Gönderi

ATSIZ'DA DİL VE EDEBİYAT Dil: Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu olan ve bitirme tezini, Osmanlı döneminde sade Türkçe akımının öncülerinden Edirneli Nazmi'nin Dîvân-ı Türkî-i Basît'i üzerinde yapan Atsız'ın dil konusundan uzak kalmayacağı ve bu konuya sık sık temas edeceği açıktır. Onun, Türkçe konusundaki düşüncelerine geçmeden önce dilin gelişmesi ve canlılığı üzerindeki genel bir değerlendirmesini almak yerinde olacaktır: "İnsan zekâsının gelişmesi ölçüsünde de madde ve manadaki her kavram için kelimeler bulunmuş, zamanla kelimelerden başka kelimeler türemiş, bazı kelimeler anlamını değiştirmiş, bazıları unutulmuş veya bırakılmış, yerine yenileri alınmış veya bulunmuştur." (Ötüken 61, Ocak 1969:3). Atsız'ın dille ilgili düşüncelerini ilk olarak Atsız Mecmua'nun 12. sayısında görürüz. “Aynı tarihî yanlışlığa düşüyoruz” başlıklı bu yazıda Atsız, Batı dillerinden giren kelimelere karşı tedbir alınmadığından şikâyetçidir. Vaktiyle Manihaizm'e, Budizm'e, İslamiyet'e girerken yaptığımız hataları bugün de yaptığımızı belirten H. Nihâl şöyle diyor: "Bugün yeni bir medeniyete girerken dilimize yabancı sözler girmesinin ne büyük bir tehlike olduğunu birçok kimseler haykırdı. Bundan başka bugün önümüzde, mazide yaptığımız yanlışlığın misali bütün belâgatiyle duruyor. Fakat bunlara rağmen yabancı kelimeler bugün dilimize yabancı bir ordu hâlinde giriyor. Buna da en büyük sebep münevverler ve gazeteler oluyor. Bugün dünden değişmiş hiçbir şey yoktur. Dün bol bol Arapça, Acemce giriyordu. Bugün de bol bol Fransızca İngilizce giriyor." (Atsız Mecmua 12, 15 Nisan 1932: 291). Azınlık dilinin etkisiyle yaygınlaşan “kol düğmeler, yaka iğneler, Dere Sokak, Turing Kulüp" gibi "bozuk şiveler"i de Atsız şiddetle eleştirmekte ve bir "dil zabıtası"na ihtiyaç bulunduğunu belirtmektedir. Dil Encümeni bu işi yapamamaktadır; zaten bu encümende Ragıp Hulusi'den başka dilden anlayan kimse yoktur (a. y. s. 292). Orhun dergisinin 2. sayısında, 05 Aralık 1933'te Atsız,*** imzasıyla, doğrudan doğruya "Türk Dili” başlıklı bir yazı yazar. İlk paragraflar dilin önemiyle ilgilidir: "Dil bir milletin en değerli malıdır." "Ordusunu kaybeden bir millet tehlikededir. İstiklâlini kaybeden millet korkunç bir felâkete düşmüştür. Dilini kaybeden milletse yok olmuş demektir." "İstiklâlini kaybeden milletlerin dillerini kıskançlıkla saklamak sayesinde bir zaman sonra yine dirilebildiğini tarih bize söylüyor. Halbuki dilini kaybeden bir milletin yine dirildiğine dair bir misal göstermiyor." (s. 25). 1932 Temmuz'unda Türk Dil Kurumu kurulmuş, Eylül sonunda Türk Dil Kurultayı yapılmıştır. Atatürk'ün himayesindeki Kurum, bütün kelimelerin Türkçe kökenli olması gerektiği konusunda kararlar almış ve bu yolda çalışmalar başlamıştır. Atsız'ın bu yazısı da bu hava içinde yazılmıştır ve bütün sözlerin Türkçe kökenli olması gerektiğini savunur: "Türk dili bütün dillerden daha zengin ve daha temiz olacaktır. Dilimize konacak bütün yeni sözler Türk kökünden gelecektir. Beynelmilel söz, beynelmilel istılah yok... Biz komünistliği, kozmopolitliği, masonluğu, vatansızlığı hatırlatan beynelmilel sözünden tiksiniyoruz. Dünyada yabancı dilden söz almamış hiçbir dil yoktur demek kuvvetli bir itiraz değildir. Böyle hiçbir dil olmadığı halde Türkçenin böyle olması fena mıdır?" "Bu iş başarılamaz diyen bedbinler var... Ne çıkar? Biz yüzde yüz yapmak için çalışırız. Yüzde yetmiş muvaffak olursak kayıp mı ederiz?" Yazı, Türk gencine hitap eden bir paragrafla sona eriyor: "Türk genci! Bu işte senin vazifen yazı ve konuşma dilinde yapabildiğin kadar az yabancı söz kullanmak, sana gösterilecek yeni Türkçe sözleri ezberliyerek benimsemek ve bu işin büyük ülküden bir parça olduğunu daima hatırlamaktır." (s. 25-26). 1940'ların başında da Atsız, eski Türk sözlerinin diriltilmesi ve kurallara uygun kelimeler türetilmesi anlamında öz Türkçecidir. Besim Atalay'ın Türk Dilinde Ekler ve Kökler kitabını tanıtmak üzere 7 Haziran 1942 tarihli (38. sayı) Çınaraltı dergisine yazdığı bir yazıda şöyle der: "Bir kısım ölü eklerin ve kelimelerin dirilmeyeceğini söyleyerek başka dillerden kelime almak taraflısı oluyorlar. Bir kısım ise eski sözlerin diriltilerek Türkçenin saf Türkçe haline gelmesini, yabancı hiçbir unsura muhtaç olmamasını istiyorlar. Ben ikinci fikre taraftarım ve ölü İbrani dili bile dirildikten sonra, kahraman bir ırkın dili olarak yaşayan Türkçedeki ölü kelimelerin biz istersek, dirilebileceğine inancım var. Yalnız şunu da derhal söyleyeyim ki yeni kelimeler yapılırken bunların Türk dili kaidelerine uygun olmasını isterim. Uydurma 'üçgen' bana uydurma olmayan 'müselles'ten daha yakın geliyor." (Atsız, Mart 2015: 212). Yine Çınaraltı dergisine yazdığı "Dil Meselesi" yazısında Atsız, Kazaklardan örnek vererek Türkçeciliği savunur: "Meselâ Batı Türkistan'ın şimalinde yaşayan Kazak Türkleri yarı gö çebe halinde dört beş milyon kişi oldukları halde çok milli bir dilleri vardır. Kazaklar gayet sessiz, normal insanlar oldukları için fazla münakaşa etmezler. Kazaklığa, Kazak diline aykırı bir şey uydurmak hiçbirinin akkna gelmez. Yeni yeni aldıkları ilimlerin istilahları hep Kazakçadır. Dillerine yabancı bir kelimenin girmesine imkân yoktur. Girer ama Kazaklaşmak şartıyla girer. Meselâ Kazaklar Müslüman oldukları için peygamberin adını çok kullanırlar. Fakat onlarda 'Muhammed' yahut bizde olduğu gibi 'Mehmet' adını boşuna aramayınız. Muhammed, Kazağın dilinde 'Membet' olmuştur. 'Ebülhayır' ve 'Cihangir' isimleri 'Abılay' ve 'Çangır olmuş tur. Hele Seyit Ahmet'i dünyada tanıyamazsınız. Çünkü 'Saydak' şekline girmiştir." (Kirişçioğlu 2017: 86'dan). 