Gönderi

Sahip olmak ya da Olmak
Mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye "sahip olmak" demek, onları ele geçirmek, kendine mål etmek. onlara egemen olmak ve dilediğince kullanmak anlamına gelir. Ama bu maddesel sahip oluşların sonu yoktur. İnsan hiç bir za- man yeterince şeye sahip olamayacaktır. Çünkü maddesel olan, elle tutulan aldatıcı ve geçicidir. Bu nedenle "sahip olmak" tut- kusundaki insanlar hep kendilerinden fazla şeye sahip olanları kıskanacak, az şeye sahip olanlardan ise, kendi mallarına göz di- kecekleri telaşı ile korkacaklardır./ "Olmak" ise "sahip olmak"ın karşıtıdır. Hiç bir şeyi elde et- meye, kendine mål etmeye ve ona egemen olmaya çalışmaz. "Olmak" herşeyi kendi bütünlüğü, canlılığı, yaşamı ve gelişimi içinde sevmek demektir. Böyle davranan bir insan, dışsal ve maddesel olana bağlanmaksızın kendini geliştirip, evrimleşme- ye çalışır ve insanlık bilinci ile diğer insan kardeşlerini sevmek, onlarla bir olmak arzusunu taşır. "Olmak" sözcüklerle tanımla- nıp, anlatılamaz. O, ancak yaşanılan ve içte hissedilen bir özel- lik, bir süreç, bir canlılıktır. İnsanların mutsuz olduk- ları bir toplumda yaşıyoruz. Yalnız, çeşitli korkular altında acı çeken, ruhen dengesiz, yıkık ve bağımlı olan bu insanlar, önce bütün çabalarıyla kendilerine boş zaman yaratmaya çalışırlar, sonra da bu zamanı "öldürebildikleri" ya da geçirebildikleri oranda sevinç duyarlar. Ne acı bir çelişki. Bencillik, bir davranış biçi- mi olmakla kalmaz, aynı zamanda kişinin karakterinin bir bölü- mü olarak da ortaya çıkar. Bencillik, insanının her şeyi yalnızca kendisi için istemesi durumudur. Bölüşmek yerine, sahip olmak kişiye haz verir. Sahip olmak tek hedef olunca, insan giderek da- ha açgözlü ve ihtiras sahibi olur. Çünkü ne kadar çok şeyi olur- sa, o kadar mutlu olacağını sanır. Böylelikle kişi, herkese karşı bir düşmanlık beslemeye başlar. →Açgözlülük, toplumdaki sınıflar arasında sürekli bir savaşa yol açar. Komünistlerin ve sınıfları ortadan kaldıracağını ileri süren diğer sistemlerin, sınıf mücadelelerine son verileceği yo- lundaki tezleri, hayalden öte bir şey değildir. Çünkü onların sis- teminin temeli de, sınırsız tüketim ilkesine göre kurulmuştur. Herkes biraz daha fazla şeye sahip olmak istediği sürece, sınıf- lar oluşacaklar ve bunlar da sınıflar, hatta giderek uluslar arasın- da savaşlara yol açacaklardır. Çünkü açgözlülük ve barış, bir arada olamazlar. İnsan değişmeli- dir ve bu zorunluluk ahlâkî, dinsel ve psikolojik bir gereklilik- ten de öte, insan soyunun sürebilmesinin tek çaresidir. Doğru yaşamak, yalnızca bazı ahlâkî ve dinsel yasalara uymak demek değildir. İnsanlık tarihinde ilk kez, insanlığın, fiziksel olarak varlığını sürdürebilmesi, kendi kalbindeki köklü değişikliklere bağlıdır. Bunun gerçekleşebilmesi için de, ekonomik ve sosyal düzenlerin, bireylere kendilerini değiştirebilme şansını ve cesa- retini verecek biçimde değişmeleri gerekmektedir. Tennyson şöyle yazıyor: "Çatlak duvarlar arasındaki güzel çiçek, Seni o çatlakların arasından alacağım, Tüm köklerinle birlikte elimde tutacağım. Küçük çiçek, eğer