Gönderi

BİR ZAMAN YOLCUSU: SELİM PUSAT (RUH ADAM ROMANI) Ruh Adam, Atsız'ın tarihî romanlarına göre hayli değişiktir; bir tür post modern romandır. Bu sebeple romanı incelerken biz de farklı bir yol izlemeyi tercih ettik. Selim Pusat'ın ve Romanın Hikâyesi: Selim Pusat adını ilk defa 08 Haziran 1951 tarihinde, Orkun dergisinin 36. sayısında görüyoruz. Derginin 6. sayfasında "Asıl Mes'ele" başlıklı makalenin yazarı olarak. Makale, ABD'nin atom sırlarının Rusya tarafından ele geçirilmesiyle başlamakta, Rusların geniş casusluk teşkilatına vurgu yapmaktadır. Hatta Rusların da “kendi ellerinde bulunan Alman atom âlimlerinin gayretiyle ergeç" atom bombası yapacakları kehanetinde bulunmaktadır. Daha sonra, Demokrat Parti iktidarının komünizmle mücadelede ikinci, üçüncü kademedekilerle uğraşıp elebaşılara ulaşmaması eleştirilmektedir. Yazıdaki şu cümle yıllar sonra bir roman kahramanı olarak ortaya çıkacak olan Selim Pusat ın düşüncelerini daha o tarihte ele vermektedir: "İki taraf çarpışacağı zaman en makûl yol askerî düşünce ile hareket etmektir." Fakat kimdir bu Selim Pusat? O güne kadarki Türkçü neşriyatta böyle bir isme hiç rastlanmamıştır. Böyle üslup sahibi, ülke meselelerinden haberdar, yetkin bir yazarı, dergiyi çıkaranlar bugüne kadar niye tanımamışlardır? Muvazzaf veya emekli bir asker midir acaba? İşte Selim Pusat'tan ikinci yazı da gelmiştir. 15 Haziran 1951 tarihli Orkun'un 37. sayısındaki yazı "Askerî Düşünce Siyasi Düşünce” başlığını taşımaktadır. Yazı bütünüyle askerî harekâtlarla ilgilidir. Evet, Selim Pusat bir asker olmalıdır. Muvazzaf veya emekli. Fakat mutlaka bir asker. Derginin yöneticileri bu yetkin makaleyi de ilk yazılar arasına, 5. sayfaya koymuşlardır; fakat merak içindedirler. Derginin sahibi ve neşriyat müdürü İsmet Tümtürk orta sayfaya küçük bir duyuru yazar. "Selim Pusat B. Bizimle lütfen ya şahsan temasa geçin, yahut ta adresinizi bildiriniz.” Dikdörtgen içinde yer alan bu duyuruda bir imza yok; fakat belli ki Tümtürk tarafından oraya konulmuş. Meçhul yazarı tanımak istiyor. 20 Temmuz 1951. Orkun'un 42. sayısı. Selim Pusat'ın makalesi bu defa başyazıdır: "Devlet' Adındaki ‘Harâmî Ocakları' ile Siyasî Bağlanı Muhafaza Etmek Faydasızdır". "Harami Ocakları"ndan Rusya ve peykleri kastedilmekte ve onlarla siyasi ilişkilerin kesilmesi teklif edilmektedir. Ancak önemli olan yazının muhtevası değil dergide ilk yazı olarak yer almasıdır. Demek ki duyurudaki talebe icabet edilmiş ve 15 Haziran ile 20 Temmuz arasında Selim Pusat, İsmet Tümtürk'e uğrayarak kendisini tanıtmıştır. Daha doğrusu Tümtürk, yazıhanesine gelerek “Ben Selim Pusat" diye elini uzatan Atsız'ı görünce şaşırmıştır. 195 Hususi hayatında çok esprili olduğunu bildiğimiz Atsız'ın muzipliklerinden biridir bu. Selim Pusat imzası ona aittir. Nitekim aynı derginin 03 Ağustos 1951 tarihli 44. sayısında, "Atsız” imzasıyla ve “Bu şiir, Atsız'ın intişar etmemiş bir romanından alınmıştır." notuyla "Geri Gelen Mektup" şiiri yayımlanmıştır: Ruhun mu ateş, yoksa gözler mi alevden? Bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu? Pervane olan kendini gizler mi alevden; Sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu... Şiirde başlık yoktur. Daha sonra Yolların Sonu'ndaki şiirler arasına girince "Geri Gelen Mektup" adını alacaktır. Ama önemli olan şiirin başlıklı veya başlıksız oluşu değildir. İlk yayınından 21 yıl sonra bu şiir Ruh Adam romanının sonlarında, roman kahramanı Selim Pusat'ın genç sevgilisi Güntülü'ye yazdığı mektup olarak karşımıza çıkacaktır.¹⁹ 21 yıl sonra. Dergide şiiri yazan Atsız. Romanda şiirin şairi Selim Pusat. Ve 08 Haziran 1951 tarihinden beri Atsız, seyrek de olsa Selim Pusat takma adını da kullanmaktadır. Nitekim Temmuz 1959'da Büyük Doğu dergisinde tefrika ettiği Z Vitamini adlı hiciv romanında da Selim Pusat adını kullanmıştır. Bu küçük roman da sonradan Atsız adıyla çıkmıştır. O hâlde Ruh Adam'ın kahramanı Selim Pusat kesin olarak Atsız'dır. Elbette roman kahramanı Selim Pusat'ın yaptıkları ve düşündükleri Atsız'la birebir aynı olamaz. Ama karakter ve fikir yapısı olarak Atsız ile Selim Pusat tam tamına örtüşmektedir. Ayrıca Atsız'ın 26 Ocak 1973'te Yücel Hacaloğlu'na, 09 Mart 1973'te İsmail Hakkı Gökhun'a, 08 Haziran 1973'te Turan Kekevi'ye yazdığı mektuplarda Ruh Adam'ın gerçek olduğuna dair satırlarını da unutmamak gerekir: "Romandaki şahısların hiçbiri muhayyel değil. Yalnız bir iki yerde, iki kişi tek şahıs veya bir kişi, iki üç şahıs olarak gösterilmiştir. Vak'alar da sahihtir ama çoğu temsilî olarak anlatılmıştır... Bu roman, yaşanmış bir romandır. Hemen hemen bütün şahıslar gerçektir. Yalnız Şeref, şerefi; Kubudak ihtirası temsil ediyor. Kubudak, Moğolca ihtiras demektir... Güntülü ve Aydolu birer gerçektir ve gerçek isimleri de romandaki isimlerine yakındır. O romanda, hayal olan pek az şey var. Hakikatler biraz sembolik biçimde yazılmıştır." (Hacaloğlu 2013: 228, 236, 260). *** Atsız, Ruh Adam romanının çok önceden yazılmış olduğunu, romanın basılmasından sonra yazdığı mektuplarda ifade etmiştir. 