Gönderi

TÜRKÇÜLÜK DÜŞÜNCESİNİN MİSTİK ÖNDERİ (ATSIZ'IN FİKİRLERİ) ATSIZ'DA ÜLKÜ / MEFKÛRE: Atsız'ın ülkü ile ilgili en açık tanım ve izahları, 31 Ekim 1947'de, Kızılelma dergisinin 1. sayısında yayımladığı "Kızılelma” başlıklı makalesinin ilk paragraflarındadır. Ülküyü şöyle anlatıyor: "Bir milletin yürütücü kuvvetine 'ülkü' denir. Toplumlardaki kişileri birbirine bağlayan nesne, sadece kök birliği, çıkar ve ihtiyaç değil, bunlarla birlikte ve aynı zamanda ülküdür." "Ülküsüz topluluk yerinde sayan, ülkülü topluluk yürüyen bir yığındır. Sözlük anlamı 'and' ve 'uzak hedef' demek olan 'ülkü', topluluğu aynı yolda yürüten bir kuvvettir ki, bu uğurda insanlar birbirlerine karşı içten sözleşmiş gibidirler." "Ülkü, ilk önce, insanların gönüllerinde, gönüllerinin derinliğinde, şuuraltlarında, hayallerinde doğar ve kendini önce destanlarda gösterir. Sonra şuura geçer, büyük kılavuzlar tarafından açıklanır. Daha sonra da büyük kahramanlar, onu gerçekleştirmek için büyük hamleler yapar. Bu hamle sırasında da ülkülü millet, kahramanların ardından gönül isteği ile koşar. Bütün bu uğraşmalar arasında da millet yürür; önce mânen, sonra maddeten ilerler, olgunlaşır, erginleşir." (Atsız 1966: 8). Atsız'ın ülkü için, "ilk önce insanların gönüllerinde, gönüllerinin derinliğinde, şuuraltlarında, hayallerinde doğar” demesi boşuna değildir. Çünkü Atsız'a göre ülkü, âdeta mistik bir kavramdır ve Atsız'ın mistik tarafını da en açık bir şekilde onun ülkü anlayışında buluruz. Ülkü, din uğrunda ölmek gibi bir şeydir; insanlara tatlı bir heyecan veren, onları mutasavvıflar gibi Tanrı'ya yaklaştıran manevi bir duygu ve düşüncedir. Uzun vadeli, ancak kanla ve çetin savaşlarla ulaşılabilen uzak, biraz da müphem ve esrarlı bir hedeftir. Çeşitli tarihlerde yazdığı yazılardan seçtiğimiz birkaç alıntıda onun ülkü anlayışını görebiliriz: "Mefkûre ; asırlara bakan, içinde doğduğu milleti ruhlandıran ve onları tek kalıp haline getiren, biraz da müphem ve esrarlı bir şeydir." (Atsız Mecmua 14, 15 Haziran 1932). Atsız Mecmua'da "mefkûre" kelimesini kullanan Atsız, 1934 yılından itibaren daima "ülkü" kelimesini kullanacaktır. "Ülküler daima asırlara bakan, mensup bulunduğu milletin gönlünü heyecanla çarptıran; kan, demir, ateş ve savaş istiyen; pek büyük fedakârlık ve kahramanlıklarla elde edilen, biraz da hayal karışık düşüncelerdir." (Orhun 8, 23 Haziran 1934). "Ülkü biraz hayal ile karışık, uzak, güç bir hedeftir. Ülkü, o ülkü ile tutuşmuş milletin fertlerini heyecan içinde yaşatan kutlu ve tatlı düşüncedir. Ülküler kanla beslenir. Bir millet ülküsüne varmak için ırmaklar gibi kan akıtır. Ülkülere kanla, kılıçla, dövüşle, millî kinle varılır. Ülkü çelik yürekler, demir bilekler, sarsılmaz iradeler, yüksek ahlâklar ister. Ülkü bir dindir. Kahramanlar ve şehitler ister... Ülküler hiçbir kayıtla, hiçbir siyasî ve insanî düşünce ile sınırlandırılamaz." (Orhun 14, 1 Şubat 1944). "Ülküler hakikatle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne bakarak yarını arıyan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir." (Orkun 1, 6 Ekim 1950). "Türkçülük din gibi derin, tasavvuf gibi mistik bir sistemdir. Ondaki ihtişamı ve bu uğurda ölmekteki ululuğu ancak ruhunda istidat olanlar bilir." (Orkun 68, 18 Ocak 1952: 7). "Nasıl, insanların fizik ve fizyolojik hayatları yanında bir de ruhî-dinî hayatları varsa, milletlerin de ülkü denen bir manevî hayatları bulunmaktadır. Ülküler millet fertlerini birbirine bağlayan tutkaldır." (Millî Yol 34, 21 Eylül 1962). "Ülkücü ilkelerin uygulanması güçtür. Bunlar her aklın kolaylıkla kabul edemeyeceği kadar parlak ve heybetli düşüncelerdir. Uzun vâdelidirler