anladığım gibiyse her şey, Köklerin, yaprakların ve çiçeklerinle bir bütün olan sen, Tanrı'nın ve insanın ne olduğunu açıklıyorsun bana." Basho'un "Haiku"su da yaklaşık aynı şeyleri söylemektedir: "Dikkatlice bakacak olursam, Çalılıklar arasında görüyorum onları, Çiçek açan nazuna'ları!" →Goethe'nin benzer bir durumu anlattığı şiiri de, Tennyson ile Basho'nun anlayışları arasındaki farklılığa iyi bir örnektir: "Ormanda yürüyordum Öylesine ve kendimce, Ve hiçbir şey aramamak İşte buydu niyetim. Sonra, gölgeler arasında Bir çiçekçik gördüm, Yıldız gibi parıldayan, Bir göz gibi gülümseyen. Yerinden koparmak isterken onu, İncecikten bana: Solup, ölmemi mi istiyorsun Tutup, kopararak beni? deyiverdi. Onu kökleriyle birlikte, Hiç incitmeden çıkarıp, Güzel evin başındaki, Büyük bahçeye taşıdım. Büyük, sakin bahçede, Ektim onu yeniden. Şimdi o küçük, güzel çiçek Büyüyor durmadan, çiçek açıp, gülerek." Goethe'nin aşağıdaki kısa şiiri, "olmak" duy- gusunun kalitesini güzel ve duru bir biçimde anlatıyor: "Mülkiyet: Biliyorum ki ben, Ruhumdan akıp gelmek isteyen düşünceler dışında Hiçbir şeye sahip değilim. Biliyorum ki ben, Tatlı bir sevgiyi, küçük bir sevinci tattığım anlar dışında, Hiçbir şeye sahip değilim." ***Bauer'in: "Aşk, bütün Tanrısal olan şeyler gibi, insanın fiziksel ve ruhsal olarak kendisine teslim olmasını bekleyen, korkutucu bir Tanrıça'dır 1.5. Çağdaş Kullanım Du Marais'den ikiyüzyıl sonra bugün, fiilleri isimlerle karşı- lamak alışkanlığı öylesine yaygınlaşmıştır ki, bunu Du Marais'in hayal etmesi bile düşünülemezdi. Günümüzün konuşma diline tipik, belki de biraz abartılmış bir örnek vermek istersek: Bir ba- yan hasta, psikiyatrist doktora gelecek olsa, şöyle der büyük bir ihtimalle: "Doktor bey, benim bazı sorunlarım var." Bir kaç yüz- yıl öncesinde ise, sözüne hiç şüphesiz: "Doktor bey, kendime bazı şeyleri dert ediyorum" diyerek başlardı. Modern konuşma dili, yabancılaşmanın vardığı büyük boyutları, iyice ortaya ko- yuyor. "Kendime bazı şeyleri dert ediyorum" yerine "bazı so- runlarım var" demekle, öznel deneyi, benim dışımda olan ve be- nim sahip olduğum bir nesneye dönüştürmüş oluruz. Deneyi ya- pan "ben", yerini sahip olduğum "o şey"e bırakmıştır. Kişinin duyguları, onun sahip olduğu şeye dönüşmüş ve bir sorun ol- muştur. "Sorun" her türlü zorlukla karşılaşılması halinde kulla- nılan bir soyutlamadır. Sorun bir nesne olmadığı için, benim ona sahip olmam düşünülemez. Buna karşılık, sorun bana sahip ola- bilir. Başka bir deyişle, ben kendimi bir "sorun" haline dönüş- türdüğüm için, yarattığım bu benim dışımdaki nesne, beni belir- lemeye, bana sahip olmaya başlamıştır. Bu tür bir konuşma, top- lumdaki gizli ve bilince çıkmamış yabancılaşmanın, açığa vu- rulmasını sağlamaktadır. "Sahip olmak" ile "olmak"ın dilbilim açısından ne anlamlara geldiklerini incelemek bizi, aşağıdaki sonuçlara ulaştırıyor: 1. "Sahip olmak" ve "olmak" demekle, bir kişinin, "benim bir arabam var", "ben beyazım" ya da "ben mutluyum" türünde- ki tek tek özelliklerini kastetmiyoruz. Bu kavramlar, insanın kendine ve dünyaya karşı nasıl bir tavır aldığını