20 Şubat 1973'te Adile Ayda'ya yazdığı mektupta "Roman yazılalı çok olmuştur. Altındaki tarih makinaya çekilmesinin sonunu göstermektedir. Ancak, makinaya çekilirken, hayli değişiklik yapılmış, hukuki bakımdan da tekrar gözden geçirilmiştir." (Ayda 1988: 47) diyor. 26 Ocak 1973'te Hacaloğlu'na yazdığı mektupta da "Ruh Adam, ilk yazılışına göre hayli değiştirildi." demektedir (2013: 228). Aslında 3 Ağustos 1951 tarihli Orkun'da "Geri Gelen Mektup" şiirinin altında bulunan, "Bu şiir, Atsız'ın intişar etmemiş bir romanindan alınmıştır." ibaresi, romanın daha o tarihte yazılmış, fakat yayımlanmamış olduğunu göstermektedir. Anlaşılan Atsız, içindeki gerçek şahsiyetler dolayısıyla, romanın yayınını bir hayli geciktirmiş, romanda değişiklikler yaparak hukuki sakıncaları gidermiş ve romanı ancak 1972 yılında Ötüken Neşriyat'ta yayımlamıştır. İkinci baskı yine Ötüken Neşriyat tarafından 1974'te yapılmıştır. Eser, İrfan Yayınevi tarafından da basılmaktadır. İrfan'da, 2014'te 58. baskı, Ötüken'de Kasım 2017'de 72. baskı yapılmıştır. 1992'de Baysan Basım ve Yayın tarafından yapılan bir baskı da vardır Ruh Adam'da Olay Örgüsü Nedir Selim Pusat'ın başından geçen veya başına gelen? Romanın olay örgüsü şöyledir: Yüzbaşı Selim Pusat Harp Akademisi'nin son sınıfındadır. Ordunun iyi subaylarından biridir. Askerliği bir meslek olarak değil inanç olarak kabul etmiştir. Krallık taraftarıdır; çünkü ona göre en iyi kumandanlar krallık rejiminde yetişir. Akademideki Harp Tarihi görevlerinden birinde kullandığı bir cümle felaketi olmuştur: "Gazi Osman Paşa, Türk Harp tarihinin son büyük simasıdır." Bu cümlenin ardından dersin hocası olan albayla Selim arasında sert bir tartışma geçer. Selim Pusat fikrini ısrarla savunur ve çok sert cümleler sarf eder. Sonuç, onun ve onu savunan arkadaşı Şeref'in hapsedilmesi ve ordudan atılmasıdır. Olay, bununla sınırlı kalmamış, Selim Pusat, Şeref ve arkadaşları vatan hainliği ve casuslukla, hatta gizli bir teşkilat kurmakla suçlanarak mahkemeye verilmiştir. Basında da büyük bir gürültü kopmuştur. Mahkeme sonunda Selim ve Şeref, 15'er yıla mahkum edilmiştir. Yargıtay'ın kararı bozması üzerine yeniden görülen davada iki arkadaş disiplinsizlikten ikişer yıla mahkûm edilmişler, vatan hainliğinden beraat etmişlerdir. Fakat artık meslekleri yoktur. Şeref buna dayanamaz ve Selim'e yolladığı bir kâğıda "Tiyatro bitti. Beklemeye lüzum görmüyorum." diye yazar ve intihar eder. Selim Pusat'ın eşi Ayşe Pusat edebiyat öğretmenidir. Selim Pusat yüzünden o da görevinden alınmış ve üç yıl öğretmenlikten uzak bırakılmıştır. Üç yıl sonra aynı liseye döndüğü zaman, artık son sınıfa gelmiş olan öğrencileri onu sevgiyle karşılamışlardır. Aydolu, Güntülü ve Nurkan adlı üç kız öğrenci çok samimi arkadaştırlar ve Ayşe Hocanım'a çok yakınlık gösterirler. Aydolu ve Nurkan, Ayşe Pusat'ın üç yıl önceki öğrencileridir, fakat Güntülü yenidir. Ayşe Pusat öğrencilerin bilgilerini ölçmek için onlara sözlü olarak sorular sorar. Güntülü çok zor sorulara cevap vererek Ayşe Pusat'ın takdirini kazanır. Askerliği bir inanç olarak benimsemiş ve bir hayat tarzı hâline getirmiş olan Selim Pusat'a, ordudan atılmış, üstelik vatan hainliğiyle suçlanmış olmak çok ağır gelir. İçine kapanır, kimseyle görüşmez, buhranlar geçirir. Eşi ve çocuğu Tosun olmasa o da arkadaşı Şeref gibi intihar edecektir. Ayşe Pusat'ın bütün gayretleri boşunadır. Selim hayata küsmüştür, içinde sevgi kalmamıştır, insanlardan tiksinmektedir. "Vaktiyle o kadar canlı olan bu adam artık bir gölge, bir hayal, bir ruh gibi” (s. 64) dolaşmaktadır. Ayşe Pusat kocasını hayata döndürmek için Selim'e öğrencilerinden bahseder ve bu yolla onun ilgisini çekmek ister. Selim ara sıra dışarıya çıkmaktadır. Fakat kimsenin bulunmadığı akşam saatlerinde veya yağmurlu ve rüzgârlı havalarda. Çamlı Koru'ya, bazen de Şeref'in mezarına. Rüzgârlı bir akşam yine Çamlı Koru'daydı. Tahta bir kanepeye oturmuştu. Tabiatla baş başa ve yalnız. Esrarlı, ruha işleyici bir kadın sesi kendisine bir şiir okuyordu. Selim ürperiyor, kendinden geçiyordu. Karanlıktaki ses çok yakınındaydı. Kadın sanki yanı başındaydı. "Selim birdenbire unutulmuş eski bir sevgiliyi hatırlar gibi oldu... Evet, biliyordu... Bu sesi çok iyi biliyordu. Fakat içindeki garip bir duygu bu biliş ve hatırlayışın zamanını çok eski, inanılmayacak kadar eski zamanlara götürüyordu.” (s. 76). Selim Pusat kanepeden kalktı ve tahta kanepenin öteki ucunda bir kadının oturduğunu gördü. Genç ve güzel kadın, az ilerideki kılıksız adamı göstererek onunla karşılaşmak istemediğini söyledi ve Selim'den kendisini evine götürmesini rica etti. Genç kadın, Ayşe Pusat ın eski bir öğrencisi idi, adı Leyla Mutlak'tı ve Prenses Leylâ olarak tanınıyordu. Tarih öğretmeniydi. Selim az önce duyduğu mısraları ona tekrarlattı. Hayır, bu ses, o şiiri okuyan ses değildi. Selim, şiir okuyan sesi tekrar duymak için ertesi akşam yine Çamlı Koru'ya gider. Yine Leyla Mutlak ile karşılaşır. Ona yakınlık duyduğunu