Gönderi

Şu çağın en büyük derdi insan. Dostu, sevgilisi, iş arkadaşı, akrabası... Seçebildiklerimiz de seçemediklerimiz de dert olabiliyor. Her şey yolunda gitse, insanlar zaman zaman can sıkıyor. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi soruyorlar, neyin var? Paul Auster cevaplıyor: "Benim bir şeyim yok. Doğru insana rastlamadım, hepsi bu." Yeni bir haftaya girerken doğru insanlar diliyoruz sevgili okur. Doğru dürüst insanlar... Var olun.
Paul Auster
Paul Auster
-
Yükseklik Korkusu
Yükseklik Korkusu
Yükseklik Korkusu
Yükseklik Korkusu
Çevirmen:
İlknur Özdemir
İlknur Özdemir
, Can Yayınları, s.44-46 Kuşkularımın tümünden bir çırpıda sıyrıldığımı söylemek abartı olur, ama tutumumun değişmeye başladığı da yadsınmaz bir gerçekti. Kaçmanın anlamsız olduğunu anlamıştım, hoşlansam da başlanmasam da orada saplanıp kaldığıma göre bana verilenden olabildiğince yararlanmaya karar verdim. Bu kararımın belki de ölümle yüz yüze gelmiş olmamla ilgisi vardı, bilmiyorum, ama hasta yatağımdan çıkıp ayaklarımın üzerinde durur durmaz içimdeki kavgacılığın silinip gitmiş olduğunu gördüm. Yeniden sağlığıma kavuştuğuma öylesine seviniyordum ki, evrendeki toplumdışı kişilerle bir arada yaşamak artık beni rahatsız etmiyordu. Bu insanlar tuhaf, sevimsiz kişilerdi, ama durmadan homurdanmama, kötü davranmama karşın hepsi de bana sevgiyle yaklaşıyorlardı, bunu görmemek için eşek olmam gerekirdi. Belki de onlara alışıyordum. Bir insanın yüzüne uzunca bir süre bakarsanız sonunda kendinize bakar gibi olursunuz. Bütün bunlar bir yana, hayatımın kolaylaştığını sanmayın sakın. İlk başta öncekine göre daha da zorlaştı; daha az kafa tutuyorum diye her zamankine oranla çokbilmişliğimde bir eksilme falan olmamıştı ya da eskisinden daha az kavgacı, daha az işe yaramaz biri olmamıştım. İlkbahar kapıdaydı, iyileştikten bir hafta sonra eli yüzü kir içinde, kuş beyinli, kaba saba bir köylü gibi tarlalarda didiniyor, toprağı sürüyor, tohum bile ekiyordum. Ellerimle çalışmaktan nefret ediyordum, bu işlere elim hiç yatmadığı için o günler benim gözümde kefaret günleriydi; su toplamış eller, kanlı parmaklar ve örselenmiş ayak parmaklarından oluşan, bitmek bilmeyen bir deneyimdi. Dördümüz birlikte yaklaşık bir ay çalıştık, tohumları (mısır, buğday, yulaf, kaba yonca) zamanında ekelim, Siu Ana’nın sebze bahçesindeki toprağı hazırlayalım diye öteki işlerin hepsini askıya aldık, bütün bu ekilenler yaz boyunca karınlarımızı tok tutacaktı. Durup gevezelik edemeyecek kadar çok işimiz vardı, ama artık benim yakınmalarımı dinleyecek insanlar bulmuştum, ne zaman iğneleyici sözlerimden birini ağzımdan salıversem, birinden biri gülüyordu. Hastalığımın öncesi ile sonrası arasındaki büyük fark buradaydı işte. Artık çenem hiç durmuyordu, ne var ki konuşmalarım hastalığımdan önce kötücül ve nankörce olarak yorumlanırken artık şaka olarak, zeki bir küçük maskaranın delişmence sözleri olarak görülüyordu. Yehudi Usta bir öküz gibi çalışıp çabalıyordu, sanki toprakta çalışmak üzere dünyaya gelmiş gibi, üzerine düşen görevleri yerine getirebilmek için didiniyordu. Siu Ana, düzenli, çalışkan, sessizdi; iri poposunu havaya dikip eğiliyor, durmadan çalışıyordu. Siu Ana, avcıların ve savaşçıların ırkından geliyordu, çiftçilik bana ne kadar yabancıysa ona da o kadar yabancıydı. Ben bu işlere hiç uygun değildim, ama Aesop benden de beterdi, onun da tıpkı benim gibi o sıkıcı işlerde vakit harcamak için en ufak bir hevesi olmadığını bilmek içimi ferahlatıyordu. Aesop evde oturup kitaplarını okumak, hayal kurmak ve plan yapmak istiyordu; gidip Usta’ya açık seçik sızlanmıyor, ama benim şakalarımı beğendiğini belli ediyor, kaprislerime kahkahalarla gülüyordu; gülerken arada “amin”e benzer bir ses çıkarırsa taşı gediğine koyduğumu anlıyordum. Ben Aesop’un, hanım evladı, asla kurallara karşı gelmeyen zararsız bir oyunbozan olduğunu düşünmüştüm hep, ama tarladaki kahkahalarını duyduktan sonra onun hakkındaki görüşüm değişti. O çarpık kemiklerde benim düşündüğümden de fazla renk vardı, onca ciddiyetine ve üstünlük taslayan pozlarına karşın o da herhangi bir on beş yaş çocuğu kadar eğlence peşindeydi. Benim yaptığım, ona biraz eğlence yardımında bulunmaktı. Sivri dilim onun hoşuna gidiyor, küstahlığım ve yürekliliğim onu keyiflendiriyordu; zaman geçtikçe onun artık bir baş belası ya da bir rakip olmadığını anladım. Bir dosttu o; o güne dek edindiğim en gerçek dost. Duygusal olmak istemiyorum, ama sözünü ettiğim şey benim çocukluğum, en eski anılanının yorganı; daha sonraki yıllarımda söz etmeye değecek pek bir dostum olmadığı düşünülürse Aesop’la olan dostluğum özellikle belirtilmeye değer. Yehudi Usta kadar o da beni öyle açılardan etkiledi ki kimliğim değişti, hayatımın yönü ve özü değişti. Demek istediğim yalnızca ön yargılarımın ya da bir insanın teninin renginin arkasında ne olduğunu asla düşünmemek konusundaki o eski inanışımın değişmesi değil, aramızda oluşan dostluk, Aesop’la aramızda gelişen bağ. Aesop benim can yoldaşım oldu, tekdüze bir gökyüzü altındaki denizde tutunduğum çıpa oldu, eğer Aesop beni desteklemek üzere orada bulunmasaydı, sonraki on iki ya da on dört ay boyunca çekeceğim işkencelere katlanmak için gereken yürekliliği asla bulamazdım. Usta, odamın karanlığında ağlamıştı, ama ben iyileşir iyileşmez bir köle tacirine dönmüş, hiçbir insanın katlanmaması gereken acılar çektirmişti bana. Şimdi durup geriye, o günlere baktığımda, nasıl olup da ölmediğime, yaşadığıma ve burada durup bunları anlattığıma şaşıyorum.
··
120 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.