gösteren, iki ay- ın karakter yapısıdırlar. İnsanın bütünlüğü ve ne düşündüğü, ne hissedip, neler yaptığı, bu iki yönlenme biçiminden hangisinin o kişide daha etkili olduğuna bağlıdır. Yani kişi hangi ilkeye ya- kın durursa, tüm yaşamı o ilkenin ağırlığını ve izlerini taşıya- caktır. →2. Davranışların sahip olmak ilkesine göre ayarlandığı du- rumda, kişinin dünyaya karşı tavrı, sahip olmak, elde etmek, hükmetmek biçiminde belirir. Böyle bir ilişkide, insan kendisi de dahil olmak üzere herşeyi, kendine mål etmek, kendinin kıl- mak ve mülkiyeti altına almak ister. 3. Olmak ilkesine göre davranmak deyince, "olmak"ın iki ayrı biçimini birbirinden ayırmak gerekir. Bunlardan birincisi, Du Marais'nin açıklamasında tanımladığı ve sahip olmak eğili- minin karşıtı olan, canlılık ve dünyayla doğru bir ilişkiye girmek biçimindeki davranıştır. İkinci "olmak" ise, Benveniste'nin açık- lamaya çalıştığı ve dış görüntünün karşıtı olan bir davranış biçi- midir. Bu anlamıyla "olmak", gerçeği, aldatıcı dış görüntünün ardındaki özü görmek, bunu ifade etmek için kullanılır. Tıpkı dilbilim açısından "olmak"ın tanımlanmasındaki gibi. Yamyamlar başka bir insanı yemekle, onun güçleri- nin de kendilerine geçeceğine inanırlar. Cesur bir insanın yüre- ğini yiyen kişi, cesaret bulur. Bir totem hayvanı yenilince de. onun sembolize ettiği Tanrısal güce ortak olunur, hatta kişi Tanrısal güç ile bir olur. Ama bir çok nesneyi fiziksel olarak yemek ya da yutmak mümkün olmaz. Bazen bu başarılsa bile, bu nesneler sindirim yolu ile yine dışarı atılırlar. Buna karşılık, sembolik ve majik bir sindirme işlemi gerçekleştirilebilir. Eğer bir Tanrı'nın, bir baba- nın ya da bir hayvanın varlığını içime sindirdiğime kendimi inandırabilirsem, bu sembolü benden kimse alamaz ve sindirim sistemi yoluyla dışarı da atılamaz. O nesneyi sembolik olarak yutarım ve sonra içimde yaratacağı sembolik etkiye kendimi inandırırım. İşte Freud bu yolla Üst-ben'i açıklar: Babasal ya saklar ve toplumsal yasaların toplamı, kişinin içine sindirilir. Aynı yolla bireylere bir otorite, bir kurum veya bir fikir enjekte etmek de mümkündür. Kişi artık onlara sahiptir ve bu şeyler sonsuza dek onun içinde izlerini, belki de etkilerini sürdürecek- lerdir. Sindirme ile çoğu kez onunla aynı anlamda kullanılan özdeşleşmeyi, burada birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü özdeş- leşmede bir taklit ya da kendini aşağılama yoktur. Bu sindirme işleminin, psikolojik bir ihtiyaçtan doğmayan biçimleri de vardır. Örneğin tüketim ideolojisi, tüm dünyayı yut- ma arzusu ile doludur. Bu toplum düzeni içerisindeki tüketici ise, sürekli ağlayarak biberonunu isteyen ve hiç büyümeyen bir bebek olarak kalır. Sözünü ettiğimiz gerçek, alkolizm ve uyuş- turucu madde tutkunluğu gibi ruhsal hastalık durumlarında iyi- ce gün ışığına çıkar. Ama bizim böyle insanları aşağılamamızın nedeni, çoğunlukla bunların toplumsal görevlerini yerine getire- mez oluşlarındandır. (Buna karşılık çok sigara içmek de, onlar kadar zararlı bir tutkunluktur. Ancak sigara, bir insanın toplum- sal işlevlerinde bir aksamaya yol açmayıp, yalnızca