05 Ocak 1934 tarihli Orhun'un 3. sayısındaki yazının başlığı "X Meselesi" dir. Alfabemize x ve w harflerinin alınıp alınmaması, o sıralarda gazetelerde tartışılmıştır. Bu vesileyle Atsız, alfabedeki eksikliklerden bahseder: "Bugünkü elifbemiz bugünkü Türkçe için çok eksiktir. Bazen iki sedayı bir tek şekille gösterdiğimiz için dilimizin zenginliği kaybolmaktadır. Hele iki harfimiz vardır ki onlar için ayrı işaretler kabul olunmadıkça Türkçede birçok iltibasların önüne geçmek kabil olmayacak, netice itibarıyla da dilimiz yoksul bir dil halinde kalacaktır." (s. 49). Atsız'a göre alfabemizde eksik olan iki harf vardır: Açık veya kapalı e ve sağır nun (damak n'si). İki e yerine tek e bulunması anlam karışıklığına yol açmaktadır. "Memleket" anlamındaki kelime el şeklinde, organ olan kelime äl şeklinde yazılmalıdır (s. 49). "İstanbul Türkleri müstesna olmak üzere hemen bütün dünya Türkleri'nin telaffuz ettiği sağır nun", ötekinden de önemlidir. Bu sesin bulunmayışı da karışıklıklara yol açar. Birinci şahıs zamiri ben şeklinde, insan vücudundaki siyah leke ise beŋ şeklinde olmalıdır. Aynı şekilde "doğan çocuğun zarı" son, "nihayet" anlamındaki kelime soŋ'dur. Sağır nun'un eksikliği cümlelerde de karışıklığa yol açar. "Ahmedi al, evine git" cümlesinde kimin evine gidileceği belli olmaz. Onun (Ahmet'in) evine mi, sen, kendi evine mi, bu belli değildir. Oysa evine yazılsa “sen, kendi evine" anlamı çıkar. Söz ettiği karışıklıkların giderilmesi için Atsız ä ve ŋ harflerinin alfabeye eklenmesi gerektiğini belirterek yazısını bitirir (s. 49-50). Yıllar sonra, 19 Ekim 1951 tarihli Orkun dergisinde (55. sayı) Atsız imla ve dil konusuna tekrar döner. Ona göre alfabeye üç veya dört harf eklenmelidir. İmlanın hâlâ mazbut bir hâle getirilmemiş olması da medenî bir millete yakışmaz (s. 2). Alfabedeki eksik harfler konusunda Atsız ısrarlıdır. Sonraki birçok yazısında alfabemize birkaç harf eklenmesi gerektiğini belirtmiştir. 1971 sonundaki yazılarından birinde eklenmesi gereken harfler de belirtilmiştir: "Özellikle 'kapalı e', 'sağır nun' ve 'hi-kh' harfleri, hattâ 'kalın k' için ayrı bir işaret mutlaka lâzımdır. Bir milletin kültürü kolay alfabeye bağlı olsaydı İngilizler'in, hele Japonlar'ın bugün emekleme çağında olmaları gerekirdi. Türkçenin ilkel bir dil seviyesinden kurtulması için bu üç dört harfin eklenmesi ve imlânın kesin şekilde tesbiti lâzımdır.” (Ötüken 96, Aralık 1971: 5). "Milli Kültürü Koruma Kanunu” başlıklı yazıda Atsız başka dil konularına da dokunur. Okullarda hâlâ “mazbut ve müşterek bir gramer" yoktur. "İlmî terimler orta öğrenimde başka, yüksek öğrenimde başkadır.” Millî kültüre ve dilin yapısına aykırı adlar ve soyadları vardır. Bay ve bayan gibi "uydurma unvanlar adların başına gelmekte ve kaç yüzyıllık geçmişi olan 'beğ', 'hanım', ‘ağa', 'paşa' gibi kelimeler atılmış bulunmaktadır.” Kiraz Sokak, süvari teğmen, piyade yüzbaşı gibi iyelik eksiz tamlamalar da dili bozmaktadır (Orkun 55, 19 Ekim 1951: 2). Tamlamaların iyelik eksiz kullanılması da Atsız'ın sık sık temas ettiği bir konudur. Ötüken dergisinin 59. sayısında (Kasım 1968) çıkmış bulunan "Bozulan Türkçe" başlıklı yazıda ele aldığı bozuk kullanımlardan biri, yine, istihkâm teğmen, muhabere yüzbaşı, tank binbaşı, güverte yarbay, hava general gibi iyelik eksiz kullanımlardır (s. 3). Kadıköy, Göztepe, Tınaztepe, Adatepe gibi coğrafya isimlerindeki iyelik eksiz kullanımları ise Atsız, kaynaşıp tek kelime hâline gelmiş “birleşik isim" kabul eder (Ötüken 59, Kasım 1968: 3). Atsız'ın üzerinde durduğu önemli dil yanlışlarından biri de zamirlerin -le eki ve gibi, kadar, için edatlarıyla kullanılırken ilgi hâli ekinin kullanılmamasıdır. Benle, senle, ben gibi, sen gibi, ben kadar, sen kadar, ben için, sen için gibi kullanımlar yanlıştır; doğru biçimler benimle, seninle, benim gibi, senin gibi, benim kadar, senin kadar, benim için, senin için biçimleridir (Ötüken 59, Kasım 1968: 4). Atsız'ın dil konusundaki en önemli yazılarından biri Ötüken dergisinin Aralık 1968 (60. sayı) sayısında çıkmış bulunan "Edebî Dil" başlıklı yazıdır. Yazıda edebî dilin koruyuculuğu ve birleştiriciliği açık bir şekilde vurgulanmıştır: "Medeni milletlerin dilleriyle iptidai toplulukların dillerini birbirinden ayıran en büyük fark medenî dillerin çok geç ve güç değişmesine karşılık ötekilerin kısa zamanda tanınmaz hale gelmesidir. Bunun sebebi birincilerde yazının ve ortaklaşa bir edebî dilin var oluşudur. Ortaklaşa edebî dil, söyleyişin değişmemesini sağlayan bir ilâçtır. Yahut, söyleyiş değişse bile yazının (imlânın) aynı kalması sayesinde insanlar ve nesiller arasındaki bağlantıyı kuran bir faktördür." "Bir milletin bütün fertleri aynı şekilde konuşamaz. Buna fizyoloji, iklim, görenek ve çevre engeldir. Bölgelerin, şehirlerin konuşmaları arasında fark vardır. Dilciler, bir ailede bile herkesin aynı şekilde konuşmadığını söyler. Bu farkların çoğalarak iki komşu şehir halkının bile birbirleri için anlaşılmaz ayrı diller konuşmasını önleyen başlıca sebep edebî yazı dilidir. Edebî yazı dili sayesinde bir milletin aydınları, okumuşları kelimeleri aynı şekilde okuyup söyleyerek bir tek ortak dilin var olmasını sağlarlar. Bu da millî birliğin temel şartlarından biridir." (s. 3). Hangi lehçe veya ağzın ortak edebî dil olacağını zaman ve milletin kültür akışı belirler: “Bir milletin içinde hangi dilin, yahut hangi lehce veya ağzın ortak edebî dil olacağı meselesini zaman ve o milletin kültür akışı tayin eder." "Türkiye'deki edebî dil, İstanbul Türkçesidir. Bu, İstanbul'un bir imtiyazı değil, Osmanlı cihan imparatorluğu çağında, imparatorluğun her yanından gelerek kültür ve saltanat merkezinde birleşen büyük edebiyatçıların ortaya koyduğu bir eserdir. İstanbul Türkçesinde hem Anadolu'nun, hem de Rumeli'nin tesiri vardır. Bu dile Arapça ve Farsçadan birçok, Balkan dilleriyle Macarca ve İtalyancadan bir hayli kelime girmesine rağmen yapı aynı kalmış, yani Gök Türkler zamanındaki cümle yapısı değişmemiştir." *** Atsız'ın üzerinde önemle durduğu noktalardan biri de Türk dünyası dil birliğidir. O, Türk dünyasının dil birliğine doğru gidişini Sovyetlerin engellediği kanaatindedir: "İstanbul Türkçesi yavaş yavaş Türkiye dışına taşarak bütün Türklerin edebî dili olmak istidadını gösteriyordu. Kırım Türklerinden Gaspıralı İsmail Beğ'in himmetiyle Kırım, Kazan ve Türkistan Türklerine doğru ilerleyen bu yayılışı 1917 komünist ihtilâli önledi. 