Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Uygarlığı övmek istediğimizde koca binalar ya da uygarlığa ilişkin olan zenginliği överiz. Uygarlığın bizi hasta ettiğini unuturuz. Hatta unuttuğumuzu bile unuturuz. Uygarlık kapitalizmle beraber gerçek yüzünü gösterir. Onun gerçek yüzü, savaşlar ve hastalıklardır. Aklın araçsallaştırılıp bir pazar ilişkisine dönüşmesidir. Herkes şikayetçi çünkü herkes hastalanmış. Hastalığının nedenini bile bulmaktan aciz bir uygarlık, tam da kapitalizme yaraşır bir sonucu ortaya koyar. Tüm ilişkiler salt değersiz ilkesizlikler üzerinden şekillenmiştir. Değer yitimi kendisini değer olarak sunar. Birçok insan ilkelerden bahseder,ilkesizliklerine kılıf bulmak için. Tarkovsky’nin Nostalji filminin final sahnesinde delinin Marcus Aurelius’un heykeli üzerine çıkıp aklı uyarması salt bir rastlantı değildi, uygarlığın krizinin sesiydi o ses. Hastalığımızın nedenleri “toksik ilişkiler” gibi basit banal nedenler değil. Başkalarını suçlamak her daim işin kolayına kaçmak olmuştur. Hiçkimse de toksik denilen şeyin hepimizin ortak mirasının sonucu olduğunu bir deli gibi açık yüreklilikle ortaya koymuyor. Herkes şikayet edince ortada şikayet edilecek hiçbir şey kalmıyor. Günah çıkarma seansının ismi de “toksik ilişki” oldu.
·
726 görüntüleme
Eren okurunun profil resmi
Niçin “uygarlık kapitalizmle beraber ‘gerçek’ yüzünü gösterir” ve “onun ‘gerçek yüzü’ savaşlar ve hastalıklar” olsun? Uygarlığımızın tarihsel olarak kapitalizm ile birlikte ilerlemesi onun ne gerçek ne de zorunlu yüzü. Bunu bir özdeşlik ve zorunluluk olarak ele almak bizi primitif bir gerici retoriğe hapseder. Uygarlık tıpkı diğer her şey gibi başka şeyler olma ve onlara dönüşme potansiyelini taşır. Bu potansiyel bugün kapitalizm olarak açığa çıkmıştır ama belki yarın bambaşka bir form kazanır. Bugün savaş ve hastalık yaratmaktadır, ama belki yarın barışın yüzyılı olacaktır. Uygarlığın birtakım arazlarla bu biçim bir özdeşleştirilmesi insanları antinatalist ve/veya nihilist yapar. O zaman da artık hiçbir mecrada konuşmanın yazmanın da bir anlamı kalmaz. Uygarlık değişir dönüşür. Onu biz kendi ellerimizle dönüştürürüz.
Sorel okurunun profil resmi
Uygar insan, pre-kapitalist dönem öncesine dayanır. Kapitalizm ile de gerçek yüzünü gösterir. Eğer uygarlığın gelişimi sınıflararası farkın da göstergesi ise( Kentlerin oluşumu, aletlerin keşfi, yazının bulunuşu ve daha birçok insan keşfi) aynı zamanda kapitalizmle birlikte insanın da ortaya konuluşudur. Sorun salt sınıflararası farktan mı ibaret? Egemen sınıfın bütün tahakküm aygıtları yatay düzlemle belirlenmez, salt egemen tahakküme de bağlanamaz. İnsanın kendisini de bir sorun olarak ortaya koymak gerekir. İnsanın bir özünün olup olmaması sorunu bir yana, insanın varoluşunun özünün arzuya dayanması ve bu arzunun salt eşitlik temeline ya da akıl ile arzunun ölçüsüne dayanmadığını görmek gerekir. Onun vahşi yönü de bitimsiz arzusu da akıl ile olan ölçüsünün eşit bir düzeyde olmamasından ileri gelir. Spinoza’nın deyişiyle, insanı şeytan kandırdı-diyelim- peki şeytanı kim kandırdı? Platon’dan itibaren gördüğümüz şey de budur. İnsan arzusunu ıskalayan, onu küçümseyen bir bakış açısı salt sınıflararası farkla eşitsizliği, hastalığı, savaşı açıklayamaz. Yanılıyor olabilirim ne var ki marxizm de bunu ıskalamıştır. Örneğin insanın gayesinin - tarihsel çizgi ile baktığımızda- özgürlük olduğu sorunu.. İnsan kendinde özgürlüğün telosunu taşımaz. İnsan özgür olmak istiyorsa, tahakküm altında olduğundan dolayıdır. Yine de kolektif bir özgürlük istemi, bireysel arzu çatışmalarını aşamadı. Tarih de bunun göstergesi.
Eren okurunun profil resmi
Öncelikle “İnsanın arzusunun salt eşitlik temeline ya da akıl ile arzusunun ölçüsüne dayanmadığını görmek gerekir”, “insanın vahşi yönü”… Bu ve buna benzer argümanların tümünü kapitalizmi rekabet güdüsüyle açıklayan felsefi sistemler kullanıyor maalesef. “İnsanın vahşi yönü” diyerek -yanlış bir biçimde- doğaya dönüyorlar ve o doğada sanki hiç dayanışmacı örüntüler yokmuş gibi rekabet örnekleri seçiyorlar. Dolayısıyla bu argümanlar hem yanlış/eksik hem de hizmet ettiği ideoloji gerici. İkincisi, arzu ile dürtü arasında bir ayrımı sanırım çağdaş Spinozacılar ya yapmıyor ya da yanlış yapıyor. Kanaatim özetle, arzunun doğal değil toplumsal/ilişkisel olduğudur. Yani yeniden kurgulanabilir. Üçüncüsü, hiçbir toplumsal formasyon insanın doğal bir özü varmış da onu ortaya koyması gerekirmiş gibi ele alınmamalı. Her toplumsal formasyon kendi insanını yaratır ve her biri en az diğerleri kadar gerçektir. “Egemen sınıfın bütün tahakküm aygıtları yatay düzlemde belirlenmez, salt egemen tahakküme de bağlanmaz.” Doğrudur ki materyalist diyalektik bunu dışlamaz. Marx’ın bazı eserlerinde etki yerine belirlenim kavramını kullanması belki yanlıştır belki de stratejik sebeplerledir. İnsanın telosu bambaşka bir konu ama “kolektif özgürlük isteminin bireysel çatışmaları aşamaması ve tarihinin seyrinin bu eğilimle ilerlemesi” bu çatışmaları ve eğilimi ne zorunlu ne de doğal kılar. Bu çatışmaları ve eğilimi doğal ve zorunlu bulup felsefe yapmanın hiçbir anlamı yok. Katkınız için teşekkürler 🙏🏿
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.