kendi sağlı- ğına zarar verdiği için, öyle bir aşağılanma durumunu doğurmaz.) Özetlersek: Tüketim, günümüz aşırı üretim toplumunun bel- ki de en önemli sahip olma biçimidir. Tüketilen şeyin kişiden geri alınması imkânsız olduğu için, bu durum korku duygusunu azaltmaya yarar. Ama her tüketilen şey, tüketildiği andan itiba- ren, tüketiciyi tatmin edemez hale geldiği için de, insanlar yeni- den ve daha fazla tüketime yönelmek zorunda kalmaktadırlar. Bu çarkın sonu bir türlü gelmeyince, hep tatminsiz bir çırpınış içinde bocalayan modern tüketiciler, kendilerini şu formülle ifade etmektedirler: "Ben, sahip olduğum ve tükettiğim şeyler dı- şında bir hiçim." 2.1. Öğrenmek Sahip olmak yönlendirilmesi altındaki öğrenciler, bir dersi şöyle dinlerler: Bir yandan anlatılan şeyleri dinleyip, onlar ara- sındaki mantıklı bağları yakalayarak, anlamı kavramaya çalışır- larken, öte yandan da bütün anlatılanları defterlerine not ederek, gelecek sınavda başarılı olmayı amaçlarlar. Ama bu arada, anlatılan şeylerin içeriği üzerine pek düşünmez, ona karşı bir tavır almazlar. Böylelikle öğrendikleri şeyler, onların düşünce dünya sının bir parçası haline gelmediği için, kişisel gelişme ve evrim- lerine hiçbir katkıda bulunamazlar. Bu öğrencilerin yaptıklan, duydukları ve hafızalarında sakladıkları teorileri, yeri gelince eksiksiz ve katkısız olarak yinelemekten ibarettir. Konunun içe- riği ile öğrençi, birbirlerine yabancıdırlar. Öğrenci, başkaları rafından varılan (ya onların kendi vardıkları ya da başkalarından alıntı yaptıkları) bazı sonuçların mülkiyetini eline geçirmiş, bu düşüncelere "sahip olmuştur". → Öğrencilerin tek amacı vardır: "Öğrenilmiş" olanı saklayıp, tutabilmek. Bunun için. ya bunları hafızalarına iyice yerleştir- mek ya da bazı notlar, grafikler ve çizimlerle kâğıt üzerinde zap- tetmek zorundadırlar. Yeni bir şey yaratmalarının veya olağan- dışı bir şey becermelerinin de hiç gereği yoktur. Sahip olucu ka- rakter yapısındaki birisi için, yeni düşünceler ve fikirler, daha önce kafasına yerleştirdiği şeylerin tümünün yeniden gözden geçirilmesine ve yeni sorular sorulmasına yol açacağından, ra- hatsız edici olacaklardır. Dünyaya bakış açısı ve insanlarla iliş ki biçimi, sahip olmak ilkesine göre ayarlanmış bir insan için kolayca sınıflanamayan, böylece de gelişen, değişen ve denetim altına alınamayan her düşünce, huzursuz edici ve korku vericidir. Yaşama "olmak" ilkesi açısından bakan öğrenciler içinse. öğrenme süreci bambaşka bir değer ve kalite taşır. Onlar bir der- se boş bir zihinle (tabula rasa) ve hiçbir fikirleri olmadan gir- mezler. Dersin konusu üzerinde önceden düşünmüşlerdir ve bel- ki de akıllarına takılan bazı sorular vardır. Yani öğrenecekleri şey ile bir hesaplaşma sürecine girmişlerdir ve bu konu onları il- gilendirmektedir. →Ders sırasında anlatılanları yalnızca yakalayıp, not etmekle kalmazlar. Dinlerler, ama pasif bir dinlemeden farklı olarak, olaya aktif bir tepki gösterirler ve üretici biçimde yaklaşırlar. Dinleme eylemi, onlar için canlı bir süreçtir ve öğrenci, duyduk- ları ile kendi bilgileri arasında anında