Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

·
Puan vermedi
Okuma öncesi ön hazırlıklara dair....
Homeros'un iki dev eserinden biri. Elbette pek çoğumuzun okuma listelerinde ve kitaplıklarımızdaki yerleri doldurulmayı bekliyor, belki mevcut ve hacimli sayfalara dalmak için biz uygun bir zaman bekliyoruz. Böyle büyük eserler hakkında inceleme yazabilmek dahi büyük maharet ister ve benim kesinlikle böyle bir niyetim/iddiam yok. Sadece okuma öncesi ön hazırlıklarım sırasında karşılaştığım bir şey var ki paylaşmadan edemedim. Yazarın her iki eserinin de hangi baskısını ve hangi tercümeden okusam diye düşünürken iş bankası ve can yayınlarında Azra Erhat ve A. Kadir'in eski yunanca aslından çevirisinin mevcut olduğunu görüyorum. Bu sırada Odysseia'nın 1963 yılı Varlık Yayınları baskısına rastlıyorum, çeviri Ahmet Cevat Emre. Her ne kadar eski yunanca aslından yapılmamış olsa da oldukça nitelikli bir tercüme olacak ki Türk Dil Kurumu için 1941 yılında iki cilt olarak titizlikle hazırlanmış ilk baskı. Lafı çok fazla dolandırmadan konuya geleyim, Varlık yayınları baskısında Odysseia için üstad Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Ahmet Cevat Emre'nin iki ayrı önsözü mevcut. Ve yeni baskılarda Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun 1957 yılında ilk baskı -ki Odysseia'nın ilk Türkçe baskısıdır- için hazırlamış olduğu önsözünü ne yazık ki göremediğimizi fark ediyorum. İşte bu "okuma öncesi ön hazırlık" serüveninin de ganimeti bu olsun diyelim o zaman. Yeni baskılarda mevcut olmadığı için yazımın devamında Yakup Kadri'nin önsözünü herkesle -daha ulaşılabilir olması için- düzenleyerek paylaşmak istedim. İyi okumalar dilerim.... Not: Azra Erhat ve A. Kadir'in eski yunanca aslından çevirisiyle, yani İş bankası yahut Can yayınlarından -önce İlyada sonra da Odysseia olmak üzere- okunması belki daha anlamlı olacak... " Ondokuzuncu asrın sonlarına kadar hemen bütün garp edebiyatçılarının, şairlerinin, âlimlerinin ve sanatkârlarının yüreğindeki Greko-Lâtin medeniyeti aşkı, âdeta dinî bir vecd mahiyetini haizdi. Bunlar için, medeniyetin doğup inkişaf ettiği yerlerin ziyareti, tam mânasiyle bir hac ve tavaf şeklini alırdı ve bir eski Yunan mermerini okşamak veya bir eski Lâtin metninin sahifelerini gözden geçirmek bir sevap telâkki edilirdi. Masasının üstünde ya bir Tanrıça ayağının kırıntısına veya yıpranmış bir papirüs parçasına malik olmıyan herhangi bir entellektüel kendini dünyanın en bedbaht adamı sanırdı. Büyük İngiliz şairi Byron'un Yunan İstiklâl Harbine nasıl yeni bir Kızıl Salip seferine katılır gibi iştirak ettiğini ve o devirde herhangi bir kötü Makedonya köyünden farkı olmıyan Atina'da ne derin bir saadet ve hayranlık içinde vakit geçirdiğini biliriz. Kilise kaçkını râhip Renan'ın da, hıristiyanlıktan irtidadına rağmen sevmekte devam ettiği Meryem'in oğlunu, hem de bir Kudüs dönüşünde uğrayıp murakabeye daldığı Akropol mabedinin yıkıntıları arasında, son defa olarak Pallas Athena'ya nasıl kurban ettiğini pek iyi hatırlarız. Bütün hakikatleri ve bütün dinleri vâhî bulan bu adam, o zaman, «Akropol'de Dua» diye yazdığı en güzel nesrinde, Atina'nın bu akıl ve zekâ tanrıçasına şu sözlerle hitap etmişti: «Yegâne doğru, yegâne hakîm, yegâne bâki