hisseder. Sohbet ederek Leyla'yı evine kadar götürür. Tekrar Çamlı Koru'ya döner. Bu defa da dünkü kılıksız adamla karşılaşır. Üstelik adam ona adıyla hitap eder. Selim dikkatle adama bakar. "Bu yüz, yıpranmış bir gencin yüzüne olduğu kadar, genç kalmış bir ihtiyarın yüzüne de benziyordu. Fakat şaşılacak kadar çirkin bir görünüşü vardı. İnsana istemeksizin tiksinti veriyordu." (s. 102). Adamın adı Yek idi. Konuşmalarıyla Selim'i öfkelendirmişti. Leyla Mutlak'ı takip etmesinin sebebinin onu harekete geçirmek olduğunu söylüyordu ve çünkü diyordu, "Leylâ Mutlak tahtın vârisidir!". Aşktan bahsederken de Selim'e tuhaf şeyler söylemişti: "Yaşı karıştırmayın Yüzbaşı beğ. Siz de kendinizden yirmi beş yaş küçük bir kıza âşık olabilirsiniz... Ve olacaksınız da..." (s. 105). Sonunda Selim Pusat öfkelenerek tahta kanepeyi adamın başında parçalar. Fakat kanepenin parçalandığı yerde Yek yoktur. Bu olağan dışı yaratık ileride birçok defa Selim'in karşısına çıkacaktır. Ayşe Pusat, kocasının gittikçe kötüleşen ruhi durumuna iyi gelir düşüncesiyle arkadaşlarını ve öğrencilerini eve çağırır. Öğrenciler Aydolu, Güntülü ve Nurkan'dır. Davetli tarih öğretmeninin Leylâ Mutlak olacağını uman Selim, başka bir tarih öğretmeniyle karşılaşınca hayal kırıklığına uğrar. Bu arada "Güntülü'nün kendisini seyretmekte olduğunu fark ederek gözlerini ona çevirdi. Bu kızı tanıyordu. Fakat nereden? İşte yine o garip ve anlaşılmaz sıkıntıya düşüyordu. Kendisine bakan bu yeşil gözler hiç de yabancısı olmadığı halde âşınalığının çok eski, tasavvur olunamayacak kadar eski bir zamanda olması intibaı Selim'i çileden çıkarıyordu." (s. 111). Davetten sonra Ayşe, kocasıyla konuklar hakkında konuşurken Selim'in pencereden baktığını ve gözlerini sokağa diktiğini görür. Selim'i "sokağa baktıran şey o uğursuz kamburun aksak adımlarla geçmesiydi." Gece ilerlemiş, Selim, karısına Leylâ Mutlak hakkında bazı sorular sormuştur. Fakat gecenin o saatinde birden kapı çalınmıştır. Selim aşağı koşarak kapıyı açmış ve bir postacının verdiği telgrafı almıştır. Gecenin bu saatindeki telgraf Erzurum'dan gelmiştir ve üzerinde şunlar yazılıdır: "Prenses Leylâ hakikî bir prensestir. Fakat asıl adı Leylâ olmayıp Hanzade'dir. Elde edilecek diğer malûmat da incelemelerinize medar olmak üzere bildirilecektir. Hürmetler." (s. 124). Telgrafın altında yarım saat önce pencereden gördüğü Yek'in imzası vardır. Selim sabahı zor eder. Leylâ Mutlak'ı görmek umuduyla Çamlı Koru'ya gider. Fakat orada eski bir arkadaşıyla karşılaşır. Kurmay Yarbay Tahsin. Neşriyat Şubesi'nde çalışan Tahsin, Selim'e bir iş teklif eder: Tarihi Evrak Komisyonu'nda tasnif memurluğu. Selim işi kabul eder. Tarihi Evrak Komisyonu, yaşlı emeklilerden oluşan bir yerdi. Bunlar softa kılıklı adamlardı ve çoğu defa din ve tasavvuftan konuşuyorlardı. Bunlardan biri de Osman Fişer'di. Bir Alman Yahudisi iken Hitler yönetiminin baskısından kaçarak Türkiye'ye gelmiş ve Müslüman olmuştu. Adam tıpkı Yek'e benziyordu. Ayşe Pusat bir bayram günü bir kır gezisi planlar. Civardaki Huzur Çayhanesi'ne giderler. Yine Ayşe'nin öğretmen arkadaşları ve üç öğrencisi vardır. Selim onlara, isimlerinden ve güzelliklerinden dolayı Işık Kızlar adını takmıştır. Güntülü yine Selim'e bakmaktadır. “Bu bakışlar ona hiç de yabancı olmayan korkunç pars bakışlarıydı. Fakat nerede görmüştü?” (s. 136). Güntülü ile Selim konuşurlarken Güntülü'nün dudaklarından dökülen “mutlak" kelimesiyle Selim irkilir. Bunun sebebi, "mutlak derken Güntülü'nün sesindeki ahengin, Çamlı Koru'da o gece duyduğu sese tıpatıp benzemesiydi. Güntülü'yü nereden tanıdığını hatırlamak üzereydi. Fakat..." (s. 138139). Huzur Çayhanesi'nden çıkmışlar, Çamlı Koru'ya doğru yürümeye başlamışlardı. Selim ve Güntülü önde idi, konuşuyorlardı. Selim Güntülü'den bir şiir okumasını istedi. Güntülü iki dörtlük okudu. İkinci dörtlük "Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın...” mısraıyla bitiyordu. Bu, Selim'in o gece duyduğu şiirdi. Güntülü'nün sesi, o gece karanlıkta bu şiiri okuyan sesin ahengiyle aynıydı. “Bu şiir kimin?" diye sordu. "Sizin" cevabını alınca "Benim mi? Ne zaman yazmışım?" diye sordu. "Kızın gözleri vahşi parıltılarla ışıldamaya başlamıştı. Selim, çok iyi tanıdığı bu parıltılara bakarken, bakıp da unutulmuş bir noktayı çözmek için bir ruh kasırgasında bunalırken, Güntülü, o geceki görünmeyen kadınin sesiyle cevap verdi: "Unttuğunuza göre bin yıl önce yazmış olacaksınız." Bin yıl... Selim'in beynindeki karanlık yer aydınlanıyor gibiydi. 'Ben bin yıldan beri yaşıyor muyum' diye düşündü. Bu, korkunç bir şeydi... Yanındaki kız tıpkı bir büyücü gibi onun aklından geçeni anlayarak cevap veriyordu: ''Evet! Bin yıldan beri yaşıyorsunuz. Hatta belki de iki bin yıldan beri... Mete'nin, askerlerini sadakat sınavından geçirmek için sevgililerine, nişanlılarına, eşlerine ok atmalarını emrettiği ve büyük sevgileri dolayısıyla ok atmayanları idam ettirdiği zamandan beri...' Selim şaşırmıştı; 'Siz de iki bin yıldan beri yaşıyor musunuz?' diye sordu. Güntülü'nün 'Niçin olmasın?' cevabı üzerine devam etti: 'İkimiz de iki bin yıl önce yaşadığımıza göre o zaman da tanışıyor muyduk?' 