'Milletlere hürriyet' gibi tarihin en iğrenç yalanıyla ortaya atılan Bolşevikler daha başlangıçtan itibaren milletleri, özellikle çok korktukları Türkleri yutup Ruslaştırmak için her türlü düzenbazlıklara başvurdular. Türkistanlıların ortaklaşa edebi dili olan Nevâyîlerin, Baburların güzel Çağataycasını ortadan kaldırarak mahalli ağızları ayrı dil diye öne sürdüler. Bunların alfabelerini iki defa değiştirerek birbirleriyle anlaşmalarını önlemeye çalıştılar. Bir yandan da Türkiye Türkçesinin Türkistanlılarla ortaklığını kesmek için edebî ve kültürel korsanlığa başlayarak yeni akımlar', 'ileri hamleler' diye Türkçenin yapısını bozmaya uğraştılar.” (Ötüken 60, Aralık 1968: 3). Birkaç yıl sonra yazdığı “Bir Millet Nasıl Çökertilir?” yazısında bu konuya tekrar dokunur: "Çarlık zamanında tek alfabe ve tek edebî dili olan Türkler'i önce Kazak, Özbek, Kırgız, Türkmen, Karakalpak, Oyrat, Başkurt, Tatar, Azerî, Kırım gibi parçalara bölüp bunlara ayrı alfabeler hazırladılar. Beş on yıl sonra bu alfabeleri değiştirerek Kiril harfleriyle karışık, gayet berbat ve Türk lehçelerinin hakkını vermekten âciz yeni alfabeler çıkardılar. Çağatayca'nın devamı olan edebî dili kaldırarak yerli halk ağızlarını ayrı millî diller haline getirmeye çalıştılar.” (Ötüken 88, Nisan 1971: 3). *** 1933'te Öz Türkçeci olan ve bütün kelimelerin Türkçe köklerden gelmesini savunan Atsız, kendi yazılarında tamamen bu yola sapmadığı gibi uydurmacılığa giden Öz Türkçecilik konusunda da bir hayli temkin"Türklidir. Onun Türkçeciliği, “terimleri Türk köklerinden üretme”, çeyi ve Türkçeleşmiş olanı” tercih etme ile sınırlıdır. Program mahiyetindeki "Türk Milletine Çağrı" yazısında dilin zenginliğiyle birlikte bu tutum da açıkça belirtilir: "Büyük devlet olmanın şartlarından biri de, zengin ve kudretli bir dile sahip olmaktır. Millî ihmaller dolayısıyla gelişmemiş olan kökü kuvvetli dilimizi, büyük bir bilim ve sanat dili haline getirmek ihmal olunamiyacak bir davamızdır. Ne melezleştirilmiş eski dil, ne de öztürkçe denilen uydurma dil, büyük bilim ve edebiyat dili olamaz. Terimleri Türk köklerinden üretme, konuşma dilinde Türkçeyi veya Türkçeleşmişi seçme esasında olan bir 'Arınmış Türkçe'ye taraftarız." (Millî Yol 6, 2 Mart 1962: 14). Ötüken dergisindeki çeşitli yazılarında öz Türkçe kelimeleri eleştirir: "Bizde ise böyle dil zevki gibi noktalara aldıran yok. 'İnkılap yerine uydurulan 'devrim' ile 'hayat' yerine uydurulan 'yaşantı hiç şüphesiz Türkçeyi hiç bilmeyen cehele-i fecerenin karîha-i sabihasından çıkmış uydurma ve iğrenç 'tilcik'lerle, 'tümlerle, 'ya dalarla konuşan kültür maskaraları..." (Ötüken 59, Kasım 1968: 3-4). tır." "/ "Her taşın altında komünist arayanlardan değiliz. Fakat Türkçeyi yıkmaya çalışan akımın Türkiye'de Moskofçular tarafından nasıl desteklendiğini her günkü gazete yazılarında görüyoruz. Türkçenin kaidelerine, zevkine, selîkasına tamamiyle aykırı düşen uydurmaca kelimeler yetmiyormuş gibi bir de cümle yapısını tersine çevirerek Türkçeyi Turan dil grubundan ayırmak gibi hain ve iğrenç bir düşünce alıp yürümüştür." (Ötüken 60, Aralık 1968: 3). "Ben ne son yılların ortaya döktüğü, çoğu solcu olan özleştiricilerdenim, ne de sınırımı aşarak bildiklerim dışında nazariye ileri süren iddialı bir insanım." (Ötüken 82, Ekim 1970: 4). Türkçenin cümle yapısı konusunda Atsız çok titizdir. Devrik cümlenin, Türkçenin binlerce yıllık yapısını bozduğu kanaatindedir: "Dil, bir milletin binlerce yılda yaratıp işlediği bir zekâ ve duygu hazinesidir. Yetmiş seksen milyon Türk'ü birbirine ve bizi binlerce yıllık geçmişe bağlayan sosyal bir türedir... Bu dilin en temel kaidesi olan 'fiilin sona gelmesi'ni değiştirmekle cümle yapısını bozanlar bununla güzel bir söyleyiş yaptıklarını sanıyorlarsa kendilerine bildirelim ki sadece gülünç ve iğrenç oluyorlar. Fiilin başa veya ortaya gelmesi ya şiirde, ya da nesrin pek ender bazı hallerinde (heyecan, öfke, sevinç gibi) caizdir. Fakat iki üç cümlede bir bu kaideyi bozmak, Türkçeyi yıkmak için yapılan sinsi bir davranıştan başka bir şey değildir." (Ötüken 60, Aralık 1968: 4). Yer adlarının Türkçeleştirilmesi de Atsız'ın üzerinde durduğu konulardan biridir. Aydın, Bayındır, Ödemiş... Yeşilırmak, Kızılırmak, Göksu gibi yer adları vaktiyle nasıl Türkçe olarak konmuşsa şehirlerimizin yabancı adları da Türkçeleştirilmeli ve onlara fatihlerinin adları verilmelidir: "Zarar yok, ansiklopedilerin bazı maddeleri değişsin, varsın yabancılar biraz bocalasın. Biz 'Bursa'ya 'Orhankent' yahut 'Orhanbalk'; 'Edirne'ye 'Muradkent' yahut 'Muradbalk' diyelim de bu topraklarda maddeden isme kadar her şeyi Türk yapalım da dünya ne derse desin." (Ötüken 90, Haziran 1971: 3). 