paralellikler kurarak, ken- di düşüncesini geliştirmeye yönelir. Kısaca, ders bitince elinde kalan, eve taşıyıp sonradan ezberleyeceği bir anlatı paketi değil- dir. Öğrenci ders sonrasında eskiye oranla değişmiş, başkalaş- mıştır. Her yeni bilgi, onda bazı yeni gelişmelere yol açmıştır. Tabii bu tür bir tepki alabilmek için, dersin konusunun ilgi çeki- ci olması ve iyi sunulması da gerekmektedir. Bir sürü boş sözü arka arkaya sıralamakla öğrencilerden canlı bir tepki alınamaz. Böyle bir durumda, öğrenciler kendilerini derse değil, akılların- dan geçen başka düşüncelere kaptıracaklardır. 2.2. Hatırlamak Hatırlama olayı, hem sahip olmak, hem de olmak ilkesi açı- larından gerçekleşebilir. Hatırlamanın bu iki biçimi arasındaki farklılık, kişinin olayla kuracağı ilişkiye bağlı olarak ortaya çı- kar. Sahip olmak kökenli hatırlama, iki sözcük arasındaki ilişki- nin, sık sık birlikte kullanılmalarından ötürü, giderek sıklaşması biçiminde beliren, mekanik bir işlemdir. Zaman, mekân, büyük- lük, renk gibi özelliklere yahut da belirli bir düşünsel sisteme bağlılıkları dolayısıyla ve çağrışımlar aracılığıyla birbirlerini hatırlatan çeşitli cümlelerin, kavramların ve ilişkilerin bizde bir hatırlamaya yol açmaları da, sahip olmak kökenli bir hatırlama- dır. → Olmak kökenli hatırlamada ise, sözcükler, düşünceler, resim- ler veya müzikle bilince çağrılan, mekanik bir şey değil, aktif bir canlılık ya da tüm boyutları ile yaşanan canlı bir olaydır. Hatır- larmak istenen şeyle, ona bağlı özellikler arasında bağlantılar kurulur. Ama bu bağlantılar mekanik ya da yalnızca mantıksal değil, canlı bazı izlenimlere dayanarak ve onların aracılığı ile gerçekleştirilir. Kavramlar birbirlerine düşüncenin (ya da duy- gunun) üretici bir eylemiyle bağlıdırlar ve istenilen izlenim arandığında, hemen etkinlik gösterirler. Basit bir örnek verecek olursak: "Ağrı" veya "Aspirin" sözcüğü ile "başağrısı" sözünü birleştirirsek, mantıklı ve geleneksel düşünce çerçeveleri içinde kalmış oluruz. Ama eğer olayı bütünlüğü içinde düşüne- cek olsaydık, aklımıza "stres" veya "sinirlilik" gibi şeyler, yani olayın olası nedenleri de birlikte gelmiş olacaktı. Bu tür bir ha- tırlama, kendi başına bile, üretici bir düşünce olmak özelliğini taşıyacaktır. Böyle canlı bir hatırlama konusuna en iyi örnek Freud'un Rüya Yorumu Teorisi'ndeki "serbest çağırışımlar" yöntemidir. Hatırlama konusuna "olmak" açısından bakanlar, hafızaları- nın iyi işleyebilmesinin, o olaya karşı duydukları güçlü ve direkt ilgi ile bağıntılı olduğunu sezeceklerdir. Nitekim birçok insan, çok önemli durumlarda ya da yaşamlarını tehdit eden bir tehli- keyle karşı karşıya kaldıklarında, unuttuklarını sandıkları bazı şeyleri veya yabancı dilden bir sözcüğü, aniden hatırlayıverdik- lerini görmüşler, böyle bir deneyi yaşamışlardır. Buna, kendi yaşantımdan da bir örnek vermek istiyorum. Hiçbir zaman, çok güçlü bir hafızaya sahip olmamama rağmen, eğer bir hastamı gözümle görürsem ve kendimi onun kişiliğine konsantre eder- sem, aradan iki hafta ya da beş yıl geçmiş olsa bile, onun analiz ettiğim (çözümlediğim) rüyalarını hemen