arasında, kendilerine ilham olunanlar vardı. Eğer
benim ümmetim içinde de böyle biri varsa, o da Ömer’dir."66
"Kendilerine ilham olunanlar" şeklinde tercüme edilen "muhaddesûn"
(kendilerine haber verilenler, kendilerine söz söylenenler) hakkında İmam Buharî:
"Onların dillerine bir şeyin doğrusu geliverir." demiştir.67 İmam Cafer Sadık da:
"Muhaddes, Allah’ın kendisine gerçekleri anlamasını sağladığı kimsedir." demiştir.68
Mülhemûndan olan Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki:
"Ben üç şeyde Rabbime muvafakat ettim: Ey Allah’ın Elçisi, İbrahim makamını
namazgâh edinelim, dedim. Müteakiben 'Siz de İbrahim makamından bir namazgâh
edinin!' (Bakara, 2/215) ayeti nazil oldu.
Bir de hicap ayeti ki, 'Ya Resulullah, kadınlarına emretsen de, onlar perde
içine girseler! Çünkü, hayırlı-hayırsız kimseler onlarla konuşabiliyor.' dedim. Bunun
üzerine hicap ayeti (Ahzâb, 33/32-33) nazil oldu.
Keza, Peygamber’in zevceleri, bir keresinde kendisine karşı kıskançlık
göstermek üzere ittifak etmişlerdi. Eğer o, sizi boşarsa, yerinize Rabbinin ona sizden
hayırlılarını vermesi ümit edilir, dedim. Derken bu (Tahrîm, 66/5) ayeti nazil oldu."69
61 Muhammed Ebû Yusr Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, çev. Şerafeddin Gölcük, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1980,
12.
62 Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, 121. 63 Kendinden geçer bir hâle gelmek ve böyle manevî sarhoşluk, istiğrak hâlinde iken söylenen muvazenesiz
sözler.
64 Bâtıl, saçma sapan sözler. 65 Süleyman Uludağ, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi, (Taftazânî, Şerhu’l-Akaid içinde), 121. 66 Buhārî, Fezâilu’s-Sahâbe, 6/37; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 2/23. 67 Nak. Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 10/232. 68 Nak. Mutahharî, Hâtemiyyet, çev. Şamil Öcal, Fecr Yayınları, Ankara 1989, 32. 69 Buhārî, Salât, 32/52.
29
Mehmed Sofuoğlu’nun şu izahı çok manidardır:
Ömer’in bu sözleri, ayetlerin inmesinden önce olduğu hâlde, "Rabbim bana muvafakat
etti" demeyip de, "Ben Rabbime muvafakat ettim" demesi, Allah’a karşı bir edeptir. Fıkhının
ve ilminin açık bir nişanesidir. "Benim reyim, zuhurları muayyen vakitlere kadar teahhur eden
ezelî hükme muvafık düştü" demek istemiştir.70
Anlaşılacağı üzere ilham; Allah’ın, meseleleri daha açık görüşle anlaması için
kişinin kalbini açması, bunu kişiye kolaylaştırması ve onu doğruya sevk etmesidir.
Yoksa ciltlerce risaleleri, kişiye âdeta zorla, "ihtiyarı ve rızası haricinde yazdırması"
değildir.