1951 Ekim'inde Orkun dergisinde "Millî Kültürü Koruma Kanunu" başlıklı bir yazı yazan ve dil konusunda yapılması gereken bazı hususları belirten Atsız, Ötüken dergisinin Ağustos 1971 sayısında (92. sayı) yazdığı "Malazgird'in 900. Yıl Dönümü ve Millî Kültür” başlıklı yazısında da Türkçenin korunma ve geliştirilmesinden bahsederek bir Díl Akademisi kurulmasını teklif eder: "Türk kültürünün baş unsuru olan Türkçeyi korumak ve geliştirmek derken, tabiî okullarda öğretilecek sağlam dil bilgisini, sekizinci yüzyıldan beri temel eserleri bilinen Türkçe eserlerden seçme parçaları, Türk lehcelerini kastediyorum. Bu vatanın 'Türkeli' olması için bütün coğrafya isimleriyle her türlü ticarî, ilmî, iktisadî, kültürel ve turistik kuruluş adlarının Türkçe olmasını, bir Dil Akademisi kurulmasını ve utanç verici şekilde hâlâ tesbit edilmemiş bulunan imlânın kesin hal almasını, Türk tarihinin millî şuur ve menfaat açısından tedvinini ve Türkiye'de ne kadar Türk mimari eseri varsa hepsinin onarılarak yıkılmaktan kurtarılmasını kastediyorum." (s. 5). Son olarak Atsız'ın dil ve imla konusundaki bazı tekliflerinden bahsetmek gerekir. Orhun dergisinin 10-14. sayılarında yer alan ve "Türkçülere Birinci Teklif”, “Türkçülere İkinci Teklif” başlıklarıyla verilen kısa yazılarda Atsız şu tekliflerde bulunmuştur: 1. Numara kelimesi No. olarak değil Nu. olarak kısaltılmalıdır. 2. Maddeler sıralandığı zaman a, b, c, d... şeklinde değil; a, b, c, ç... ğ,h, i şeklinde sıralanmalıdır. 3. Ara yönler kuzay-doğu, kuzay-batı, güney-doğu, güney-batı şeklinde araya çizgi konularak yazılmalıdır. 4. Sayı sıfatları rakamla yazılırken isimlerden sonra değil, önce yazılmalıdır: Mehmed I değil, I. Mehmed, Alay V değil, V. Alay. 5.) Yeni doğan çocuklara Türkçe adlar verilmelidir. Atsız'ın teklifleri daha sonraki dergilerde de tekrarlanmış ve Türkçülerin bir kısmı da bunları uygulamışlardır. *** 1940'larda Atsız, Besim Atalay'ın Türk diliyle ilgili iki yayınını da tanıtmıştır. “İki Mühim Eser” başlıklı yazısında tanıttığı eserlerden biri Atalay'ın Divanü Lugat-it-Türk yayınının tercüme ciltleridir (Çınaraltı 17, 29 İkinciteşrin 1941). Atalay'ın Türk Dilinde Ekler ve Kökler kitabını da bu başlık altında tanıtır (Çınaraltı 38, 13 Haziran 1942). Diğer eser İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın Osmanlı Teşkilatına Methal'idir. Edebiyat: Edebiyat ve sanatın ne olduğu konusunda Atsız ne diyor, ance ona bakalım. Estetik ve nazariyat kitaplarında çoğu defa karmaşık ifadelerle anlatılan sanat ve edebiyat kavramları, Atsız'ın 1940 ta yayımladığı Türk Edebiyatı Tarihi'nde çok açık bir dille anlatılmıştır: "İnsanlarda alelade duygulardan ve düşüncelerden başka bir de bedii duygular ve yüksek düşünceler vardır. Güzel sanatlar dediğimiz bilgi şubeleri bu bediî duygulardan ve yüksek düşüncelerden doğar. Bedii duygu demek güzellikler ve iyilikler karşısında duyulan yahut güzellik ve iyilik yaratmak kabiliyetinde olan duygudur. Yüksek düşünce de günlük düşüncelerin üstünde iyiyi, doğruyu, güzeli yaratacak olan düşüncedir. Yani bediî duygu ve yüksek düşünce demek insan duygusunun ve düşüncesinin yaratıcı tarafı demektir." "İşte bu bediî duygularla yüksek düşüncelerin söz ve yazı ile ifadesine edebiyat... deriz..." Türk Edebiyatı Tarihi'nin 1992, 1997 ve Mart 2015 baskılarında "edebiyat deriz" yerine yanlışlıkla "heykeltıraşlık ve mimarlık deriz" yazılmıştır. "Bediî duygu ve yüksek düşüncenin söz ve yazı ile ifadesine edebiyat denir. Bu tarife göre edebiyat çerçevesine giren eserlerin pek az olması icap eder. Çünkü okuduğumuz pek çok şiir, hikâye ve romanın bediî duygudan, yüksek düşünceden mahrum olduğunu görüyoruz. Fakat buna rağmen böyle birçok eserler edebiyat çerçevesine girer. Çünkü bir milletteki halkın hepsi aynı seviyede değildir. Türlü seviyelerde ve türlü düşüncelere malik insan kümeleri vardır. Bazı eserler yüksek düşüncelerin ve bediî duyguların mahsulü olmamakla beraber bir sınıf halk tarafından sevilir, tutulur. Bu eser o sınıf için iyi, güzel ve yüksektir. Bundan dolayı muhtelif seviyelere hitap eden eserleri edebiyat adı altında toplarız. Fakat hiç şüphesiz asıl edebî eserler yüksek kültürlü ve milli seciyesi kuvvetli insanlara hitap eden edebiyattır. Ötekilerine ise 'sınıf edebiyatı' veya 'zümre edebiyatı' demek daha doğrudur." (Atsız, 1943: 1). Atsız, çıkardığı dergilerde doğrudan doğruya sanat ve edebiyatla ilgili yazılar yazmamıştır. Edebiyat ve edebiyatçılar hakkındaki bazı düşüncelerini, çeşitli vesilelerle yazdığı muhtelif yazılarında buluruz. Romanlarını olgunluk yıllarında yazan Atsız, şiir yazdığı gençlik yıllarında edebiyatla biraz daha fazla ilgilidir. Atsız Mecmua'daki birkaç tanıtma ve eleştiride edebiyat konularına ve günün edebiyatına dokunur. Atsız Mecmua'nın 4. ve 5. sayılarında çıkan "İzmirden Sesler' Hakkında" başlıklı yazısında Atsız'ın şiir vezinleri hakkındaki düşüncelerini ve edebiyat anlayışını buluruz. Atsız'ın bu düşünceleri daha sonraki yıllarda da pek değişmemiştir. Bu sebeple, İzmir'de yayımlanan ve altı şair ile bir hikâyecinin eserlerini içine alan “İzmirden Sesler" kitabını değerlendiren bu iki yazıdaki fikirleri genişçe ele almanın uygun olduğunu düşünüyorum. "Artık 'sanat için sanat' yok. Bundan sonra 'millet için sanat' var." diyor Atsız: "Artık devir değişmiştir. İlmi, fikriyatı, fenni, sanatı, akla gelen her şeyi yalnız muayyen bir gaye için kullanan veya kullanmak istiyen içtimaî rejimlerin kuvvetlendiği bir asırda hâlâ şairane iç çekişlerle vakit geçirmek, zaten, günah olurdu. Onun için yeni şairlerimizde 'sanat için sanat' düşüncesinin görülmemesi bizi sevindiriyor. Çünkü 'yemek için yemek' ne kadar gülünçse ve nasıl bir oburluğu yani zevksizliği gösteriyorsa 'sanat için sanat' da o kadar gülünçtür ve ideal zevksizliğini gösterir." "İzmir'den Sesler" kitabının şairlerinde Atsız, "daima inleyen, marazî" ses yerine "vatandaşlarının