ve sonsuz fedakârlık, kan ve can vergisi isteyen nesnelerdir. Fakat milletlerin gönlünü sevinç ve heyecanla dolduran yürütücü kuvvetlerdir. Tarihin en büyük kahramanlıkları ve fedakârlıkları bunlar uğrunda yapılmıştır. Çetin çarpışmalar isteyen ülküler, çetin savaşçılar yetiştirmek bakımından da olağanüstü ortamlardır. Ülkücü ilkeler, uğrunda çarpışan insanları yükseltip Tanrı'ya yaklaştıran ilkelerdir." (Ötüken 21, 24 Eylül 1965). "İnsanları insan yapan, öteki canlılardan ayıran tek şey ülküdür. İnsan, ülkü için ölebilen yaratıktır. Hiçbir hayvan ülkü için ölmez. Çünkü ülküsü yoktur." (Ötüken 136, Nisan 1975). "Asırlara bakan, müphem, esrarlı, hayal ile karışık, manevi, uğrunda ölünen, kan ve can vergisi isteyen, insanları yükseltip Tanrı'ya yaklaştıran..." Bütün bu nitelemeler ülkünün, Atsız tarafından âdeta bir din gibi, mistik bir öğreti gibi algılandığını ve hatta hissedildiğini gösterir. "Ülkü bir dindir." cümlesi bu konuda hiçbir tereddüde yer bırakmaz. Elbette Atsız Türkçülük ülküsünü bir din olarak ortaya koymamıştır. Eğer öyle bir düşüncesi olsaydı bu dinin kutsal kitabını da yazmaya teşebbüs etmekten çekinmezdi. “Ülkü bir dindir." cümlesi Atsız'ın üslubunun bir yansımasıdır. Ülkü, mademki uğrunda ölünecek kahramanlar istiyor, şehitler isitiyor, öyleyse ona "din" demekte Atsız, beis görmüyor. "Din gibidir." diyebilirdi elbette ama bu Atsız'ın üslubudur; "gibileri, sankileri" sevmeyen dümdüz bir üslup. Fakat bütün bu “hayal, manevî, Tanrı'ya yaklaştıran” nitelemelerine rağmen Atsız'ın bu mistik ülkü anlayışı, hakikatten, tabiattan, hayatın içinden doğar. Ülkü, hayatın, biyolojinin ve tabiatın gereğidir: "Hayat için savaş' kaidesince yeryüzünde her soyun arzusu kendi cinsini dünyaya yaymaktır. Buna hiçbir soyun muvaffak olamaması aynı arzuda olan başka soyların mukavemetine maruz kalmasıdır. Yeryüzünün insan soyları olan milletler de aynı arzu ile asırlardır çarpışıyorlar... Bütün insanların kardeş olması, ihtirasın, kavganın kalkması tabiata muhaliftir... Hayat bir ileriye doğru atılıştır. Atılamıyan, yerinde sayan geriliyor demektir. Ve geriliyenler ise ölüme mahkûmdur. Tabiatın kanunlarına uymıyan yalancı prensipler nasıl olsa sukut edecektir." (Atsız Mecmua 14, 15 Haziran 1932). Aynı düşünceleri Atsız “Ülküler Taarruzîdir" yazısında da dile getirir: "Biyoloji bakımından canlıların, yani hayvanlarla nebatların gayesi kendi soyunun bütün dünyayı bürümesidir. Hiçbir hayvan veya ot cinsi dünyayı kaplıyamıyorsa bunun sebebi aynı gayeyi güden başka cinslerin mukavemetine maruz kalmasıdır. Cinslerin aynı gaye için yaptıkları bu tesir ve maruz kaldıkları aksi tesirden 'hayat kavgası' doğuyor. Bu arada zayıflar eziliyor, azalıyor; kuvvetliler yayılıp çoğalıyor; bazı soylar ise büsbütün yer yüzünden kalkıyor." "Milletler arasında da aynı kanun hüküm sürer. Millet, âdeta gayrışuurî olarak dünyaya yayılıp hâkim olmak ister. Fakat yayılırken başka milletlerin mukavemetine çarpar. Böylelikle aralarında savaş başlar. Sonunda güçlüler kazanır. İnsan toplulukları yani milletler, yüksek bir şuur mertebesine eriştikleri için bunlar arasındaki hayat kavgası yalnız tabiatın kanunları içinde cereyan etmekle kalmaz. Buna insan şuurunun sistemi ve metodu da eklenir. Bundan da millî ülküler doğar. Demek ki millî ülkü, milletin tahteşşuurunda bulunan yayılıp hâkim olma sevkitabiîsinin başkanlar ve kılavuzlar tarafından şuurlandırılıp sistemlendirilmiş şeklidir.” (Orhun 14, 1 Şubat 1944). Görüldüğü gibi Atsız tabiattaki ayıklanma (doğal seçilim / istifa) olgusunu kabul etmekte ve buna "hayat kavgası" adını vermektedir. "Tesir" ve "aksi tesir" terimleri de "diyalektik" kavramını çağrıştırıyor. Atsız hayat kavgasını tabiatın kanunu kabul ediyor ve her "tür”ün yayılmak istemesini bu kanunla açıklıyor. Böyle bir tabiat kanunundan, böyle bir biyolojik gerçeklikten "dine benzer, manevi, mistik" bir ülkü çıkarmak ilk bakışta çelişkili görülebilir. Aslında “çelişki”yi ortadan kaldıran görüş, yukarıdaki ifadelerde vardır: “İnsan toplulukları yani milletler, yüksek bir şuur mertebesine eriştikleri için bunlar arasındaki hayat kavgası yalnız tabiatın kanunları içinde cereyan etmekle kalmaz. Buna insan şuurunun sistemi ve metodu da eklenir. Bundan da millî ülküler doğar." Milletlerin şuur altında bulunan yayılıp hâkim olma içgüdüsü, önderler tarafından şuur üstüne çıkarılıp sistemleştirilir ve böylece millî ülkü ortaya çıkar. İşte insanlardaki bu yüksek şuur mertebesidir ki onları, hayvan ve ot gibi diğer canlılardan ayırır. Hayvanların şuuru olmadığı için ülküsü de olamaz. "İnsan, ülkü için ölebilen yaratıktır. Hiçbir hayvan ülkü için ölmez. Çünkü ülküsü yoktur." Ülküyü, insan ile hayvanı birbirinden ayıran başlıca özellik olarak kabul eden Atsız'ın bu düşünceden hareketle "manevi" bir kavrama ulaştığını görüyoruz. İnsan, hayvandan farklıdır. Hayvan, şuuru olmadığı için sadece "madde" den ibarettir; insan ise "şuur" sahibi olması dolayısıyla aynı zamanda "manevi" bir varlıktır. Manevi varlık olmanın gereği de bir “ülkü"ye sahip bulunmaktır: "Şahsî menfaata ehemmiyet vermeyen, toplumun iyiliğini isteyen her düşünce insanîdir. Bu insanî düşünce, toplumun maddi kazançlarıyla yetinmeyip manevî kazanç davası da güderse o zaman 'ülkü' olur. Ülküler, birer büyüklük dâvasıdır." (Orkun 21, Ekim 1963). Manevi bir kavram kabul ettiği ülküyü Atsız, bir başka bakımdan da tabiata, yaratılışa bağlar. Bütün varlıkların bir misyonu, görevi vardır. İslami terimle söylemek gerekirse evrendeki her varlığın bir "hikmet'i vardır. Yani bu da bir tabiat, bir yaratılış kanunudur. Atsız şöyle der: "Ülkücülük karşılıksız bir fedakârlık ve hizmet duygusudur... Mademki dünyaya geldik, bir görev yapmalıyız ve bu görev insanlara yakışır bir görev olmalıdır diyoruz. Çünkü biz dünyaya hayvanlar gibi yalnız eğlenmeye değil, bir vazife yapmak için geldiğimize inanıyoruz." (Ötüken 64, Nisan 1969:5). Evet, tabiatın kanunu olan, "bir şey için yaratılmış olmak” (misyon /hikmet), elbette insanlar için de söz konusudur. Ancak insanların “gōrev"i, hayvanlar gibi olamaz; "insanlara yakışır bir görev" olmalıdır; bu da "karşılıksız bir fedakârlık ve hizmet duygusu" olan “ülkücülüktür. “Büyüklük Ülküsü” başlıklı yazısında (Orkun 21, Ekim 1963) Atsız, ülkünün şahsi değil, toplumun iyiliğini isteyen bir düşünce olduğunu belirtiyor. İnsani bir düşünce, "toplumun maddi kazançlarıyla yetinmeyip manevî kazanç dâvası da güderse o zaman ‘ülkü' olur." Demek ki ülkü, “fert”in çıkarı, yükselmesi için olamaz; ancak "toplum”un yükselmesi için olabilir. Öyleyse bu "toplum” hangi toplumdur? Bir aşiret mi, boy mu, sınıf mı, millet mi, ümmet mi, bütün insanlık mı? İşte burada Atsız'ın, insanlık tarihinden doğan tercihi ortaya çıkar. Tarih milletler mücadelesinden ibarettir. "İnsan olgunlaşmasının toplum hayatındaki son durağı ‘milleť ve 'devlet'tir. 'Millet', bağımsız yurdu olan teşkilâtlı bir topluluktur. Asırların kuvvetli fikir akımı olan milliyetçilik bu kelimeden çıkar.” (Ötüken 61, Ocak 1969: 3). Mademki tarih milletler mücadelesidir, o hâlde ülkü de “millet” adı verilen toplum birimi için söz konusudur. Türklerin ülküsü de ancak Türk milleti için bir ülkü olabilir. İşte bu ülkünün adı Türk milliyetçiliği, kısaca Türkçülüktür.
62 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.