Gönderi

Olayların Mekânı Bozkurtların Ölümü'nde olduğu gibi Bozkurtlar Diriliyor'da da asıl ve sürekli mekân "sonsuz bozkır" dır. Romanda birbirleriyle rakip olan Gök Türkler de Dokuz Oğuzlar da bozkırda kurmuş oldukları çadırlarda yaşarlar. Fakat çadırların içi tasvir edilmez. Kahramanlar çadının veya otağın içine girip çıkarlar; fakat okuyucu çadırda ne olduğunu bilmez. Sadece keçeden yapılmış bir yatak vardır. Olaylar hep açık mekânda, bozkırda geçer. Kahramanlar, ya sürekli olarak bozkırda oradan oraya konmakta, ya yolculuk etmekte, ya da birbirleriyle vuruşmakta, savaşmaktadırlar. Bütün bu olaylar bozkırda cereyan etmektedir. Daha romanın başlarında kısa bir bozkır tasviriyle karşılaşırız: "Sonsuz ovada gözün alabildiğine boz bir renk yayılıyordu. Bu düzlükte yalnız tümseğe benzeyen bir tepecik görülüyor, üstünde birkaç ağaç sıralanıyordu. Tümseğin yakınındaki küçük su sessizce doğuya doğru akıyor, kıyısında birkaç koyun otluyordu. Tepeciğin eteğinde dört Türk çadırı vardı." (s. 7). Olaylar ilerleyip devletin kuruluş törenleri yapılırken yine bir bozkır tasviriyle karşılaşırız. Bozkır canlıdır; âdeta romanın güngörmüş, yaşlı kişiliklerinden biridir: "Bozkıra yeni bir bahar gelmişti. Karlar erimiş, aç toprak suları içmiş, her yer yeşile bürünmüştü. Tepeleri karla örtülü dağlar, bozkırın binlerce yıllık masalını dinliyordu. Yamaçlarda, ormanlarda kuşlar ötüyor, yerden canlılık fışkırıyordu." (s. 53). Aşağı yukarı bütün roman boyunca manzara böyledir. Mevsim farklılıkları dışında bozkır manzarası değişmez; dolayısıyla Atsız da her defasında yeni bir tasvire girişmez. Yolcular her zaman bir akarsuya, bir pınar başına, bir ağaçlığa, karlı tepelere rastlayabilirler. Geceleri bozkırı ay ışığı aydınlatır. Bozkır, atların nal sesleriyle inler. Sonsuz bozkırdaki nal sesleri bazen ahenkli bir müzik olur. Çin'le ilgili kısımlar hariç, olaylar hep bozkırdadır. Devletin kuruluş törenleri bile bozkırda yapılmıştır (s. 53). İlk romanda Ötüken'de kurulan alış veriş merkezi bu romanda yoktur. Tuğla ırmağı savaşından sonra Ötüken'e yerleşilmiştir; fakat bu açıkça belirtilmez. Ötüken'le ilgili ilk bilgileri, Binbaşı Pars'ın yurduna dönüşü vesilesiyle öğreniriz: "Nihayet Pars Beğ'in gözleri parladı. ‘İşte, Ötüken'e vardık dedi... Şimdi toprağın her parçasına, her tümseğe, taşa, ağaca dikkatle bakıyor; çoğunu tanıyordu... Bu hülya içinde gidiş, ilk çadırlar ve ilk Ötükenliler görününceye kadar devam etti." (s. 94). Görüldüğü üzere Ötüken de bozkırdır. Bildiğimiz anlamda, surları, evleri olan bir şehir değil, bozkıra kurulmuş çadırlardan oluşan bir çadır şehirdir. Çadırlar arasında kağanın otağı da vardır: "Kağanın üç tuğu otağın önüne dikilmişti. Borularla davullar tören havaları çalıyordu. Kağanın demir göğüslük takmış öz çerileri otağın iki yanında iri birer kaya parçası gibi duruyordu. İlteriş Kağan, yanında İl Bilge Katun olduğu halde