dertlerini de terennüm eden" "erkekçe bir ses" bulmuştur ve bu ses, onun sanat görüşüne uygundur: "Biz genç şairleri daima inleyen, marazî ve kelebek bir aşk terennüm eden, dünyayı yalnız sevgilisiyle kendisinden ibaret sanan, âciz ve cılız mahluklar olarak görmeye alıştığımız için, böyle bir vatan köşesinden çıkan erkekçe bir ses bize çok munis geldi. Okuyunca gördük ki bu Türk çocukları artık yalnız kendilerinin sahici yahut yalancı sevgilerini değil, ıstırap çeken, haksızlığa uğrayan vatandaşlarının dertlerini de terennüm ediyorlar." (s. 118). Genç şairlere acele etmemelerini, sabır göstererek yazdıkları üzerinde işlemelerini tavsiye eden Atsız şöyle devam eder: "Fakat bizi yetiştiren bu toprağın yazılacak o kadar şiirleri var ve toprağı yaşatmak için ölenler o kadar büyük bir destana muhtaç ki, bunların yanında bizim kuşlarımız pek küçük ve ehemmiyetsiz kalır. Yazılarınız çok güzel olup da yalnız kendinizden bahsedecekse susun.. Daha az güzelini, fakat daha çok bizim olanını yazınız." " (Atsız Mecmua 5, 15 Eylül 1931: 119). (Atsız burada, Kâmran Cezmi adlı genç şairin, aşkını anlatmak üzere kullandığı "köşkte saklı ufacık bir kuş" mecazına gönderme yapmaktadır.) Bu yazıda Atsız'ın bazı şairler hakkındaki değerlendirmelerini de buluruz. Yedi Meşalecileri, "bu hayattan, bu cemiyetten, bu muhitten yeni bir şiir yaratmağa" çalıştıkları için takdir eden Atsız, onların yazdıkları üzerinde işlememelerini de kusur olarak görüyor ve şöyle diyordu: Genellikle hamasî ve gür sesli şiirleriyle tanınan Atsız'ın lirik ve kendi dünyasını yansıtan çok güzel şiirleri olduğunu da hatırlamak gerekir. "Yedi Meş'ale şairlerinden birisi, hiç düşünmeden, âdeta mihaniki surette şiir yazmakla öğünüyordu. Yedi Meş'ale bunun için çabuk söndü. Halbuki insan, zaman geçince, eserinde o kadar yanlışlar buluyor ki.. Ve sonra Yahya Kemal'in muvaffakiyeti şiirlerini 'yıllar içinde vücuda getirmesinde değil midir?" (s. 118) Yahya Kemal'i Atsız örnek gösterir ama arkasından küçük bir tenkidi de vardır: "Ben genç arkadaşlarıma, bir manzumeyi yıllarca düzeltiniz demiyorum. Çünkü görülüyor ki, onların hiçbiri Yahya Kemal gibi heyecansız değildirler." Yahya Kemal için kullanılan "heyecansız" sıfatı ilgi çekicidir. Acaba hemen aşağıda kullandığı “manevî atalet ve miskinlik" ifadelerinde de başka şairlerle birlikte bilhassa Yahya Kemal'e de bir gönderme var mıydı? "Dünkülerin faik olduğu bir tek nokta sabırlarıydı. Bu belki onların manevî atalet ve miskinliklerinden ileri geliyordu." (s. 119). Atsız'ın, "Faruk Nafizin güzel ve kudretli şiirleri” olduğunu söyleyerek “Günümüzün en kuvvetli şairi Faruk Nafiz'dir.” (s. 93) değerlendirmesini de kaydetmemiz gerekir. "İzmir'den Sesler" kitabını tanıtan yazısında bence en önemli noktalardan biri de Atsız'ın vezin hakkındaki görüşleridir. Atsız'a göre aruz "bize büsbütün yabancı" değildi; binlerce Türk şairi tarafından işlenmişti: "Aruz veznini, yalnız, bize yabancı olduğu için bırakmadık. Zaten, artık aruzun bize büsbütün yabancı olduğu da iddia olunamazdı. Çünkü 8-9 asırdan beri Türk şiirine giren, binlerce Türk şairleri tarafından işlenen aruzun üzerinde, hiç şüphesiz, bizim de büyük bir hakkımız vardı. Binaenaleyh biz, hece kadar olmasa bile, yine kendi malımız olan aruzu, kısmen de artık tekâmülünün son safhasına vardığı için bıraktık. Aruzla en güzel, en ahenktar Türkçe şiirler yazıldıktan ve artık daha güzellerinin yazılmasına imkân kalmadıktan sonra, Türk milleti, eğer hamle yapmak istiyorsa, elbette aruzu bırakacaktı. 11 inci asrın mahsulü olan ve Türkçe ile bir türlü uyuşamayan 'Kutadgu Bilik' aruzu ile, yirminci asırda yazılan Faruk Nafizin güzel şiirlerinin Türkleşmiş aruzu arasında ne büyük fark vardır." (s. 93). Hece vezni ise yeteri kadar işlenmemiştir; fakat artık meydan hecenindir: "Hece ise, öz malımız olmasına rağmen, uzun zaman münevver şairlerimiz tarafından bırakılarak yalnız halk şairlerimiz tarafından kullanıldığı için, istenildiği kadar işlenmemiştir. Karaca Oğlan gibi, Dadaloğlu gibi şairlerin elinde çok hamasî ve lirik parçalar halini almış olmasına ve son mahsulleri arasında bilhassa Faruk Nafizin güzel ve kudretli şiirleri bulunmasına rağmen hece henüz tekâmülünün başlangıcındadır... (Artık) meydan ve söz hecenindir. Hece vezninin bırakılması için onun da tekâmül etmesi, büyük şairler ve dâhi şairler yetiştirmesi, sesi asırların üstünde çınlayacak şahsiyetler yaratması lâzımdır. Günümüzün en kuvvetli şairi Faruk Nafizdir. Fakat o, Yunus Emre ile, Nevaî ile, Baburla, Fuzuli ile, Nedim'le, Namık Kemalle, Hâmit'le kıyas olunabilir mi? Hatta Köroğlu'nun Bolu Beyine meydan okuyan koşması kadar kuvvetli kaç şiir yazmıştır?" (s. 93). Ömrünün sonuna kadar serbest vezinli şiire itiraz eden Atsız'ın bu konudaki ilk satırları da bu yazıdadır: "Gazete ve mecmua sütunlarında zaman zaman; fütürist, serbest vezin, Bolşevik şiiri adını alan, ve vezinsiz ve kafiyesiz yazıldığı için acemi şairlerin daha çok işine gelen bir takım şiir karikatürleri görülmekle beraber, meydan ve söz hecenindir." (s. 93). 1935'te Nâzım Hikmet'e karşı yazdığı kitapçıkta da serbest vezinle ilgili düşüncelerini belirtir: "Şiir vezinle ve kafiyeyle olur. Böyle olmayan yazılara nesir derler... Nâzım Hikmetof Yoldaşın çok mukallitleri çıkıyorsa bu da o tarzın kolay oluşundandır. Çünkü vezin ve kafiyeli ve aynı zamanda mânâlı şiir yazmanın güçlüğünü anlayan kabiliyetsiz insanlar için başvurulacak yegâne yol vezinsiz, kafiyesiz, manasız, mantıksız yazı yazmaktan ibarettir." (Atsız 1992: 45-47). 