hatırlayabiliyorum. Halbuki onu görmeden beş dakika önce, kendimi ne kadar zor- larsam zorlayayım, o rüyayı hatırlamam mümkün olamazdı. "Olmak" kökenli hatırlama, bir zamanlar duyulmuş ya da gö- rülmüş olan bir şeye, yeniden canlılık kazandırılması demektir. Hatırlamanın bu üretici biçimini, herkes kendince deneyebilir. Bir kez görmüş olduğunuz yüzlerden birini veya bir manzarayı hatırlamaya çalışın. Bu yüz veya manzara, bir an gözünüzün önüne gelip, sonra yok olmamalı. Bütün ayrıntıları ile belirme- li, hatırlanmak istenen şey, yeniden yaşanmaya başlanmalı o an. Bu kolay bir şey değil tabii. O kişinin yüzünü veya o manzara- yı çok dikkatli bir biçimde inceleyip, hafızama kaydetmiş olmam gerekli, şimdi yeniden ve tüm ayrıntıları ile zihnimde can- landırabilmem için. Ama eğer bu türlü bir hatırlama başarılacak olursa, yüzünü hatırladığım insan veya manzara, karşımda tüm canlılığı ile duruyormuş gibi algılanacaktır. Bir yüzü ya da manzarayı "sahip olmak" kökenli hatırlama- ya en iyi örneği, bir çok kimsenin fotoğrafları inceleme biçimle- rinde buluruz. Fotoğraf, onların hafızaları için, bir insanı ya da manzarayı hatırlama konusunda bir koltuk değneği görevini üst- lenmiştir. Resme bakınca gösterdikleri "evet, işte o" veya "evet, oradaydım bir zamanlar" gibi tepkiler, yabancılaşmış bir hatırla- manın göstergesidirler. Yabancılaşmış hatırlamanın başka bir örneğini, hafızada tu- tulmak istenen şeyleri yazıp, not etmekte buluruz. Onu kâğıda dökmekle, düşünceleri ileride sahip olunacak birer bilgi verisi haline dönüştürmüş oluruz. Ama kendi kişiliğimize onunla bir katkı yapmamışsak, bizdeki etkisi derin olmaz ve yazılı kâğıdın kaybolması ile hatırlama yeteneğimiz bizi terkeder. Böylece bir bilgi deposu haline gelen ve bizim dışlanmış bir bölümümüzü oluşturan notlar unutulurlar. Yani kişi kendini, yazılara ve kâğıt- lara bağımlı kılmış olur. Ama eklemek gerekir ki, günümüzde devleşen bilgi yığınla- rını, not etmeden ve yardımcı araç-gereç kullanmadan hep hafı- zada tutmak da imkânsız bir hale gelmiştir. Yabancılaşmış hatırlama konusuna güncel bir örnek olarak, satıcıları gösterebiliriz. Artık hiçbir satıcı en basit toplama ve çı- karma işlemlerini bile akıldan yapmamakta, onun yerine elekt- ronik hesap makinalarını kullanmayı tercih etmektedir. Bilgileri yazarak saklananın, hatırlarna yeteneğini zayıflattığı bir gerçek- tir. Her şeyi titizce yazan öğrenciler büyük bir ihtimalle kendi yeteneklerine güvenen, en azından gerekli özü anlayıp, aklında tutmaya çalışan öğrencilere oranla (belki daha başarılı gibi gö- rünseler bile, gerçekte), daha az anlayan ve daha az hatırlayanlardır. Meksika'da kaldığım yıllarda, okuma-yazma bilmeyenlerin hafızalarının, endüstrileşmiş ülkelerin çok okuyup, çok yazan insanlarınkinden daha güçlü olduklarını görmüştüm. Bu ve bu- na benzer veriler beni, okumak ve yazmak olgusu yalnızca pasif bir okuma-yazma sürecinden ibaret kalırsa, insanların hayal ve fantazi kurabilme yeteneklerini zayıflatacağı inancına vardırı- yor. 2.3. Konuşma Bir konuşma sırasında, iki değişik davranış biçimi arasında- ki fark, iyice açığa