olan sensin!» Fransa'nın en son klâsik tezhipli sembolist şairlerinden biri de Roma'ya ilk seyahatini şu mısralarla anlatmağa başlar: «Bu akşam, size ebedî şehirden yazıyorum... Tabanlarım onun kahraman tozlarına değiniştir, hey, Roma! — Bu kelimeyi yazarken elimdeki kalem titriyor.» Tıpkı bunun gibi, ben de, Homeros'un güzel dilimize bu ilk tercümesi için şu satırları yazarken kalemim elimde titremektedir. Kendimi «Güzellik» denilen yegâne hakikatin, yegâne hikmetin tâ ilk kaynağı başında hissediyorum ve bu tanrısal pınarın bütün tazeliği, bütün serinliği vücudümü kaplamışçasına ürpermeler içinde kalıyorum. Gerçi, Homeros'un mucizesi —yunancadan başka bir dille —bana ilk defa ayan olmuş değildir. İliada ile Odise'nin muhtelif fransızca tercümelerini gaşyolarak okuduğum ve hattâ bunları türkçemize çevirmeğe kalkıştığım devirleri, —takvim ölçüsünde çok uzak olmakla beraber— yâd ve tahattur bakımından hâlâ yaşamaktayım. Fakat, hemen itiraf edeyim ki, Odise'nin Türkçe müsveddelerini gözden geçirirken bu eski Homeros hayranlığı bende yalnız yeni bir inkişafa mazhar olmadı, fakat Homeros'u anlayış ve duyuş tarzım da adetâ bir nevi imtihana, bir nevi revision'a uğradı. Ana dilimin kanalından bu pınarın suları benim ruhuma daha süzülü, daha özlü akmağa başladı. Neden? Bunun sebebini izah benim için epeyce güç olacaktır. Bu hususta, belki bir sürü filolojik kıyaslar, etnik araştırmalar yapmak ve bir takım tarihî etütlere girişmek lâzım gelecektir. Buna ise, ne böyle kısa bir mukaddimenin çerçevesi, ne ihtisasım, ne de bilgim müsaittir. Yalnız, kendimi, yapmaktan alamıyacağım bir müşahede var ki, o da, Arap ve Fars kültürüne mukaddem olan eski türkçenin veya bu kültürün dışında kalmış destan ve masal lehçemizin homerik beyan tarzına hemen diğer bütün yabancı dillerden çok daha yakın, çok daha uygun ve akraba oluşudur. Nitekim, bundan yirmi beş yıl evvel Odise'yi Leconte de Lisle'in tercümesinden dilimize çevirmeğe teşebbüs ettiğim esnada, ben de, âdeta insiyaki diyebileceğim bir saikle, hep bu arkaik türkçeden istiane etmek ihtiyacını duymuştum. O vakit, tamamlamağa bir türlü muvaffak olamadığım bu tercüme teşebbüsünü, şimdi derin bir memnuniyetle görüyorum ki Ahmet Cevat Emre, büyük bir muvaffakiyetle ve daha ilmî bir metotla başarmış bulunuyor. Zira, Ahmet Cevat Emre, yalnız Leconte de Lisle veya Victor Berard gibi belli başlı bir iki mutavassıt mütercimin metinleriyle iktifa etmeyip bunlardan daha eski birtakım kaynaklara başvurarak ve hattâ doğrudan doğruya Yunanca metnin ruhunu ve şekillerini tetkik ederek meydana getirmiştir. Bununla beraber, iddia edilemez ki, bu ilk Türkçe Odise tercümesi tamam bir mükemmeliyettedir ve yahut şimdiye kadar başka dillere yapılmış olan tercümelerin en sadakatlisidir. Ahmet Cevat Emre eserinin başına koyduğu uzun, sarih ve samimî bir mukaddemede antik dillerden modern dillere çevirme keyfiyetinin ne kadar güç ve nankör bir iş olduğunu, ezcümle Homeros'un bir strofundaki mazmunun üç Fransız mütercimi tarafından nasıl birbirini tutmaz şekillerde örselendiğini bize gayet bâriz misallerle göstermek suretiyle, ispat etmiştir. Bu misalleri ele alarak o üç Fransız müterciminin eski Yunancadaki bilgisizliklerine veya fransızcadaki edebî kabiliyetsizliklerine