1950'lerin başında yazmaya başladığı Ruh Adam romanında da Atsız, hemen hemen aynı görüşleri, romanın kahramanı Güntülü'ye söyletir: "Bugünlük aruz daha çok hoşuma gidiyor efendim. Ama bunun niçinine cevap verebilirim: Daha büyük üstatlar elinde işlenip olgunlaşmıştır. Zannedersem ilerde hece, ahenk bakımından aruzu geçecek, fakat heceyi tekâmül ettirecek büyük şairler aruzun ahenginden, musikîsinden çok istifade edeceklerdir. Belki de hece ile aruzun birleşip kaynaşmasından yeni bir vezin doğacak ve bu yeni vezin aruzun ritmini, hecenin mânâ kuvveti için elzem olan serbestliğini kendisinde toplayacaktır. Bugün serbest vezin denilen şeyi beğenmiyor ve bu türlü yazılara serbest vezinli değil, vezinsiz demenin daha çok yakışacağını zannediyorum." (Atsız 1972: 58-59). Güntülü'ye söyletilen fikirler hiç şüphesiz yazarın, yani Atsız'ın fikirleridir. Aynı sayfalarda Güntülü'nün sevdiğini söylediği şairler de Atsız'ın sevdiği şairlerdir: Fuzuli, Nedim, Namık Kemal, Abdülhak Hamit, Yahya Kemal, Faruk Nafiz, Ali Mümtaz Arolat (Atsız 1972: 54-55). Güntülü, roman olarak da Safiye Erol'un Ciğerdelen eserini beğenir ki bu roman, Atsız'ın da dostlarına, beğendiğini sık sık söylediği bir romandır. Ötüken dergisindeki bir yazısında da Ciğerdelen'i över: "Safiye Erol'un 'Ciğerdelen' adlı romanı da dehanın yanından sıyrılıp geçen çok kuvvetli bir eserdir ama rezilâne solcu eserlerin furyası arasında kaynayıp gitmiştir. Sinema için en iyi eserlerden biri de budur." (Ötüken 96, Aralık 1971: 9). Atsız Mecmua'nın 16. sayısında (15 Ağustos 1932) çıkan "Sadri Etem Bey'e Cevap" başlıklı yazısında da Atsız benzer görüşleri ifade eder. Ona göre medenî tekâmül, edebî tekâmül ile paralel yürümez ve edebî sahada Türkiye, 20 yıl önceye göre daha geridir: "Edebî tekâmül, her zaman siyasî ve medenî tekâmülle müvazi gitmez. Bugünkü Türkiye siyasî ve medenî sahada 20 yıl önceki Türkiye'den 80 yıl ilerdedir. Fakat edebî sahada 20 yıl önceki Türkiye'den geridir. Yirmi yıl önce Türk dehasının şiirdeki tecellisi olan Abdülhak Hâmit yazıyordu. Bugünün en kuvvetli şairi olan Faruk Nafiz bile bugünden ziyade düne mensuptur... XVIII inci asır bizim siyasî sukut zamanımızdır. Fakat edebiyatımız tekamülünde devam ediyor ve bir 'Nedim' yetiştiriyordu. Siyasî bir izmihlâl zamanı olan XIX uncu asırda ise Namık Kemal ve Hâmit meydana çıkmıştı." (s. 87) Yıllar sonra Kültür Bakanı'na yazdığı bir açık mektupta da Atsız, Hâmid'i yüceltir ve eserlerini bakanlığa tavsiye eder: "Abdülhak Hâmid'in piyes olarak yazdığı 'İlhan', 'Tarhan', 'Tayflar Geçidi', 'Ruhlar' ve 'Arzîler' adlı birbirinin devamı olan eserler de millî, ahlâkî ve felsefi bakımdan birer şaheserdir ki filme alınması büyük bir başarı olacaktır. Bir kısmı dünyada, bir kısmı ahrette ve ruhlar âleminde geçen bu eserleri (ki Hâmid beşine birden 'Kanbur' ortak adını vermiştir) filme çekmek, çekebilmek bir sinema harikası olacaktır. Bu eserlerde Hâmid'in dehası ve milliyetçiliği fışkırmaktadır. Bunları gördükten sonra da Shakespeare'in mi, Hâmid'in mi daha üstün olduğu anlaşılacaktır." (Ötüken 96, Aralık 1971: 9). Atsız'ın divan edebiyatına ait bazı görüşleri de, Hasan Âli'nin Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış kitabını eleştiren "Alaylı Âlimler” başlıklı yazısında bulunmaktadır. Atsız burada divan ve halk edebiyatını da karşılaştırmaktadır: "Divan edebiyatında Türk duygusunun kaybolduğunu kimse çıkıp da iddia edemez. Divan edebiyatı zümresine mensup bir iki serserinin Türk kelimesini kötü mânâda kullanmış olması bütün divan edebiyatını körükörüne kötülemek için bir sebep değildir. Halk edebiyatı zümresinden yetişen bazı şairler de Türk kelimesini tahkir yerinde kullanmışlardır... Divan edebiyatı bugün ölmüştür, tarihe karışmıştır diye arkasından söğmek dürüstlük değildir. Çünkü o edebiyat asırlarca bu milletin münevver zümresi tarafından sevilmiş ve bu milletin hissî olduğu kadar hamasî ve vatani duygularına da makes olmuştur. Kaldı ki biz H. Âli Beyin şahsen divan edebiyatı meclûplarından olduğunu bilenlerdeniz. Kendisi şunu elbette bilir ki halk edebiyatı zümresinden, meselâ Füzulî ile en uzaktan kıyas olunabilecek bir halk şairi çıkmış değildir... Halk edebiyatı da bizim edebiyatımızdır, severiz. Hele bugünün temayüllerine daha yakındır ve işlenirse ötekini de geçer." (Orhun 5, 21 Mart 1934: 104-105). Yine Orhun dergisinde birkaç ay sonra yayımlanan Edirneli Nazmi ile ilgili incelemesinde ise Atsız divan edebiyatı için olumsuz ifadeler kullanır: "Türkiye'de Osmanlı sülâlesi hâkim olduktan sonra acem taklidi divan edebiyatının kuvvetle yayılarak millî dil ve kültürümüzü şiddetle tehdit etmesi üzerine on beşinci asrın sonlarında Türkiye'de bir dilde milliyetperverlik cereyanı baş gösterdi." (Atsız, Mart 2015: 178). Dille ilgili düşüncelerinde de görüldüğü üzere Atsız, din ve medeniyet değiştirince Türklerin taklit yoluna sapmalarına karşıdır. Burada dile getirdiği de budur. Aslında o, divan edebiyatının millîleştiği ve edebiyatımızın zengin bir dönemini meydana getirdiği fikrindedir. Daha sonraki yazılarında da bu görülür. 1940'larda yazdığı “Koca Ragıp Paşa, Haşmet ve Fitnat Hanım Arasında Şakalar" başlıklı incelemesinde Atsız, 18. yüzyılın bu üç şairi hakkında değerlendirmelerde de bulunur: Koca Râgıp Paşa için "Osmanlı şairlerinin en büyüklerinden", "hikemî gazelin en büyük üstadı olan ve mısraları darbımesel haline gelen" nitelendirmelerini yapar. Haşmet'i "Osmanlı şairlerinin en ünlülerinden", Fitnat Hanım'ı da "kadın şairlerimizin başında gelen" olarak değerlendirir (Çınaraltı 3, 23 Ağustos 1941). 1971 yılında Kültür Bakanı'na yazdığı bir açık mektupta da Atsız, divan şairlerinden Zatî, Ahmed Paşa, Necatî, Hayali divanlarının Ali Nihat Tarlan tarafından neşredildiğini, bunların dışında kalan Bâkî, Fuzuli, Nedim ve Şeyh Galib divanlarının da ilmî usulle yayımlanmasını tavsiye eder (Ötüken 96, Aralık 1971: 7). 