'Elbette tanışıyorduk.' 'Peki ben o zaman bir subaydım. Ya siz neydiniz?' Güntülü, yırtıcı pars bakışlarını Selim'e dikti. Onu ürperten, hatta çıldırtan bir eda ile, şaşkınlıktan başını döndüren bir soğukkanlılıkla cevap verdi: 'Ok atılmayanlardan biri... Pusat için bir anda dünya karardı ve ondan sonra olup bitenleri artık hatırlayamadı." (s. 140-142). Selim Pusat sarhoş olduğu bir akşam yine Çamlı Koru'ya gider. Orada Leyla Mutlak'ı bulacağını telepatik olarak bilmektedir. Gerçekten de Leylâ kanepede beklemektedir. Birlikte onun evine giderler. Burası bir milyoner evidir. Gülsafa Kalfa adlı dadısı tekerlekli çay masasıyla servis yapmaktadır. Leylâ Mutlak Selim'e kim olduğunu anlatır. Kanuni'nin boğdurduğu Şehzade Mustafa'nın on birinci kuşaktan torunudur. Şehzade Mustafa'nın Süleyman adlı gizli bir çocuğu vardır. Adamları Süleyman'ı kaçırmışlar ve “onu mutlak tahta geçireceğiz" diye ant içtikleri için Süleyman'ın adı Mutlak olarak kalmıştır. Leylâ'nın soyadı da buradan gelmektedir. 400 yıl boyunca ailenin sırrı saklanmıştır. Babası büyük bir hukukçu ve petrol zenginidir ve gerçek kimliğini tespit eden yabancı bir devlet tarafından öldürülmüştür. Leylâ, Yek'in bir ajan olduğuna inanmakta ve taht için harekete geçmek üzere kendisini kışkırtarak yok etmek istediğini düşünmektedir. Bir gece tasavvuf hakkında konuşurlarken Selim, Ayşe'yi üzecek genellemeler yapar. Selim üzülür, fakat özür dilemek âdeti yoktur. Gözleri Şeref'in resmine takılır. Arkadaşı Şeref de kendisi gibi askerliği bir inanç olarak benimsemişti, fakat artık yoktu. O kısa notu bırakarak intihar etmişti. Selim, "Ayşe ile Tosun olmasa ben de aynı şeyi yapar mıydım?" diye düşündü. Fakat resimde tuhaf bir şey vardı. Her zaman ciddi duran resimdeki Şeref, şimdi sanki hazin bir gülümseyişle kendisine bakıyor ve “doğru yapmadın" der gibi hafifçe başını sallıyordu. Selim'in gözleri yaşarmıştı. İçkili olduğu bir akşam Selim yine dışarıya çıkar. Fakat Çamlı Koru'ya değil başka bir tarafa yönelir. Kendini Işık Kızlar'dan Nurkan'ın evinin önünde bulur. Nurkan piyanoda Eski Arkadaşlar marşını çalmaktadır. Selim'in çok sevdiği bir marştır bu. Marş biter, Selim yürümeye devam eder. Düşer ve başını çarpar. Elinden tutup kendisini kaldıran Yek'tir. Selim bu sıska ve kambur yaratığı kovar. Eve döner. Karısı endişeyle beklemektedir; Selim'in yüzündeki kan pıhtılarını görür ve temizler. Fakat Selim'e bir şey sormaz. Yemek yerler ve konuşmadan otururlar. Selim yine gözlerini Şeref'in resmine dikmiştir. Ayşe de dikkatle resme bakar. Sanki resim daha önceki resim değildir. Şeref'in ümitli bakışları sanki şimdi hüzünlüdür. Selim Pusat hastalanır. Ateşi 39'u geçmiştir. Doktor gelir ve hastalığının uzvi değil ruhi olduğunu söyler. Selim'in sorusu üzerine de bu ruhi hastalığın aşk olduğunu belirtir. Selim kızar, çünkü doktor diye karşısında oturan adam, adının Selim Key olduğunu söylemiştir ama Yek'ten başkası değildir. Aşkı küçümseyen Selim'e aşk hakkında nutuk atar. Selim, Yek'ten, aşk hastalığına tutulduğuna dair delil göstermesini ister. Yek, açık albümdeki Güntülü'nün resmini gösterir. Albüm, ucu güneşten kıvrılacak kadar uzun süre açık kalmıştır. Ertesi gün gelen Doktor Cezmi Oğuz, Selim'in eski bir arkadaşıdır. O da ruhi sebeplerin hastalığa yol açabileceğini söyler. Uzun uzun aşktan bahseder, hatta aşk üzerinde felsefe yapar. Son cümlesi Selim'i hayretlere düşürür: “Hatta sen bile, bu kadar ciddî karakterde olduğun, askerlik dışındaki hiçbir konuya aldırış etmediğin halde günün birinde kendinden yirmi beş yaş küçük bir kızı sevebilirsin..." (s. 186). Hastalığının beşinci günü Selim iyileşir gibi olur. Işık Kızlar geçmiş olsuna gelirler. Güntülü Selim'i okulun veda törenine davet eder. Törene giden Selim'i iki arkadaşı karşıladığı hâlde Güntülü uzakta, bir ağacın altında durur. Selim niye uzakta durduğunu sorunca da “Sizi burada bekledim efendim” der. "Selim bu sesi, bu bakışı ve onlardan daha çok ağaca bu dayanışı tekrar hatırladı; yine içi ızdırapla doldu. Buna benzer bir sahne bir defa daha geçmişti. İşte onun nerde ve ne zaman olduğunu bulamamak Pusat'ı öldürüyordu." (s. 191). Törende öğrenciler adına konuşan Güntülü'dür. Konuşmasının içinde, Selim'in Çamkoru'da işittiği şiirde geçen "hayalden bile üstün ve derin” gibi ifadeler vardır. Geçit resminde de Güntülü, karşıya bakması gerektiği hâlde başını Selim'in bulunduğu tarafa çevirmiştir. Askerî disiplini bozduğu için Selim buna kızmış ve onu suçlamıştır. Güntülü'nün Selim'i selamlamak için başını çevirdiği cevabı üzerine Selim elindeki çay bardağını "şerefinize içiyorum" diyerek kaldırmıştır. Bütün bunlar Ayşe Pusat'ın gözünden kaçmamıştır. Eve dönerken Selim'in "Beni galiba güneş çarptı." sözlerine sitemle cevap vermiştir: "Seni güneş değil, gün çarptı." Yanında yürüyen biri de Selim'in kolunu çekiştirerek "Sizi gün değil, Güntülü çarptı yüzbaşım!..." (s. 