hükmetmiyelim. Dil denilen şey, canlı ve binaenaleyh daima değişen, daima tekâmül veya inhitat halinde olan organizma'dır ve bunun kendi devri, kendi muhiti, kendi mensup olduğu tabiî ve sosyal iklim ile derin bir münasebeti vardır. Şu halde bir mütercimin çevirmek istediği herhangi bir yabancı dili, yalnız lügat, nahiv ve sarf bakımından bilmesi kifayet etmeyip aynı zamanda o dilin yaşadığı devre, muhite ve iklime âşinâ olması da lâzım gelir. Bu ise, uzun, çetin ve sabırlı bir initation'a mütevakkıftır. Dini, kültürü, örf ve âdetleri bize tamamiyle yabancı bir milletin yaşama, hissetme ve düşünme şartlarını benimsemek, bunları kendimize mal etmek kolay bir iş değildir ve bu iş, Homeros gibi bizden iki bin küsur sene evvel yaşamış olduğu rivayet edilen âdetâ mitik bir şairin sözlerini bize sadakatle nakletmek keyfiyetine dayanınca büsbütün çetinleşir. Kaldı ki, bu şair kendi dehasının damgasını taşıyan her iki destanı, İliada ile Odise'yi doğrudan doğruya kendisi telif etmiş değil, halk dilinde dolaşan destan ve masallardan meydana getirmiştir. O, —meselâ— bize «Ak kollu Hera», «Gökgözlü Athena», «Gülparmaklı Şafak» veya «Hasatsız Deniz» derken bilelim ki şahsî karihasından bir teşbih ve istiare yaratmıyor, halk lehçesinde, kendisinden çok evvel, klişeleşmiş tabirleri tekrar ediyor. İmdi, prehomerik Yunan halkının bu sanat ve tabirlerden ne kastettiğini, bu metaphor'larla ne söylemek istediğini, yalnız kelimelerin lügat manasiyle keşfedebilmemize hemen hemen imkân yoktur. Zira, Yunan mitolojisini ne kadar yakından tetkik etmiş olursak olalım, bunun mistiğini ve cezbesini bir eski Paiyen gibi tâ içimizde duyup anlamadıkça şuur ve idrakimize mal etmeğe muvaffak olamayız. Bunun içindir ki, antik metinlerin gerek doğrudan doğruya, gerek bilvasıta tercümesi cehtinde bize rehberlik ve mürşitlik edecek şey, ilim kadar ve belki ilimden ziyade «aşk» olmalıdır. Bir Yunan şairinin veya bir Lâtin müellifinin atmosferine ancak böyle bir aşkın verdiği intuition'la hulûl edebiliriz. Onların derunî ahengini, tavır ve edalarındaki hususiyetleri ancak bu sayede sezip anlamamız kabil olur. Bu mertebeye erdikten sonra, kendimizi artık yapmak istediğimiz tercümenin en mühim kısmında muvaffak olmuş sayabiliriz. Zira, o şair veya müellifi tâ ruhundan kavramış, sesinin bestesini zaptetmişizdir. Eski Yunan ve Lâtin şairlerinin Fransız mütercimleri arasında, yalnız Leconte de Lisle'dir ki bu intuitif ve evocateur tercüme usulünü kullanmıştır. Daha doğrusu bu usulü ilk ve son defa tatbik edenlerden biri olmuştur. Leconte de Lisle'in bu cüretli hareketi devrinin birçok grekçe ve lâtince âlimleri tarafından şiddetle tenkit ve takbih edilmiş olduğunu bilmekle beraber, hemen itiraf edeyim ki, grekçe ve lâtincenin lügat ve nahiv bilgisi bakımından en âlimane tercümelerinden ziyade, bana, tâ Homeros'tan Horatius'a kadar bütün antik güzelliklerin zevkini ve çeşnisini veren Leconte de Lisle'in şairane tercümeleri olmuştur. Leconte de Lisle bu tercümelerinde muasırlarının hiddet ve tezyifini en ziyade kendi dilinin gramer ve lügat kaidelerine karşı gösterdiği mübalâtsızlıklarla celbetmişti. Filvaki kendi dilinde en kusursuz ve en düzgün mısraları yazmış olmakla maruf bu parnasyen şair Yunan ve Lâtin