Kelâm ilminde, sadece peygamberlerin ilhamı, bilgi kaynağı olarak kabul edilir.71
Cenab-ı Hak buyurmuştur ki:
"Senden önce gönderilen her resul ve her nebi bir temennide bulunduğu
zaman, şeytan onun temennisine bir şey sokmuştur. Fakat Allah, şeytanın soktuğu
şeyi iptal eder, sonra da ayetlerini sağlamlaştırır. (...)"72
Nebi’nin kalbine şeytanın attığı vesvesenin nesh ve izale olunması ve Allah Tealâ’nın
kendi ayetlerini muhkem hâle getirmesi şarttır. Zira nebi, hak üzeredir. Muhaddesin kalbine
doğan ilhama ise şeytanın birtakım şeyler sokuşturması ve bunların nesh ve izale edilmemesi,
dolayısıyla içerisine düştüğü birtakım hatalarında devam etmesi mümkündür. Muhaddes, içine
doğan fikirleri ve ilhamları peygamberin getirdiği şer'î ölçülere vurmak, yanlış olanlarından
yüz çevirmek mecburiyetindedir.73 Çünkü, bu kişi masun (hatalardan korunmuş, hatasız)
değildir. Nitekim Ebu’l-Hasen eş-Şazelî şöyle der: Kitabın ve Sünnetin getirdiği esaslarda bize
hatasızlık garantisi verilmiştir; fakat keşifler ve ilhamlar için böyle bir garanti yok...74
Nitekim şeytan, ilhama mazhar olan Hz. Ömer’e Hudeybiye Antlaşması sırasında;
Furkan suresinin okunuşu ile ilgili olarak Hakim b. Hizam’la olan tartışmasında ve
Peygamber’in vefatı sırasında birtakım aldatmalarda bulunmuş ve Ömer’in nefsine arız olan
bu düşünceler ve yanlışlar nübüvvet nuruyla izale olmuştur.75
Hz. Ömer, ashab-ı kiram ile istişare eder ve bazen kendi görüşünü bırakıp onların
düşüncesine katılır, bazen de ashap ona uyardı. Olur ki, Ömer bir söz söyler, ama bir
Müslüman kadın kalkıp onun sözlerini reddeder ve gerçeği açıklar, Ömer de kendi
görüşünden vazgeçip, bu kadının sözlerine hak verirdi. Meselâ, mehir miktarını belirleme
meselesinde böyle olmuştu. Yine olur ki, o bir görüşe sahip olur, fakat o konuda kendisine
70 Mehmed Sofuoğlu, Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1987, 1/490. 71 Uludağ, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi, (Taftazânî, Şerhu’l-Akaid içinde), 121. 72 Hacc, 22/52. 73 Takıyyuddîn Ahmed b. Abdulhalîm b. Teymiye, Külliyat, çev. Kurul, Tevhid Yayınları, İstanbul 1986, 2/91. 74 İbn Teymiye, Külliyat, 2/238. 75 İbn Teymiye, Külliyat, 2/91. Hudeybiye Antlaşması’nın müşriklere taviz verir gibi gözüken bazı maddeleriyle ilgili
olarak Hz. Ömer, Peygamber (s.a.v.)’e itiraz etmiş ve "Sen hak peygamber değil misin ey Allah’ın Resulü!"
demişti. Yine, Hakîm b. Hizâm’ı, Furkan suresini kendi okuyuşundan başka bir tarzda okurken işitince onu apar
topar Hz. Peygamber’in huzuruna götürmüş ve Resulullah: Böyle de okunur, Kur'an yedi harf üzere nazil
olmuştur, buyurunca sakinleşmiştir. Hz. Peygamber’in vefatıyla sanki şok geçiren Hz. Ömer (r.a.), sokağa çıkarak
"Kim Peygamber öldü derse, boynunu vururum" demiş, Hz. Ebu Bekir’in Kur'an’dan ayetler okuyarak Resulullah’ın
da bir beşer olduğunu ve bir gün bu fanî dünyadan göçeceğini hatırlatması üzerine kendine gelmiştir. (Külliyat’ın
mütercimlerine ait, aynı yerdeki dipnottur. Tafsilâtı hadis kitaplarındadır.)
30
Hz. Peygamber’den bir hadis hatırlatılır, bunun üzerine hemen kendi görüşünü terk ederek bu
hadisle amel ederdi. Çeşitli konularda, ilgili bazı sünnetleri kendisinden aşağı mertebede
bulunan kişilerden alırdı. Bazen bir şey söyleyip, kendisine "isabetlisin!" denildiğinde o:
"Vallahi Ömer, gerçeğe isabet mi etti, yoksa yanıldı mı, bilmiyor!" şeklinde cevap verirdi.
İşte kendisine ilham olunan kimselerin en önde geleni böyle olduğuna göre, kıyamet
gününe kadar, kendisine Rabbinin bir şeyler haber verip ilham ettiğini söyleyen her kalp
sahibi, Ömer’den aşağı mertebede bir kimse olarak asla masun değildir. Tam tersine, bu
durumda onların tamamı için yanılmak mümkündür. Her ne kadar bir grup, velinin Allah’ın
koruması altında (mahfuz) olduğunu iddia ediyorsa da, bu böyledir. Onlara göre bu koruma,
peygamberler için kabul edilen ismet (hata ve günahlardan korunmuş olma) sıfatının bir
benzeridir ki, böyle bir iddia yanlıştır ve Sünnete ve icmaya aykırıdır.