195) demiştir. Bu, Yek'tir. Selim iş yerinde de sıkılmaktadır. Acaba hasta mıdır? "Zaman zaman çok eski çağları hatırlar gibi olması, içinde o zaman yaşamış olduğu hakkında garip duyguların belirmesi, bunları hatırlarken anlatılmaz ve anlaşılmaz bir acı ile çıldıracak hale gelmesi hastalıktan başka ne olabilirdi?" (s. 196). Ayşe de artık kendisine karşı değişmişti. Bir akşam Ayşe'ye key ve yek kelimelerinin anlamını sorar. Eski Türk lehçelerinde key "çok iyi", yek ise "kötü ruh, şeytan" demektir. Bir gün iş dönüşü, Prenses Leyla'ya gider. Yüzü solgundur. Hasta olduğunu söyler. Doktora göre hastalığının sebebinin ruhi olduğunu da ekler. Leylâ, "Acaba yasak bir sevgiyle mi yaralısınız?” diye sorar. Konuşma ilerleyince Selim önce kendisine, sonra Prenses Leyla'ya itiraf eder: Güntülü'ye âşıktır. Çare, “Işığı bastıracak daha parlak bir ışık” der Selim. "Öyle bir ışık var mı?” diye sorar Leylâ. "Var. Fakat o kadar yüksekte ki düşünmek bile çılgınlık olur." cevabını verir Selim. Leyla'nın cevabı şaşırtıcıdır: "Müsaade ediyorum. Beni sevebilirsiniz.” (s. 204). Selim uzun ve güzel bir rüya görmüş gibiydi. Oğlu Tosun'la konuşurken Ayşe'nin sık sık ağladığını öğrenir. Onu incitmiş olmaktan dolayı azap duyar. Fakat çocukluktan beri tarziye vermek, gönül almak gibi bir alışkanlığı yoktur. İstemediği için değil, elinden gelmediği için yapamaz. Gece yarısı geçmiş, Selim düşüncelere dalmıştır. Güntülü'yü düşünmektedir: "Güntülü, aşk konusunu şuuraltına atmış bulunan Selim'e karşı taarruza geçmiş, hem güzelliğini, hem zekâsını kullanarak kendisini zorla, evet zorla sevdirmişti.” Güntülü'nün albümdeki resmine bakarken yanı başından bir el yaprağı çevirmiş, Ayşe'nin resmi üste çıkmıştır. Selim başını kaldırıp bakmış ve yaprağı çevireni görmüştür. Bu, arkadaşı Şeref'tir. Artık Şeref ile konuşmaktadır. Gözü yaşlı Şeref kendisine "hakkın yok Pusat" demekte, Selim de ızdırap çektiğini söylemekte, "ızdırabım yalnız sevgiden değil" demektedir. İşte o zaman Şeref'in cevabı, Selim'in içindeki düğümü çözer. Şeref'in cevabı şudur. " Biliyorum. Geçmişi hatırlayamadığın için ızdırap çekiyorsun. Seninle Tanrıkut Mete'nin ordusunda birer yüzbaşı değil miydik? Sen o zaman da aşk yüzünden Tanrıkut'un buyruğuna karşı gelerek, bugün başka bir hüviyetle karşına çıkan sevgiline ok atmamak için idam olunmamış mıydın?" (s. 209). Şeref, "kendine gel Pusat, iradeni takın" der, Selim'in elini sıkar ve kapının tokmağını çevirerek çıkıp gider. Sabahleyin Ayşe, kapı tokmağında ve Selim'in elinde kan görür, fakat sebebini bir türlü anlayamaz. Ayşe elemler içindedir. Selim de daha çok içine kapanmıştır. Artık evde iki yabancı gibidirler. Ayşe Pusat, Selim'i bir ruh doktoruna götürmeyi düşünürse de bundan vazgeçer. Ayşe'nin evde olmadığı bir gün Leylâ, Selim'i ziyaret eder. Konuşurlar. Leylâ, keskin bir nişancı olduğunu, daima yanında tabanca taşıdığını söyler. Çok iyi atıcı ve dövüşçü olan bir muhafızı da vardır. Muhafız, Şehzade Mustafa'nın sağ kalan iki sadık adamından birinin bugünkü torunudur. Leylâ bir ara Güntülü'nün resmini görmek ister. Albümdeki resmi görünce “İşte şimdi kıskandım." der. Bir cumartesi akşamı, Ayşe Pusat, Selim'i ve oğlunu gezmeye çıkarır. Güntülü ve annesiyle karşılaşırlar. Güntülü, ısrarla onları evine davet eder. Büyük, ahşap evin mermer basamağından Güntülü büyük bir anahtar çıkarıp kapıyı açar. Evde Selim'le Güntülü, her karşılaştıklarında olduğu gibi tartışmalı bir üslupla konuşurlar. Fakat Güntülü, konuşmaları arasına Selim Pusat'ın hoşuna gidecek bazı ifadeleri de ustalıkla sıkıştırır. "Sizin kadar asker bir asker... Askerliğinizi elinizden kimse alamaz..." gibi. Pusat ailesi evlerine dönmüş, vakit gece yarısına yaklaşmıştır. Selim hâlâ Güntülü'nün ve sözlerinin etkisindedir. Bir ara Güntülü bir hayal olarak belirir ve Şeref'in resmini kaldırıp kendi resmini koymak ister. Hayal birden kaybolur. Selim sarhoşluk içindedir. "Güntülü'yü seviyorum. Hayat ve kâinatın en büyük gerçeği bu." diye mırıldanır; sonra da "Kendi kendime kaçıncı itiraf. Galiba iyice budala oldum." (s. 232) diyerek güler. Ertesi gün Pazar'dır, Selim gecenin sarhoşluğundan hâlâ ayılmamıştır. Karısına geç geleceğini bildiren bir not bırakarak evden çıkar. Eskiden birkaç defa uğradığı bir meyhaneye gider. Tenha bir masaya oturup düşüncelere dalar. Yanındaki masa dolmuştur. Konuşulanlara kulak kabartır. Aşk üzerinde konuşmaktadırlar. Bir felsefe öğretmeni aşkın, ölüm gibi bir şey olduğunu ve herkesin onu tadacağını söyler. Karşısındaki yarbay, Selim'in Harp Okulu'ndan arkadaşıdır. Felsefe öğretmenine itiraz eder. Felsefecinin, aşkı tatmamış birisini tanıyıp tanımadığını sorması üzerine de Selim Pusat'ın adını söyler. "İnsanlar ne kadar yanlış tanınıyordu! Yakın bir arkadaşı kendisini aşkı bilmeyen insan diye anlatırken o, Güntülü ile dolu olarak yaşıyordu." (s. 236). Meyhaneden çıkan Selim sokaklarda yürümektedir. Çamlı Koru'dan, Leyla'nın ve Nurkan'ın evlerinin önünden geçer. Vakit gece yarısını geçmiştir. Güntülü'nün evinin önüne gelir. Kızın