1974'te yazdığı bir yazıda ise divan edebiyatına karşı çıkanlara iyice öfkelidir: "Millî Eğitim Şûrâsı'nda birkaç öğretmen dünkü edebiyata sövüp saymışlar. Füzûlî'yi, Bâkî'yi batırmışlar. Bunlar Füzûlî'den, Bâkî'den bir mısraı bile anlayamayacak kadar aşağı olan cahillerdir. Onlar Füzuli'deki dehâyı, şiir inceliğini nereden anlayacaklar? Fikrî ve edebî seviyeleri ancak Nazım Hikmet'i, Orhan Veli'yi ve o makuleleri anlayacak kadardır." (Ötüken 129, Eylül 1974: 2). Atsız'da Edebiyat Tarihi: Edebiyat tarihiyle ilgili görüşlerini de Atsız, 1940'ta yayımladığı Türk Edebiyatı Tarihi'nin girişinde belirtmiştir. Bu eserde Atsız edebiyat tarihini "tarihin bir kolu” kabul eder. Edebiyat tarihi, "bir milletin edebî mahsullerini yahut başka bir tarifle duygu ve düşünce mahsullerini, tarih çerçevesi içinde, mütalaa eder." (Atsız, 1943: 2). 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında Türk tenkidinde, Hippolyte Taine ile Gustav Lanson'un görüşleri hâkim olmuştur. Taine’in “ırk, muhit, an” teorisine göre edebî eserler, ırkın, çevrenin ve zamanın ürünüdürler ve bu üç unsurun yansımalarını taşırlar. Lanson'a göre de edebiyat tarihi, medeniyet tarihinin bir parçasıdır. Atsız, Taine'in görüşünü ağaç benzetmesiyle dile getirir ve Türk edebiyatı tarihinin de buna göre incelenmesi gerektiğini ifade eder: "Bir ağacın yemiş verme şartlarını incelerken nasıl onun toprağını da göz önünde bulundurmak lâzımsa, edebî mahsullerin nasıl meydana geldiğini anlamak için de o devrin tarihini bilmek icap eder." Sadece siyasi tarih değil, "bütün medeniyet unsurlarının tarihi" de bilinmelidir. Aksi takdirde "edebî eserlerin doğuşundaki sebep ve neticeler iyi anlaşılamaz.” İşte bu görüşle Atsız, Türk edebiyatı tarihini şöyle tanımlar: "Türk edebiyatı tarihi demek, Türklerin en eski çağlardan günümüze kadar meydana getirdikleri duygu ve düşünce mahsullerinin asır asır, o asrın tarihi içinde mütalaası demektir." (Atsız, 1943: 2). Türk edebiyatını Atsız, üç tarih devresine göre "üç büyük karakter gösteren üç büyük bölüme" ayırır: İslamiyet'ten önceki Türk edebiyatı, İslamiyet'ten sonraki Türk edebiyatı, Batı medeniyeti çerçevesindeki Türk edebiyatı (Atsız, 1943: 2). Elbette bu ayrım, Fuat Köprülü'nün 1926'da yayımlanmış olan Türk Edebiyatı Tarihi'nden gelmektedir. Atsız'ın edebiyat tarihiyle ilgili ilk çalışması, aynı zamanda bir dil çalışması da olan Dîvân-ı Türkî-i Basit-Gramer ve Lügati adlı bitirme tezidir. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdiği 1930 yılında hazırladığı bu tez 111 sayfa olup Türkiyat Enstitüsü'nde 82 numarada bulunmaktadır (Sertkaya, Mayıs 2014: 142). Atsız bu eseri daha sonra dil, kültür ve edebiyat açısından ele alacak ve bu incelemesini Orhun dergisinde yayımlamaya başlayacaktır (Orhun 9, 16 Temmuz 1934). Fakat dergi kapatıldığı için inceleme yarım kalmış, bunun üzerine Atsız incelemesini XVI ncı Asır Şairlerinden Edirneli Nazmî'nin Eseri ve Bu Eserin Türk Dili ve Kültürü Bakımından Ehemmiyeti adıyla 1934'te bir kitapçık olarak yayımlamıştır. Atsız, Edirneli Nazmî'nin eserini dil, edebiyat ve kültür tarihi açısından incelemiş, eserdeki bazı cinas ve teşbihleri göstermiş, Türkçe kökenli kelimelerin de bir listesini vermiştir. Atsız'ın edebiyat tarihiyle ilgili diğer çalışmaları da ilk defa Orhun dergisinde çıkmıştır. Bunlar, Tonyukuk, Kül Tigin ve Moyunçur Kağan anıtlarının bugünkü Türkçeye aktarmalarıdır: "En Eski Türk Müverrihi: Bilge Tonyukuk" (Orhun 1, 5 Kasım 1933: 16 vd.). "İkinci Türk Müverrihi: Yulığ Tigin" (Orhun 5, 21 Mart 1934: 95 vd.). "Moyunçur Kağan' âbidesi" (Orhun 8, 23 Haziran 1934: 150 vd.). Nihayet 1940 yılında Atsız, bu çalışmalarını da içine alan bir edebiyat tarihi yazar: Türk Edebiyatı Tarihi. En eski çağlardan başlıyarak Büyük Selçüklülerin sonuna kadar. Aylı Kurt yayınları arasında çıkan eser 1940'ta ve 1943'te iki kez basılır. ( 1940'taki ilk baskıda eser "Karahanlılar devri edebiyatında" kalmıştır (Akün 1991: 90).) Türk Edebiyatı Tarihi'nde Atsız'ın destanlar hakkında bazı özgün görüşleri vardır. Destan tanımı açık ve sadedir. Destanın teşekkülü ve gelişmesi hakkındaki düşünceler de kısa cümlelerle ve anlaşılır bir dille yazılmıştır: "Destan, bir milletin eski zamanlarda başından geçen büyük hadiselerin halk dilinde edebî bir şekil almasıdır." "Bir milletin henüz yazısı yokken yaptığı büyük savaşlar, bu savas larda un alan kahramanlar bütün milletçe tanınırdı. Sonra bunlar babadan oğula geçe geçe bir takım eklentiler daha alarak büyür. İçine şiir ve hayal unsurları da karışır. Birkaç nesil sonra artık destan bütün milletin mali olmuştur. Böylece teşekkül eden ve her asır geçtikçe az çok değişikliklere uğrayan destan, günün birinde, yazının icat veya kabulünden sonra yazılır ve değişmez bir hal alırdı. Fakat uğradığı bütün değişmelere rağmen teşekkül ettiği zamanın umumî seciyesini taşır... Bir destan, teşekkül ettiği asırdan ne kadar sonra kâğıda geçirilirse geçirilsin, yine teşekkül ettiği asrin mahsulü sayılır. Çünkü onun temeli, esas fikirleri, esas unsurları teşekkül ettiği asra aittir." (Atsız, Mart 2015: 30). Atsız'ın İslamiyet'ten önceki Türk destanını "Yaratılış, Saka, Kun-O, Siyenpi, Gök Türk, Uygur” şeklinde altı bölümden oluşmuş, fakat devamı olan bir bütün şeklinde kabul etmesi de onun özgün biridir. Saka bölümünün Alp Er Tunga kısmını, Şehnâçıkarıp özetlemesi de özgün bir uygulamadır. Selçuklular çağının sonuna kadar getirdiği Türk Edebiyatı Tarihi'nde destan bahsinden sonra üç bölüm vardır. Atsız'ın hangi dönemleri hanbaşlıklar altında ele aldığını görmek için