Dolayısıyla Müslümanlar, herhangi bir insanın sözünün alınıp alınmaması konusunda
serbest olunduğunda birleşmişlerdir. Bundan yalnızca Resulullah (s.a.v.) müstesnadır. Her ne
kadar bu kimseler, hidayette, nurda ve isabetli olma hususunda birbirinden farklı
mertebelerde iseler de böyledir. İşte bundan dolayı "sıddık" makamına erişen bir kişi,
kendisine ilham gelenden üstündür. Çünkü sıddık, peygamberlik kandilinden bilgi almakta ve
masum, mahfuz olan şeyleri elde etmektedir.
Kendisine ilham verilen kimse için ise, doğru söz konusu olduğu gibi, hata da söz
konusudur. Kitap ile Sünnet, onun doğrusunu hatasından ayırıp ayıklar. Bu nedenle bütün
veliler, Kitaba ve Sünnete muhtaç durumdadırlar, bütün işlerini mutlaka Hz. Peygamber’den
gelen haberlere göre ölçüp değerlendirmeleri gerekir. Resulullah’tan aktarılan haberlere
uyanlar gerçek; buna muhalif olanlar ise yanlıştır. Eğer bu hususta o kimseler, gerçeği
bulabilmek için iyi niyet içerisinde, olanca çabalarını harcayıp içtihat etmişlerse, Cenab-ı Hak
onların içtihatlarının karşılığını ve ecrini verecek, hatalarına da bağışlayacaktır.
Bilindiği üzere, iyilik yarışmasında başarı kazanmış ve önceliği elde etmiş olanlar,
nebevî haberlere en çok uyanlar ve hidayet üzere bulunanlardır; onlar iman ve takva
bakımından da en üst mertebededirler.76
Bizden önceki ümmetlerde kendisine ilham verilenlerin varlığı kesindir. Böyle
kimselerin bu ümmette (ümmet-i Muhammed’de) bulunması, ümmetlerin en faziletlisi
olmakla beraber, (yukarıda naklettiğimiz hadiste) şart edatına bağlanmıştır. Çünkü, bizden
önceki ümmetlerin onlara ihtiyacı vardı. Bu ümmet ise, Nebilerinin ve onun risaletinin
kemalinden dolayı onlardan müstağnidir. Allah Tealâ, bu ümmeti Nebiden sonra, keşif,
ilham, muhaddes ve rüya sahibi kimselere muhtaç kılmadı. Şart edatıyla yapılan bu
bağlantı, ümmetin kemalinden ve müstağni oluşundandır, noksan oluşundan değil. Sıddık,
muhaddesten daha kâmildir, çünkü sıddıklığın kemali; mana bağlılığı ile ilham, içe doğma,
keşif gibi şeylerden müstağnidir. Çünkü, sıddık bütün kalbini, sırrını, içini-dışını Resulüne
teslim etmiştir. Bununla o, diğer şeylerden müstağni olur.
Birçok hayalperest ve cahilin "Kalbim Rabbimden bana bunu ilham ediyor" dediği şeye
gelince; kalbinin ona bir şeyler söylemiş olması doğrudur, fakat kimden? Rabbinden mi,
yoksa şeytanından mı? "Kalbim bana Rabbimden böyle ilham etti" derse, kendisine ilham edip
etmediğini bilmediği birine söz isnat etmiş olur ki, bu da yalandır. Bu ümmetin muhaddesi,
asla böyle söylemez, hiçbir zaman böyle bir şeyi ağzına almaz. Şüphesiz Allah, Ömer’i, bunu
söylemekten korumuştur. Bilâkis, bir gün kâtibi "Bu, müminlerin emîri Ömer b. Hattab’a
Allah’ın gösterdiği (öğrettiği, ilham ettiği) şeydir" diye yazdığında, Ömer: "Hayır, onu sil! Bu,
76 İbn Teymiye, Külliyat, 2/238-239.
NUR RİSALELERİ’NE
ELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM
(RİSALE-İ NUR’UN İÇYÜZÜ)
ABDULLAH TEKHAFIZOĞLU