odasında ışık vardır. Selim kapının basamaklarına eğilerek anahtarı alır ve kapıyı açar. O anda biri Selim'in kolundan tutar ve "hakkın yok Selim" der. Bu, arkadaşı Şeref'tir. Kapıyı sessizce kapatır. Birlikte yürümeye başlarlar. Şeref onu suçlamakta, niçin bu hâle geldiğini sormaktadır. Epeyi yürümüşlerdir. Şeref, apoletsiz ceketinin cebinden bir resim çıkarır ve Selim'e verir. Bu, Selim'in masasındaki resimdir. "O kız seninle arkadaşlığımıza neden tahammül edemiyor?" (s. 239) diye sorar. Sonra Şeref kaybolur. Aslında Şeref'in mezarına gelmişlerdir. Selim'in, üzerine “Arkadaşım Şeref” diye yazdığı tahta boynu bükük, öksüz bir çocuk gibi Selim'e bakmaktadır. Sabaha karşı Selim eve döner. Arkadaşının resminin bulunduğu çerçevenin boş olduğunu görür. Gece Şeref'in verdiği resmi tekrar yerine koyar. Fakat resmin altındaki “Ümitli yolun başında arkadaşım Pusaťa” yazısı yoktur. Sabahleyin odaya giren Ayşe de masada bir düzensizlik fark etmiştir. Resim her zamanki yerinde değildir. Resmi yerine koymak için eline alır. Fakat altındaki yazının olmadığını ve yerinde sadece bir kan lekesi bulunduğunu görür. Üstelik resimdeki Şeref'in gözleri yaşlıdır. Selim on beş günlük iznini kullanmaktadır. Her zaman harp tarihiyle ilgili kitaplar okuyan Selim evde artık şiir kitapları okumaktadır. Fuzulî ve Nailî divanları, antolojiler. Bu durum Ayşe Pusat'ın dikkatini çeker. Üstelik masa üzerinde Selim'in el yazısıyla yazılmış bir mısra da görmüştür: "Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım." (s. 241). Bu mısra Selim'in miydi? Romanlarda aşk böyle başlardı. Acaba Selim de bir aşkın eşiğinde miydi? Ayşe bunları düşünmüş, sonra vazgeçmiştir. Tatilin son günlerinde Selim tekrar hastalanır. Oğlu Tosun, Selim'e bir mektup getirir. Mektubu açar ve kendi el yazısıyla yazılmış şiiri görür. "Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?" mısraıyla başlayan şiiri. Sonra hatırlar. Şiiri yazıp Güntülü'ye gönderen kendisidir. Fakat Güntülü mektubu geri göndermiştir. "Ya ne olacaktı? Kabul mü edecekti? Peki, bile bile neden böyle yapmıştı? Mecburdu. İki bin yıl önceki macera tekrarlanıyordu. Kader bir kere çizilmişti. Hiçbir kuvvet onu değiştiremezdi." (s. 247). Birkaç gün sonra, bir Pazar günü Işık Kızlar gelir. Fakat Güntülü yoktur; akrabalarına gitmiştir. Aydolu, Selim'e "Şiiriniz çok güzeldi efendim." der. Selim şaşırmıştır. Kızların üçünün birlikte şiiri okuduğunu ve üstelik diğer kızların da Selim'in aşkını bildiğini öğrenir. "Mektubu geri gönderecek yerde yırtıp atsa olmaz mıydı?" diye sorar Selim. Aydolu'nun cevabı ciddidir: “Mektubunuzu yırtmak hakaret olur diye düşündüğü için geri yolladı." (s. 250). Haftalar geçmiş, Güntülü akrabalarından dönmemiştir. Selim Güntülü'nün hasretinden yanmaktadır ve kendini iyice içkiye vermiştir. Karısıyla selamlaşmayı dahi kesmiştir. Bir akşam evde yalnızdır ve içmektedir. Kapı uzun uzun çalınır. Selim'e bir mahkeme celbi gelmiştir ve celbi getiren Yek'tir. Yek, Selim'e yasak aşktan yargılanacağını söyler. Birlikte Büyük Mahkeme'ye doğru giderler. Prenses Leylâ, Güntülü, Aydolu, Nurkan... Hepsinin evleri karanlıktır. Aslında bütün evler karanlıktır ve herkes Büyük Mahkeme'ye gitmiştir. İşte Şeref'in kan izleri de yerdedir; o da Büyük Mahkeme'ye gitmiştir. Arkalarında büyük bir kalabalık vardır. Mahkeme alanına gelmişlerdir. Bu meydan, dünya kadar, kâinat kadar geniştir. Ve mahşerî bir kalabalıkla dolmuştur. Müthiş bir uğultu vardır ve bütün gözler Selim'e bakmaktadır. "Geridekiler ve daha geridekiler Selim'e sanki yıllarca uzak mesafelerden bakıyormuş gibi geliyordu."... "Birdenbire, kasırganın ulu ağaçlardan kurulu bir ormana çarpmasındaki sese benzer ürpertici, fakat güzel bir gürültü sonsuz alanı kapladı ve Selim Pusat tam karşısında göz kamaştırıcı, heybetli bir ışığın parladığını, aynı anda, o çok büyük meydandaki milyonların hep birden ayağa kalkarak ışığa baktıklarını gördü. Bir el, kolundan tutarak kendisini de ayağa kaldırdı ve Pusat gerçekten bir mahkemede bulunduğunu anladı." (s. 257). Tanrı'nın huzurundaydılar. Titretici ve heybetli ses konuştu: "Selim Pusat! Duruşmanı başlıyor." Duruşma uzun sürer. Önce Cebrail, Mikâil ve İsrafil dinlenir. Üçü de Selim'i suçlu bulur. Kralcılık yapıp ülkesinin kanunlarını tanımamıştır. Selim bu suçlamayı kabul etmez ve Tanrı'ya "Bütün o muhteşem kralları sen yarattın!" der. Sıra peygamberlere gelir. Zerdüşt, Buda ve son peygamber Muhammed. Hepsi de Selim'i suçlar. Bu defa Selim'den savunma tanıklarını göstermesi istenir. Selim'in tanıkları eski Türk hükümdarlarıdır. Alp Er Tunga, Tanrıkut Mete, Atila, İstemi Kağan, Alp Arslan, Temüçin Çengiz Kaan, Aksak Temir... Hepsi de Selim'i suçlu bulur. Yıldırım Bayazıd, Şahruh, Uluğ Beğ, İkinci Murad, Fatih, Yavuz, Babur... "Uğurlarında mesleğinden olduğu, hayatını zehre çevirdiği krallardan bir teki bile kendisini haklı bulmuyordu. Babası da, dedesi de ağır konuşmalarla Selim'i suçlamışlardı. Ve nihayet Şeref. O da "Selim suçludur... en büyük suçludur.” diyordu. Üzerinde