Gönderi

22 Şubat 1962: Türkçü Gençler Atsız İçin Telaşlanıyor: 27 Mayıs ihtilali ve 13 Kasım tasfiyesinden sonra ordu içindeki dalgalanmalar devam etmişti. Silahlı Kuvvetler Birliği adı altında bir cunta kurulmuş ve cunta Millî Birlik Komitesi üzerinde baskı uygulamaya başlamıştı. 15 Ekim 1961 seçimlerinin sonuçlarından memnun olmayan bazı general ve albaylar 21 Ekim'de toplanarak yönetime el koymak üzere bir protokol imzalamışlardı. Ancak imzacılar, Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın araya girmesiyle siyasi parti liderleriyle uzlaşırlar. Fakat işler durulmaz. Ordu içindeki genç subaylar ve Silahlı Kuvvetler Birliği'ne mensup bazı komutanlar darbe yapmak üzere çeşitli görüşmeler ve toplantılar yaparlar. Nihayet 20 Şubat 1962'de Genel Kurmay Başkanlığı, darbeci subaylardan bir kısmını gözaltına almak ve yeni tayinler için karar çıkarır. Başta Talat Aydemir olmak üzere bazı subaylar bu kararları tanımadıklarını bildirirler ve 22 Şubat günü bir ayaklanma başlatırlar. Başta Kara Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir vardır. Ankara'daki bazı birlikler de harekete katılmış ve Başbakan İsmet İnönü'nün radyo konuşmasını durdurmuşlardır. Ancak İnönü'nün Esenboğa'daki verici istasyonundan konuşması ile hükümet ve Genel Kurmay duruma hâkim olabilmiş ve gece saat 01:00'de Aydemir'e bir heyet göndermiştir. Kan dökmeden hareketi durdurdukları takdirde cezalandırılmayacakları kendilerine bildirilmiş, Aydemir'in karşı teklifleri kabul edilmemiş, bunun üzerine Aydemir saat 03.30'da hareketi durdurmuştur. Ankara'daki hareketten yarım yamalak bazı haberler alan İstanbul'daki bazı Türkçü gençler telaşlanmışlar ve Atsız'ı koruma duygusuyla gece yarısı evine gitmişlerdir. Altan Deliorman olayı şöyle anlatıyor: "Gazeteye döndüm. Az sonra radyoda siyasi parti liderlerinin konuşmaları yayınlanmaya başlandı. Liderler, ayaklanmayı tasvip etmiyorlar, demokratik rejimin korunması gerektiğinden dem vuruyorlardı. Demek ki Ankara Radyosu hükümetin kontrolüne girmişti. Fakat İsmet Paşa konuşmaya başladıktan az sonra radyo susuverdi. Bir süre sessizlik, sonra yine marşlar. Anlaşılan radyo tekrar el değiştirmişti. Bu da çatışma olduğuna veya en azından çekişmenin devam ettiğine açık bir işaretti... Böyle kritik zamanlarda, hele merkezi otorite de ortadan kalkmışsa, kimlerin ne yapacağı pek belli olmazdı. Beni arayan arkadaşlarla buluşmaya karar verdik. Bir araya geldiğimizde, yine yabancı radyolardan derlenme bazı haberler, yeni ipuçları verir gibiydi. Yorumlara göre Ankara, milliyetçi kuvvetlerin elindeydi, İstanbul ise onlara karşı bir tavır takınmıştı. Böyle tehlikeli bir ortamda, meçhul şer kuvvetlerinin Atsız'ı da hedef olarak almaları ihtimali yok muydu? Bize göre vardı. Şu hâlde onu evden uzaklaştırmak ve geceyi başka yerde geçirmesini sağlamak isabetli olacaktı.” (Deliorman 2000: 188-189). Altan Deliorman, Şaman lakabıyla meşhur İsmail Hakkı Gökhun ve Teknik Okul öğrencisi Kıbrıslı İbrahim Cemali (Gökbörü) Atsız'ın evine giderler. Gece saat 01:30. Feyzullah Caddesi, 9 numara. Zili art arda çalarlar. Kapıya şiddetle vururlar. Atsız uyanır. Hiçbir şeyden haberi yoktur. Gençler gecenin bu saatinde geldiklerine göre önemli bir şey olmalı diye düşünür ve onları içeri alır. Deliorman'dan devam edelim: "Küçük odaya geçip oturduk. Manzara hem tuhafımıza gidiyor, hem de heyecan veriyordu." "-Olup bitenlerden haberiniz var mı?" "-Hayır! Ne oldu?" "-Ankara'da yeni bir ayaklanma!" "Sonra bütün bildiklerimizi anlattık. O akşam erken yatmıştı. Radyoda çok kere sadece haberleri dinlerdi. O akşam da ajans vakti gelince radyoyu açmış, ses gelmediğini görünce üzerinde durmamıştı. Tabii, Ankara