tahtında oturuyordu. Tahtın iki yanında şadlar, tarkanlar, buyruklar sıralanmıştı." (s. 94). Otağın önü, at yarışlarının, ok atışlarının, kılıç oyunlarının, güreşlerin yapılacağı şekilde açıklıktır. Kapalı mekân, sadece Çin'le ilgili bölümlerde bulunur; fakat onların da tasviri yapılmaz. Çinli başkomutan Hoay-i'nin verdiği bir şölen vesilesiyle konağı hakkında bazı bilgiler ediniriz. Havuzlu bir bahçesi olan büyük bir konak söz konusudur. Konakta başkomutanın divan odası, yatak odası gibi odaları vardır. Ayrıca uşaklara mahsus odalar da bulunmaktadır. Şölen sırasında çalgıcıların da yer aldığı bahçe renkli fenerlerle süslenmiştir (s. 121-122). Türk casusu Karbuka, Çin başkentinin sokaklarından atıyla geçer, dış mahallelerden birinde bulunan küçük bir evin kapısı önünde durur (s. 123). Çin'le ilgili en önemli mekân Çin'in ünlü duvarıdır. Tonyukuk kaçarken (s. 35-37) ve Gök Türk ordusu Çin'e akın yaparken (s. 140-145) duvardan bahsedilir. Duvarda kuleler, mazgallar ve kapılar vardır. Kulelerde nöbetçiler bekler. Duvar, üzerinde at koşturacak kadar geniştir. Duvarın en alçak yerlerinden biri yedi sekiz adam boyundadır. İniş ve çıkışlar için basamaklar yapılmıştır. Zemin taşlarla döşenmiştir. Duvar bazen kıvrılmakta ve dönemeçler oluşmaktadır. Fakat Atsız bunların hiçbirini tasvir etmez. Eserde bu mekânlar, olayların cereyan ettiği yerler olarak geçer. "Açık bir kapıdan içeriye dalmıştı.”; “Hızla fırlayarak dönemeçli merdivenleri çıkmaya başladı."; "Çin duvarının kıvrıldığı yere varmak için koşuyordu."; "kulenin ışığı altında idiler.” gibi (s. 141-143). Çin'le ilgili mekânlar arasında bir de Şandung vardır. Şandung bengü taşlarda Kök Türklerin birkaç defa sefer yaptığı, denize uzanan bir bölge olarak geçer. Romanda da Gök Türkler Şandung'a sefer etmişler ve "denize kadar bütün Şandung'u" geçmişlerdir. Bölgede bulunan, surlarla çevrili birkaç şehre girmişler ve oraları allak bullak etmişlerdir. Bir şehrin kumandanının sarayında kılıç kılıca çarpışmalar olmuştur. Sarayda, hazine odası, ambar ve zindan vardır. Zindandaki Türkleri kurtarmışlardır (s. 66-67). Görüldüğü üzere bu bölümde de tasvir yok, olayların geçtiği mekânlar vardır. Romanın sonlarında yer alan şu cümle, Atsız'da mekânın değil, hareketin ve olayların önemli olduğunu en açık bir şekilde gösteren ifadelerden biridir: "Nereye gidiyor değil, nasıl gidiyordu?" (s. 169). Evet, önemli olan gidilen yer değil, nasıl gidildiğidir; olayların nasıl cereyan ettiğidir. Atsız'ın romanlarındaki mekânı, onun bu anlayışıyla değerlendirmek gerekir. Fakat bozkır ve bozkırın uzantısı olan, bozkıra bağlı olan bazı yerlerin Atsız'ın romanlarında cansız bir mekândan çok, ruhu olan bir kişilik gibi yer aldığını da gözden uzak tutmamalıyız. Romanın bozkırdan sonraki en önemli mekânı hiç şüphesiz, Ölüm Uçurumu'dur. Her yıl bir erkekle bir kadını alan uçurum. Aslında bu uçurum, bozkırdan ayrı