apoletleri sökülmüş kanlı yüzbaşı üniforması vardı. Selim "birden kendi giyimine baktı. Kendisinde de aynı apoletsiz üniforma vardı. Halbuki evden çıkarken üstündeki elbise bu değildi." (s. 268). Tanrı'nın emriyle Cebrail geçmiş zamanın, gelecek zamanın perdelerini açar. Geçmişin, bugünün ve geleceğin bütün insanları Pusať‍ı suçlar. Sadece annesi Selim'i savunur ve Tanrı'dan merhamet diler. Dün, bugün, yarın, “adalet" diye haykırır, sadece zayıf bir kadın sesi “merhamet" der. Sonunda Tanrı, "kendini savun" der Selim'e. “Beni sen savun!” diye cevap verir Selim. "Beni yaratmadan önce kaderimi çizen sen değil misin? Suç işledimse yaptıran sen değil misin?” Tanrı'nın cevabı şöyledir. Tanrı yalnız yaratır ve yok eder. Hesap vermez. Seni suçlu bulan bu mahşer arasında suçlu olduğunu bile bile savunacak kimse çıkmazsa hayatın en korkunç felâketle sona erer!" (s. 272). Bunun üzerine kalabalıktan beş kişi öne çıkar ve yere diz vurur. Bunlar Çiçi Yabgu, Kür Şad, Kül Tegin, Çağrı Beğ ve Oruç Reis’tir. Beşi de Selim'in kendi birliğindeki bir askerle vuruşmasını ve çözümün böyle sağlanmasını ister. Tanrı'nın kararı Selim'in Yüzbaşı Kubudak'la vuruşmasıdır. Kubudak, Çengiz'in ordusunda bir subaydır; o da Selim gibi suç işlemiş, fakat suçunu anlayarak kendini öldürmüştür. Selim birden kendisini, tanımadığı bir sokakta yürürken bulur. Yürürken rüya görülmez diye düşünür. Kendisini kaybedecek kadar sarhoş da değildir. Öyleyse bütün bunlar bir hayal midir? Bu kadar gösterişli ve uzun bir hayal olur mu? Vakit gece yarısını geçmiştir. Şeref'in mezarına geldiğini fark eder. Fakat mezarlık bozulmuştur. Üzerine "Arkadaşım Şeref" yazdığı eski tahtada sadece "Şeref" yazmaktadır. Akşam olmaktadır. Selim evdedir. Karısı elindeki bir notla gelir ve Kubudakla buluşacağını söyler. Notu getiren Yek'tir. Selim evden çıkar ve Çamlı Koru'ya gider. Yek de yanındadır. Kubudak, elinde kılıç onu beklemektedir. Fakat Kubudak yalnız değildir. Ellerinde kılıçlarıyla Yek, Şeref ve Leylâ'nın nişanlısı olan muhafız da oradadır. Hatta Harp Akademisi'nde başına felaket gelmeden önceki dinç hâliyle kendisi de oradadır ve Selim'e "Aslında sen nefsinle vuruşacaksın” der. Sonra beşi birleşek tek kişi olurlar. Sadece Kubudak. Selim, Yüzbaşı Kubudakla vuruşur ve böğründen yaralanır. Gözleri kararır, dayanacak bir yer arar. Kimseler yoktur. Tahta sırada Güntülü'yü görür. Elinde bir bardak su vardır. "Hangimizi daha çok seviyorsunuz? Ben rakip kabul etmem. Bir prenses bile olsa..." der ve suyu dökerek bardağı uzağa doğru fırlatır. Güntülü de gözden kaybolur. Selim yaşayıp yaşamadığını anlamak için avucunu yumup açar. Henüz yaşamaktadır. Selim Pusat hastahanededir. Vücudu sargılar içindedir. Sekiz gün sonra hastahaneden çıkar. Ayşe evde değişiklik yapmış ve duvara Selim'in yüzbaşı olurken çektirdiği resmi asmıştır. Fakat Selim'de, resimdeki dinçlikten eser yoktur. "Hayat, o dinçliği de, büyük ümitleri de alıp götürmüş, geriye ümitsiz, hasta, melankolik bir adam kalmıştı.” (s. 287). Selim Güz mevsimi gelmiş, Ayşe okula başlamıştır. Serin bir gün evden çıkar ve Prenses Leyla'ya gider. Ancak üçüncü çalışında kapı açılır ve Gülsafa Kalfa "Ne istiyorsunuz?" diye sorar. Selim “Benim Gülsafa Kalfa" deyince kadın "Gülsafa Kalfa mı? Bu da nereden çıktı? Benim adım Safa… Öyle Gül'ü, Kalfa'sı falan yok." der. Selim Prensesle konuşmak istediğini söyleyince de "Prenses mi? Siz kimi arıyorsunuz?" diye sorar. Sonra da “Dünya delilerle dolu. O deliler yüzünden arslanım gitti." diye söylenir. Selim'in "Nereye?" sorusuna da "O kimseye hesap vermez. Gittiği yeri de kimse bilmez." diye cevaplandırır. Kapı Selim'in yüzüne kapanmıştır. Merdivenlerden inip sokakta yürümeye başlar. Leyla'nın nişanlısıyla karşılaşır. Yüzünde bir yara vardır. Leylâ'nın nereye gittiğini o da bilmez. Selim eve döner. Ayşe eve geç dönmüştür. Selim evde yoktur. Oğluna "Baban nerede?" diye sorar. Tosun "Babam gitti." cevabını verir. Selim oğlunu kucağına almış, onu okşamış, gözlerinden yaş gelmiş, "sen subay olunca geleceğim" demiş ve gitmiştir. Tosun duvardaki resmi göstererek "işte o yukardan geldi ve gitti" demiştir. Ayşe Pusat, Tosun'un gösterdiği yere bakınca resmin çerçevesinin durduğunu, fakat içinde resim bulunmadığını görmüş ve "Aman Yarabbi" diyerek yığılıp kalmıştır. *** Olay örgüsü budur. Fakat bu olay örgüsü, eserin başından ve sonundan iki farklı hikâye ile kuşatılmıştır. Birinci hikâye, eserin başındaki Uygur masalıdır. Onuncu yüzyıla ait bir Uygur masalı. Kamlançu ülkesinde AçığmaKün adlı bir kadını seven ve onu görmek için devamlı bir çam ağacının yanına giden Yüzbaşı Burkay, bu aşktan kurtulmak için her gün Tanrı'ya yalvarmakta, fakat ertesi gün yine çam ağacının yanına gitmektedir. Kırk birinci gün AçığmaKün'ü bulamaz. Benzi sararır, hasta olup yataklara düşer. Karısı bakıcılara, bakşılara, kamlara başvurur, fakat kocasının derdine çare bulamaz. Burkay'ın sayıklamalarından AçığmaKün'ün adını öğrenir. Kadını aratır, fakat bulamaz. Çareyi Şeytanlar Başı Madar