çıkar. X fikrini savunan A ile Y fikrini savu- nan B arasındaki tipik bir sohbeti ele alalım. İki taraf da, karşı- sındakinin fikrini ve görüşlerini tanıyor olsun. Ayrıca ikisinin de kendilerini düşünceleri ile özdeşleştirdiklerini varsayalım. Bu iki konuşmacı için önemli olan, kendi görüş açılarını savunacak en iyi kanıtları bulabilmektir. İkisi de, ne kendi görüşlerini de- ğiştirmeyi, ne de karşısındakinin görüşünü değiştirmesini bekle- meyi düşünmektedirler. Tek korkuları, sahip olduklarına inandıkları ve değiştirmelerinin bir kayıp anlamına geleceği düşün- celerinden bir sapma yapmaktır. → Bir mücadele olarak düşünülmeyen ama yine "sahip olmak kökenine bağlı bir konuşmada olaylar başka türlü gelişecektir. Hemen herkes, şöhretli, tanınmış veya çok önemli biriyle karşı- laşma deneyini yaşamıştır bir kez. Yahut da kendisinden bir şey- ler, bir iş, hayranlık veya sevgi beklenen bir kimse ile yapılacak bir konuşma öncesini. Böyle bir durumda kişi çoğunlukla sinir- lidir ve kendisini bu karşılaşmaya "hazırlar". Karşılaşılacak ki- şinin hangi konulardan hoşlanacağı hesaplanır, konuşmaya nasıl başlanacağı ve nasıl sürdürüleceği plânlanır. Bu durumda bazı- larına sahip oldukları eski başarıları, nezaketleri, incelikleri. toplumdaki yerleri, dış görünüşleri veya elbiseleri gibi şeyler. cesaret verirler. Kısaca kişi, kendine zihinsel olarak bir değer bi- çer ve konuşma sırasında bunlara dayanarak kendini, kendi kişi- liğini ortaya koyar, dinleyicilerine sunar, Bu, ustalıkla yapıldı- ğında, karşısındaki kişileri etkilemesi kolay olur. Ancak belirt- mek gerekir ki, başarı, onun yeteneğine olduğu kadar, karşısın- dakilerinin yeteneksizliklerine de bağlıdır. "Olmak" biçimli bir davranış biçimine sahip olan bir insan ise, bir konuşma ya da sohbet için, hiçbir şeyi önceden hazırla- maz ve kendini çeşitli biçimlerde pof-poflamaya gerek duymaz Onun yaptığı, olayın içinde spontan (kendiliğinden) ve üretici bir biçimde davranıp, tepki göstermektir. Böyle bir kişi, bilgile rini, toplumdaki yerini unutmuştur ve kendi benliği kendisine bir engel oluşturmadığı için de, başkalarına gerçekten ilgi du yup, onların fikirlerine değer verebilecektir. Korkuyla bazı şey lere bağlı ve onlarla kısıtlı kalmadığı için de, her an yeni fikirle re açıktır, yeni düşüncelerin gelişmesine katkıda bulunabilir. "Sahip olmak" tavrındaki kişi, sahip olduğu şeylere güvenir. Olmak" ilkesine göre davranışlarına biçim veren bir kimse ise, varoluşunun ve yaşadığının bilinci içinde davranır ve bilir ki, kendini bırakmak ve cevap vermek cesaretini gösterdiğinde, ye- ni bir şeyler doğacaktır. Bir takım korkularla kendi yetenekleri- ni boğmadığı için, konuşma sırasında canlı ve etkileyici olacak- tır. Bu canlılık çoğu kez bulaşıcı olduğundan, büyük bir olasılık- la, karşısındaki kişinin benmerkezcil tutumunu yenmesine de yol açacaktır. Böylece konuşma; bilgi, statüko ve toplumsal yer- lerin savunulması biçimindeki bir eşya alış-verişi olmaktan çı- kacak, ayrıca kimin haklı veya haksız olduğunun önemsizleştiği bir diyalog halini alacaktır. Taraflar düello etmek yerine, dans eder olacaklar