bir mekân değildir, bozkırın uzantısıdır. Fakat romanda özel bir yere sahiptir. Binbaşı Pars, oğullarıyla birlikte yurduna dönerken Ölüm Uçurumu'nu görür ve yanındakilere gösterir. İşte burada uçurumun tasviri vardır: "Dağın yamacından olduğu gibi gözüken bu uçurum pek korkunç bir şeydi. Belki elli adam boyunda olan yarık, bir takım garip biçimli kayalarla doluydu. Yarığın dibini görmeğe imkân yoktu. Bu korkunç, görünmez dipten tuhaf sesler geliyordu. Bu sesler bir suyun akmasına, atların dörtnal sürüşüne, hattâ haykıran bir insanın sesine bile benziyordu." (s. 88). Ölüm Uçurumu'nun önemi, romanın trajik sonunun mekânı olmasından ileri gelir. Urungu, sevgilisi Ay Hanım'ın ölüsü kucağında, uçuruma doğru dörtnal at sürer. Urungu'nun oğlu Taçam, Binbaşı Pars ve iki oğlu, Deli Ersegün de onun peşinden, atlarıyla son sürat gelmektedir. Bozkır nal sesleriyle çınlamaktadır. Ay yükselmiş, göğün tepesine gelmiştir; ilahi ışıkları bozkırı aydınlatmaktadır. Urungu önde, altı atlı son süratle uçuruma doğru at koşturmaktadır: Gözleri Urungu'nun üzerinde birleşmiş olarak iki yüz adım geriden gelen beş kişi birdenbire Urungu'nun yok oluverdiğini gördüler ve hemen arkasından bir atın korkunç, tüyler ürpertici, kulak tırmalayıcı kişnemesiyle zink diye durdular... Urungu, bağrında sevgilisi olduğu halde kendisini Ölüm Uçurumu'na fırlatmış, hayatta kavuşamadığı Ay Hanım'a, zamanı ve mesafeleri aşarak ölümde, bir daha ayrılmamak üzere, kavuş muştu... Biraz önce hızlı nal sesleriyle çınlayan sonsuz bozkırda şimdi bir ölüm sessizliği vardı. Yalnız gökte ayın ilâhî ışıkları Tanrının esirgenliği gibi serpiliyor, toprağı ve gönülleri aydınlığa boğuyordu."... Şimdi uçurumdan "hafif bir ses geliyordu... Bu ses Ötüken'de çok söylenen bir deyişe benziyordu." "Ay'ın bahtı karanlık Urungu'nun karadır." "Sonra hafif bir su sesi işittiler... Uçurumdan hafif bir mırıltı, bir türkü sesi geliyordu. Dört Gök Türk, gözlerini Pars'tan kaldırıp bakıştılar: Dördünün de gözleri yaşlıydı..." (s. 171-173). İşte bu trajik son, Ölüm Uçurumu'nu, romanın en önemli, en karakteristik mekânlarından biri hâline getirmiş ve okuyucuları âdeta şoka sokmuştur. Yıllar sonra 22 Nisan 2016 tarihinde romani yeniden okuduğum zaman ben de bir şok yaşamış ve "Ben de Oradaydım” başlıklı, aşağıdaki denemeyi yazmıştım: "Zaman 2016 yılında, Nisan'ın 22'sinde durmuştu. Saat 16.20'de durmuştu zaman. O günle, o anla birleşmişti. Dağın bitmediği, ovanın başlayamadığı yerde, ölüm uçurumunun kıyısında bir tek zaman vardı. Dün ve yarın yoktu; an vardı. Ben de o anda, ölüm uçurumunun kıyısında idim. "Uçurumun dibinden esrarlı sesler geliyor" du. "Bu sesler bir at kişnemesine, bir türküye, bir suyun akışına, bir kılıç şakırtısına, her şeye benziyordu." Ben de o anda, orada idim!... Nal sesleri susmuştu. Sonsuz bozkırda sadece ölüm sessizliği vardı. Bir de gökte ayın ilahi ışıkları... Uçurumun