şairlerinin eserlerini fransızcaya en egzotik, en indî bir nesirle çevirmiştir. Lâkin, o, bunu bilerek ve isteyerek böyle yapmıştır. Zira, şair-mütercimin bu tercümelerde takip ettiği gaye, yunanca ve lâtinceyi fransızcalaştırmak değil, bilâkis, Fransızcayı yunancalaştırıp lâtinceleştirmekti, yani bu dillerin sentaksını kendi dilinin sentaksına hâkim kılarak, Fransız kariine bunların edasını ve fonetiğini mümkün mertebe bulandırmadan tattırmaktı. Gene bu endişe iledir ki, Lecont de Lisle, ilk defa olarak Fransız mütercimlerinin kötü bir an'anesini kırıp Tanrılara, kişilere veya yerlere alem olan öz adları Fransız fonetiğine göre değiştirmekten vazgeçerek, onların asıllarındaki şekil ve âhenklere sadık kalmıştır. Meselâ Olympos yerine Olympe, Zeus yerine Jüpiter; Akhilleus yerine Achille, Telemakhos yerine Telemaque dememiştir. Bu cümleden olarak, gerek destan, gerek tragediya kahramanlarını Fransızların salon terbiyesine göre konuşturmak, «hatun!» veya «kadın!» hitaplarını «Madame!»a çevirmek ve bütün sen'leri, siz yapmak gülünçlüğüne düşmemiştir. Herkesçe malûm olduğu üzere, eskilerin, tabiata çok yakın bir yaşayışları vardı. Sadelik, basitlik ve yarı çıplaklık o zamanki hayat ve muaşeret üslûbunun belli başlı bir vasfı idi. Kaldı ki, Homeros'un bize tasvir ettiği Grek âlemi, cemiyet strüktürü itibariyle, patriyarkal kabilelerden müteşekkil bulunuyordu. Odysseia'da adı geçen krallar bu kabilelerin reislerinden başka bir şey değildirler ve bunların ikamet ettikleri büyük evlerin birer feodal kaleden farkı yoktu. Tarihî kültür noksanları yüzünden eski Grek dünyasının bu sosyal hususiyetlerini anlamamış bulunan XVI'ncı, XVII'nci asırların garplı mütercimleri bu konakları kendi yaşadıkları devrin sarayları ve bu kabile reislerini kendi gördükleri krallarla karıştırarak onları Greklerin hiç bilmedikleri bir sürü erkân, merasim, tekellüf ve şatafat yükü altında tanılmaz bir hale sokmuşlardır ve ne yazık ki, ilmî, tarihî araştırmalar metodunun evvel zamana dair bir çok hakikatleri meydana koymuş olmasına rağmen muasır tercümecilerin ekserisi bu acayip adaptation çığırından bir türlü yakalarını sıyıramıyorlar. Ahmet Cevat Emre'nin kendini bu ananeye «yani antik eserleri modern zevke, modern hayat şartlarına adapte etmek usulüne» kaptırmamış olmasını da ayrı bir muvaffakiyet saymalıyız. Ahmet Cevat Emre'nin bu güzel ve hayırlı teşebbüsünü yalnız bir noktada eksik buluyorum. Muhterem mütercim, Türk okurlarına Odise'yi Iliada'dan evvel tanıtmağa kalkışmıştır. Fakat herkesçe bilindiği gibi Odise, Iliada'nın bir zeylidir ve bu iki eserin birincisini okumadan ikincisini anlamak epeyce müşkül olacağı mülâhazasındayım. Odise'de sık sık adları geçen birçok kahramanları ancak Iliada'da tanıyabileceğimiz gibi Odysseus'un temsilî şahsiyetinin en bâriz tecellisi de gene bize bu destanda ayan olacak ve onun neden bir türlü memleketine dönemediğini, ne sebeple Tanrıların gazabına uğradığını ve onu niçin yalnız Athena'nın koruduğunu ancak Iliada'nın son rapsodilerinden öğrenecektik. Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU"
Odysseia
OdysseiaHomeros · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 20185,4bin okunma
·
112 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.