Radyosu'ndan ses çıkmıyordu ki, haber alma imkânı olsun." "-Sizin burada yalnız kalmanızı mahzurlu gördük. Hiç olmazsa bu gece. Ortalık yatışsın, o zaman durum da aydınlanır. Ama şimdi bu evi terk edelim." "-Nereye gideceğiz?" "-Bilmiyoruz! Önce buradan çıkalım, onu beraberce düşünürüz." "Divanın üzerinde oturuyordu. Kısa bir sessizlik oldu... Az sonra başını kaldırdı:" "-Haklısınız, dedi. Gitmek lâzım. Çocukları uyandırayım, hazırlansınlar. Ben de giyineyim. Siz şu radyoya bir daha bakın, belki yeni bir haber vardır." "Yukarı çıktı... Atsız hemen hazırlanmıştı. Yalnız ceketini giymemişti. Üzerinde beyaz, kolalı, belki ambalajından yeni çıkmış bir gömlek, boynunda şık bir kravat. El çantasına bazı şeyler koyuyordu." "-Maşallah hocam! Pek şık giyinmişsiniz!" "Hafifçe gülümsedi:" "-Eee, belki de savaşa gidiyoruz. Düğüne gider gibi giyinmek lâzım değil mi?" "Ben de güldüm. Tam o sırada masanın üzerinden, beze sarılı, uzunca bir şey aldı, çantaya koydu." "-Bu ne, biliyor musun?" "-Hayır!" "Az evvel çantaya koyduğu şeyi çıkardı, üzerindeki bezi açtı. Elinde uzun bir hançer duruyordu. Kını ve sapı işlemeli, süs ve hâtıra olsun diye bulundurulan cinsten bir hançer. Elimde olmadan sordum:" "-Ne yapacaksınız bunu "-Savaşa silâhsız gidilir mi? Bizim de yanımızda hiç olmazsa bu bulunsun!" ?" "Küçük oğlu Buğra ve evlâtlığı Kâniye de hazır olmuşlardı. Biraz sonra da evden çıkıp cadde tarafına yürüdük. Atsız, çocukları komşulardan birine emanet etti. Herhalde eskiden beri teklifsiz görüşüyor olmalıydılar ki, bu komşu evine tereddütsüz yürümüştü." Daha sonra, gecenin yarısında İstanbul sokaklarında uzun yürüyüşler. Bostancı, Üsküdar iskelesi. Burada diğer arkadaşlarla buluşma. Arkadaşlar arasında Mehmet Eröz de var. Araba vapuru. Saat sabaha karşı 3:30'u bulmuş. Atsız konuşuyor: "-Eğer Ankara'da milliyetçiler, burada ötekiler hâkimse ve bunlar çatışmaya girişmişlerse Türkiye ikiye ayrılmış demektir. O takdirde biz, milliyetçilerin safına katılacağız. Onun için Ankara'ya gitmemiz lâzım gelecek. Şimdi Kabataş'a gidelim. Gerisini orada düşünürüz." Sekiz dokuz kişi. Kabataş'tan Karaköy'e doğru yürüyorlar. Sabahın ışıkları hafiften belirmeye başlıyor. "Bir ihtilâl sabahının alaca karanlığında sokaklara dökülmüş bu insanları bir araya getiren neydi? Savunma içgüdüsü mü, vefa duygusu mu, yoksa bir ülküye gönül vermiş olmanın tabiî akışı mı? Hangisi olursa olsun, ne kadar yalnız, ne kadar çaresizdik. Memleket belki de bir dönüm noktasındaydı. Böyle kritik bir anda, Türk milliyetçiliğinin nice cefalara katlanmış önderi, yanında birkaç gençle İstanbul sokaklarında sabahlamaktaydı... Türklüğe sevdalı, Türklük için her şeyini -canını bile seve seve adamış bu insanlar, kendi vatanlarında niye böyle öksüz ve sahipsizdi?" Fındıklı, Salıpazarı, Tophane, Karaköy Meydanı, köprü, Eminönü, Bahçekapı, Sirkeci. Meriç Muhallebicisi'nde içilen salepler. Sabah gazetelerinin ilk haberi: İhtilâl bastırıldı. “Bize lâzım olan haber buydu. Demek ki artık dağılabilir, işimize veya evimize gidebilirdik. Birkaçımız ayrıldı. Geri kalanlar Cağaloğlu'ndan Beyazıt'a doğru yürümeye başladık... Atsız'la Edebiyat Fakültesi'nin önünde vedalaştık. O, fakültedeki dostlardan birinin boş odasında bir-iki saat uyuduktan sonra kütüphanedeki işinin başına gidecekti. Biz de…..” (Deliorman 2000: 190-194). Sevgi Kafalı'ya sordum. O gece İstanbul sokaklarında Atsız'la birlikte dolaşanlar arasında siz de var mıydınız, diye. "Ben yoktum ama Kafalı vardı." dedi. Demek ki Atsız'ın Edebiyat Fakültesinde birkaç saatini geçireceği oda, o zaman Tarih Bölümü'nde asistan olan Mustafa Kafalı'nın odasıydı.
·
937 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.