dibinden gelen belli belirsiz türkü sesiyle ben de ürperdim. Ay'ın bahtı karanlık Urungu'nun karadır. Yüzbaşı Ezgene, Onbaşı Yula, Onbaşı Deli Ersegün ve Taçam... Kilıçlarını sıyırmışlar, kısa, çok kısa, bir anlık bir ayine durmuşlardı. Ben de orada idim, Er Cılasın! Bir anlık ayin bütün zamanı kaplamıştı. Dünü, âru ve yarını. Bütün zaman, sonsuz bozkırda, ölüm uçurumunun kıyısında, o anda birikmişti. Önü ve sonu olmayan o ânın içinde ben de orada idim!... Kılıçlarımızı sıyırmış, uçuruma doğru uzatmıştık. Kutsal ölülerimizin ruhlarına doğru. Urungu'nun, Ay Hanım'ın ve atının ruhlarına doğru. Sadece bir anlık ve bütün zamanlık bir ayindi. Kılıçlarımızın parıltısı ölümsüz ruhlara selam durmuştu. Urungu'ya, Kür Şad'a, Ay Hanım'a, Baz Kağan'a, Bumin ve Oğuz Kağanlara... Kocamış Binbaşı Pars yerde yatıyordu. Kılıçlarımızın parıltısı onun ruhuna da selam durdu. Ruhunu mutlulukla teslim etmişti. Kür Şad ölmüştü, Urungu ölmüştü... Onlar ölmüştü ama Taçam yaşıyordu. Taçam yaşıyorsa Türk Kağanlığı'nın ruhu da yaşıyor demekti ve sonsuza dek yaşayacaktı. Bunları düşündü Binbaşı Pars ve ruhunu Türk'ün bahtına teslim etti. Kılıçlarımız, önünde selama durdu ve onun ruhunu kutsadı. Zaman 2016 yılının Nisan ayının 22'sinde, saat 16.20'de ölüm uçurumunun kıyısında birleşmiş, bir olmuş, bir tek an olmuştu. Yüzbaşı Ezgene, Onbaşı Yula, Onbaşı Deli Ersegün, Taçam ve bir de ben, Er Cılasın... Uçurumun dibinden gelen türküyü dinliyorduk. Ay'ın bahtı karanlık Urungu'nun karadır. Urungu'nun, Ay Hanım'ın ve Binbaşı Pars'ın... Bir de uçmağa gider gibi kendisini uçuruma atan ak atın ruhu kıyama durmuştu. Urungu'nun dudakları, Ay Hanım'ın aya benzer yüzünde idi. Dudaklar, "hiçbir zamanın görmediği, hiçbir çağın göremeyeceği o ilahi yüze" değiyor, onu öpüyordu. Ama zamanlar o anda birleşmişti işte. O kutsal an, bütün zamanı, bütün çağları kaplamıştı. Yaşlı gözlerini göğe kaldırıp Tanrı'ya hitap eden Urungu'nun son sözleri de zamana kaydedilmişti: "Bozkurtlar dirilirken Ay Hanım da yaşasaydı ne olurdu!" Bozkurtlar dirilmişti elbette ve Tanrı da bu sözü işitmişti. Bozkurtlar dirilmişti bir kere ve hep dirilecekti. Bir başka ruh da kıyama durmuştu o an. Oğuz Han'ın, Kür Şad'ın, Ay Hanım'ın ve Urungu'nun ruhlarının yanında... Gözlerinde yaş var mıydı? Urungu'yu uçuruma götüren bu ruh muzdarip miydi? Gözlerinde bir sevinç pırıltısı mı vardı yoksa? Kılıçlarımızın parıltısına karışan bir sevinç pırıltısı... "Anılmakla hangi bir ruh olmaz ki sarhoş?" mısraı belki de o an dökülmüştü dudaklarından. Yoksa?... "Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim." mısraı mı? Ben Er Cilasın ve Yüzbaşı Ezgene, Onbaşı Yula, Onbaşı Deli Ersegün ve Taçam... Kılıçlarımızı bir daha sıyırdık ve Atsız Ata'nın ruhu önünde, bütün zamanı kucaklayan bir anlık selama durduk." (Ercilasun 01 Mayıs 2016, Yeniçağ gazetesi).
114 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.