söyler. Yüzbaşı Burkay, karısını, Ejderler Kağanı Naranta'ya kurban etmelidir. Burkay düşünmeden kabul eder ve karısını kurban verir. AçığmaKün'le birleşen Burkay onu ne kadar severse sevsin, bir türlü sevgisine doyamaz. Sevmekle durulmaz, öpmekle kanmaz. Yine hastalanır. Çareyi yine Madar söyler. AçığmaKün bir defa "seni seviyorum" demelidir. Fakat Burkay'ın "beni seviyor musun?" soruları hep cevapsız kalır. Aylar, yıllar geçer. Burkay sevgiden çılgına döner. Izdırap ızdırap üstüne, keder keder üstüne çeker. Fakat çare yoktur. Burkay ızdıraplar içinde ölürken yine “beni seviyor musun?” diye sorar. AçığmaKün “ızdırap çekiyorum" diye inler, fakat "seni seviyorum" demez. Burkay ölmekle ızdıraptan kurtulmaz. “Her yıl bahar olup çiçekler açtıkça, AçığmaKün'ü görüp sevdiği çam ağacının yanında ruhu dolaşıyor. ‘Izdırap çekiyorum. Sen de beni seviyor musun' diye inliyor. O günden bugüne kadar bin yıl geçtiği halde Burkay her bahar orada ağlıyor. Yanında duran AçığmaKün 'sus, sus, ben de ızdırap çekiyorum' diye yanıp yakılıyor. Fakat 'ben de seni seviyorum' demiyor ve yıllar böylece akıp geçiyor..." (s. 9). Uygur masalını Ayşe Pusat bugünkü Türkçeye aktarmış ve içki içerek odada dolaşmakta olan Selim Pusat'a okumuştur. Selim, istihfaflı bir "Eserin tezi fenalığın ceza görmesi yüzle "masal" demiştir. Karısının, üzerine oturtulmuştur." demesi üzerine de Selim şu cevabı vermiştir: “Evet ama ahlâkî bir ders vermek için bir de aşk efsanesi uydurmuştur. Bu kadar olmayacak bir aşkı masala temel yapmak bana pek iptidaî bir düşünce gibi geliyor. Hem de bir adamın kıyamet kopuncaya kadar ızdırap çekmesi... Öldükten sonra da ızdırap çekmesi... Bunlar ne şahane yalanlar... Hele o kadın... O ışık bakışlı kadın..." (s. 12). Cihan Özdemir Selim Pusat'ın bu tepkisini "trajik flaw" olarak değerlendirmektedir: "Adam kendi karakterine ve prensiplerine o kadar güvenmektedir ki kendi başına gelmeyeceği düşüncesinin kesinliği içinde, masaldaki aşkı ve kadını, bir kalemde yok sayıvermiştir." (Özdemir 2007: 159160). Ayşe Pusat'a göre bu Uygur masalında Budizm, Maniheizm ve Şamanizm'in izleri vardır. Bütün masal ve destanlar gibi bu da bir hakikati saklamaktadır. Masalda saklanan hakikat şu olabilir: Masal onuncu asırda yazıldığına ve anlatılan olay üzerinden bin yıl geçtiğine göre, Hunlar çağına ait bir olay söz konusu olmalıdır. Belki de Tanrıkut Mete zamanında tanınmış bir subay büyük bir suç veya günah işlemiştir. Güzel bir kadın yüzünden. Suçunun cezasını da pahalı bir şekilde ödemiştir. "Fakat bu öyle bir vaka idi ki halk bunu asırlarca unutamadı. Subayın çektiği cezayı umumî vicdan kâfi görmediği için onun ruhunun da ızdırap içinde kıvranmasını ve dünyaya her gelişinde aynı cezanın tekerrürünü arzu etti." (s. 14). İkinci hikâye eserin sonundadır. Asıl olay örgüsünün devamı gibi görünmekle birlikte öyle değildir. Bu defa mekân, yine bir kız okuludur. Veda töreni yapılmaktadır. Edebiyattan çok felsefeden ve biraz da matematikten zevk alan Ülker adlı kız, arkadaşlarından uzakta bir ağaç altında durmakta ve bazı sesler duymaktadır. Beyhan ve edebiyata çok meraklı olan, üniversite yayınlarını okuyacak kadar edebiyatla ilgilenen Emine de aynı sınıftadırlar. Beyhan, Ülker'e niye yalnız olduğunu sorar ve yalnız olmadığı cevabını alır. Emine soruları derinleştirir ve Ülker'in "başka bir zamandan" gelen sesler dinlediğini öğrenir. Ülker çok eski bir aileye mensuptur. Ellerinde aile şeceresini gösteren, deri üzerine yazılmış Uygur harfli bir yazma vardır. İlk atasının adı Burkay'dır ve Kamlançu ülkesindendirler. Edebiyata çok meraklı olan Emine, Uygur masalını da okumuş ol duğu için Ülker'in söylediklerinden hayrete düşmüştür. "Biz gelmeden önce ne duyuyordun?" diye sorar Ülker'e. "Ülker, işittiklerini eksiksiz hatırlamak için bir ara düşündü. Sonra Emine'ye dehşet veren şu sözleri söyledi:" "Bir erkek, 'ızdırap çekiyorum; sen de beni seviyor musun' diye ağliyor, bir kadın da buna 'sus, sus, ben de ızdırap çekiyorum' diye cevap veriyordu." (s. 301). Uygur masalındaki olay, Selim Pusat'ın şahsında bugün de yaşatılmakta ve lise öğrencisi Ülker'le de yaşamaya devam edeceği anlaşılmaktadır. Halk muhayyilesi yalnız iki bin yıl önceki Burkay'ı değil, bugün yaşayan Selim Pusat'ı da cezalandırmaktadır. İleride Ülker'i sevecek olan bir başka subay da aynı şekilde cezalandırılacaktır. Budizm'in tenasüh inancından izler taşıyan bu süreklilik, kendisini de cezalandırmak isteyen Atsız'a uygun düşmüştür. O zaten tarihin içinde yaşamaktadır ve dolayısıyla kahramanını da tarih içinde dolaştırıp durmaktadır. Fakat "gözlerle günah işlemenin zevkini tadarak” büyük bir suç işlemiştir. O çok küçümsediği, askerlik mesleğine, inançlarına ve ahlaka aykırı bulduğu aşk hastalığına yakalanmıştır. Kendisinden yirmi beş yaş küçük bir kızı sevmiştir. Bu cezasız kalamazdı ve kalmamıştır. Atsız, Ruh Adam romanını yazarak ve romanın sonunda kendisini Tanrı huzurunda yargılatarak cezalandırmıştır.
767 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.