bunları veriyorum: İslamiyet'ten Önce Türk Edebiyatı: 1-Kunlar Çağında Türk Edebiyatı, -Gök Türkler Çağında Türk Edebiyatı, 3-Uygurlar Çağında Türk edebiyatı. Karahanlılar Çağında Türk Edebiyatı: 1-Destanî Edebiyat, 2-Halk Edebiyatı, 3-Klasik Edebiyat, 4-Dinî Edebiyat. Selçuklular Çağında Türk Edebiyatı: 1-Selçüklüler Çağında Tasavvuf Şairleri ve Tasavvufî Eserler, 2-Selçüklüler Çağında Dil Eserleri. Yukarıdaki bölümlerden anlaşılacağı üzere Atsız Türk edebiyatına bütüncü bir gözle bakmakta, hiçbir dönem ve türü dışarıda bırakmamaktadır. Halk edebiyatı da bizimdir, klasik edebiyat da; dinî ve tasavvufi edebiyat da bizimdir, ladinî edebiyat da. Atsız'ın edebiyat tarihi çalışmalarında destanların özel bir yeri vardır. Türk Edebiyatı Tarihi'nde yer alan "İslamiyet'ten Önce Türk Destanı" bahsinden sonra da destanlar üzerinde incelemelere devam etmiştir. 24 Aralık 1948 tarihli Yeni Sabah gazetesinin ikinci sayfasında “Edebiyat Bahisleri: Türk Destanı Üzerinde Çalışanlar", aynı gazetenin 31 Aralık 1948 tarihli nüshasında da yine ikinci sayfada "Fikir Hayatı: Türk Destanını Tasnif Etmek Tecrübesi” başlıklı incelemeleri çıkmıştır. Bu iki yazının da yer aldığı beş bölümlük bir dizi daha sonra Orkun dergisinin 30-34. sayılarında (27 Nisan 1951-25 Mayıs 1951) yayımlanmıştır. 1966'da ilk baskısı yayımlanan Türk Tarihinde Meseleler kitabının bütün baskılarında da "Türk Destanı Üzerinde İncelemeler” üst başlığı altında yer alan beş inceleme şunlardır: 1.Türk Destanı, 2. Türk Destanı Üzerinde Çalışmalar, 3. Türk Destanını Sınıflandırmak Tecrübesi, 4. Türk Destanını Nazma Çekme Teşebbüsü a) Oğuz Kağan Destanı, 5. Türk Destanını Nazma Çekme Teşebbüsü b) Kopuzlama ve Oğuzlama (Atsız 1966: 116-143). 27 Nisan 1951'de, Orkun dergisinin 30. sayısında çıkan "Türk Destani" başlıklı incelemesindeki şu cümle de bir tür tanımdır: “Geçmiş zamanı, tüller arkasından görülen belirsiz görüntüler gibi gösterip bizi büyük karanlıktan kurtaran, bir soyun geleceği hakkındaki ümitlerini hayal meyal belirten, bir milletin yüksek edebiyatının tohumlarını taşıyan millî destan, millî hazinenin en yüksek değerli mücevherlerinden birisidir. Fakat, bu mücevherin tam değerini bulabilmesi için yüksek bir sanatçının elinde, yıllarca işlenmesi, şekillendirilmesi gerekir." (Atsız 1966: 116). Türk destanını “bir nevi halk tarihi” gibi gören Atsız bu destanın “şiiriyet” ve “hamasîlik” taşıdığını da belirtir: "Dünyanın ve insanların yaratılışı hakkındaki parça ile Altay Türklerinin pek mahallî kalmış bazı destan parçaları bir yana bırakılırsa, Türk destanına, bir nevi halk tarihi demek mümkündür. Fakat efsanevî olanlardaki şiiriyet ile tarihî olanlardaki hamasîlik, manzum ve mensur büyük bir Türk destanı yaratacak olan sanatçı için baha biçilmez değerli unsurlardır." (Atsız 1966: 117). Daha sonra Atsız Türk destanlarındaki bazı bediî ve hamasî unsurları da sayar: "Türk destanlarına şöyle bir bakmak bile, onlardaki bediî ve hamasî unsurları görmeye yeter. Kadın güzelliği, kadının ilham verişi ve vefalılığı, kahramanlıkta ölçüsüzlük, iyiliğin her zaman kazanışı, atın insana sadık bir yoldaş olması, gafletin her zaman ceza görmesi, namusun ve şerefin hayattan üstün tutulması Türk destanlarında belli başlı unsurlardır." (Atsız 1966: 118). Aynı incelemede Atsız Türk destanını Yunan destanıyla da karşılaştırır: "Yunan destanı ile kıyaslandığı zaman, onlarınkinin daha çok efsanelerle dolu bulunmasına karşılık, bizimkinin tarihi olduğu, hemen dikkati çeker. Belki bu da, Türklerin mübalâğadan kaçan milli karakterlerinin bir sonucudur." (Atsız 1966: 117). Türk destanı hakkındaki bazı meseleleri de Atsız bu yazıda sorular hâlinde ortaya koyar: "Battal Gazi' destanı, Türk destanı mıdır, yoksa Türkçeye çevrilmiş veya adapte edilmiş bir Arap destanı mıdır? 'Köroğlu' destanı VII. yüzyıla ait bir Gök Türk destan parçası mıdır, yoksa XVI. yüzyıla ait bir Anadolu destanı mıdır? 'Manas' destanı X. yüzyıla ait bir Karahanlı destanı mıdır, yoksa XVII. yüzyıla ait bir Kırgız destanı mı?" (Atsız 1966: 119). "Türk Destanı Üzerinde Çalışanlar" adlı incelemesinde Gökalp'ın bazı destan uyarlamaları ile Hilmi Ziya Ülken'in birkaç uyarlaması üzerinde durur ve onları değerlendirir (Atsız 1966: 121-125). "Türk Destanını Sınıflandırmak Tecrübesi" adlı yazısında Zeki Velidi'nin Atsız Mecmua'daki uzun incelemesini ele alır ve onu çok önemli bir çalışma olarak değerlendirir. Ancak Zeki Velidi'nin, Danişmend Gazi destanını, Türk destanı saymamasına itiraz eder (Atsız 1966: 126-131). "Türk Destanını Nazma Çekme Teşebbüsü” adlı incelemesinin birincisinde Rıza Nur'un Uğuz Kağan Destanı uyarlamasını değerlendirir. İkincisinde ise Basri Gocul'un Kopuzlama ve Oğuzlama adlı çalışmalarını ele alır. Özellikle Basri Gocul hakkında olumlu değerlendirmelerde bulunur: "Basri Gocul bugün, belki kendisinin de farkına varmadığı, büyük bir iş üzerindedir. Acele etmeyişi, yazdıklarını boyuna değiştirmesi (bunu kendi söylüyor), durmaksızın çalışması onun başarısını hazırlayan sebeplerdir." (Atsız 1966: 132-143). *** Sayısı az olmakla birlikte Atsız, edebiyat ve kültür tarihimizle ilgili bazı yayınları zaman zaman tanıtmıştır. Bunlardan biri, Orhan Şaik Gökyay'ın 1938'de yayımladığı Dede Korkut kitabıdır. Atsız, Yücel dergisinin 48. sayısında (1939), kendisinin de yardımcı olduğu bu eser hakkında uzunca bir tahlil yazısı yazmıştır. 1971 yılında da "Sessiz Hizmet Edenler" başlığı altında iki eseri tanıtıyor: Kaya Bilgegil, Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma ve Şevket Rado, Yirmisekiz Mehmed Çelebi-Fransa Sefaretnamesi (Ötüken 86, Şubat 1971).
·
998 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.