ve içleri sevinçle dolacaktır. İkisi de eşit oldukla- ı için, konuşma sonrasında bir zafer sevinci veya bir yenilginin acısını duymaları da söz konusu olmayacaktır. (İşte psikanalitik çalışmada en önemli nokta da, doktorun bu canlandırıcı özelli- ğidir. Ortam cansız, sıkıcı ve ağırsa, en doğru çözüm önerileri bile etkisiz kalacaktır.) . Okullar öğrenciye. "kültürel nesnelerin" belirli bir görüntüsünü vermek çabasında- dırlar. Yıl sonunda ise, öğrencinin bu verilenden hiç değilse bir şeyler edindiğini kanıtlaması istenir. Bu nedenle ona, bir kitabı, yazarın ana fikrini ve anlatmak istediği şeylerin bir özetini çıka- rabilecek biçimde okuması öğretilir. Bu yolla Eflatun, Aristo, Descartes, Spinoza, Leibniz ve Kant'tan, Heidegger ile Sartre'a dek bütün önemli düşünürleri öğrenen öğrencilerden, her düşü- nürün söylemiş olduğunu aynen tekrarlayabilenler, en başarılı olarak değerlendirilirler. Bu durumu ile öğrenci, iyi bir müze rehberi gibidir. Asıl ona gerekeni, yani bütün bu söylenenlerin gerisindeki özü, öğrenememiştir çünkü Halbuki öğrenci, düşü- nürlerin teorilerini tartışmak, adeta onlarla konuşarak, bilgiyi kendine mål etmek ve bazı sorunlara ağırlık verirken, kimilerini de parantez dışına almak zorundadır. Gerçek bir öğrenme ancak böyle olur. Ayrıca, düşünürün gerçekten yeni olan görüşleriyle. zamanın zorlamaları ve düşünsel alışkanlıkları ile teorisine yan- sıyan bölümlerini birbirinden ayırabilme bilgisi ve yazarın ne zaman gerçekten kendi kalbini ve aklını kullandığının, ne zaman da söz gevezeliğine kaçtığının anlaşılması gibi en gerekli konu- lar, hiçbir zaman öğretilen şeyler olmamaktadırlar. 2.5. Otorite Uygulaması "Sahip olmak" ile "olmak" arasındaki farklılığın kesin çizgi- lerle ortaya çıktığı bir başka konu da, otorite uygulamasıdır. Bu- radaki incelik, bir insanın otoriteye sahip olması ile otoriter ol- ması arasındaki farkta gizlidir. Hemen herkes, yaşamının bir dö- neminde otorite uygulamıştır. Çocuk yetiştiren bir insan, onu tehlikelerden koruyabilmek ve bazı durumlarda nasıl davranıl- ması gerektiğini ona öğretebilmek için, istese de istemese de, otoriter olmak zorundadır. Ataerkil toplumlarda çoğu erkek için, kanları da bir otorite uygulama nesnesiydiler. Bürokratik ve hi- yerarşik toplumlarda ise, en alttaki ve otoritenin nesnesi olan sı- nıf dışında, çoğu kimse otoriteye sahiptir. Ancak, otorite kavramının çok geniş olduğunu ve iki değişik anlamı bulunduğunu, unutmarnak gerekir. "Akılcı" otorite, insa- na güvenir, onun gelişimini destekler ve "yetki" (*) biçiminde ortaya çıkar. "Akıldışı otorite ise, yönetici güçlere (iktidara) sa- hip olmayı gerektirir ve kendi denetimi altında olanları sömüre- rek yaşamını sürdürür. (Bu konudaki ayım için "Özgürlükten Kaçış adlı kitabıma bakınız.) →"Olmak" ilkesine dayanan bir otorite ise, belirli bazı toplum- sal görevleri yerine getirmek temelinin yanı sıra, o kimsenin ki- şiliğine de önem verir. Kendisiyle bütünleşmiş ve kendisini ger- çekleştirmiş olan böyle bir kişinin çevresine yayacağı otorite et- kisi, tehdide, rüşvete ya da emir vermeye bağlı değildir. Onun gelişmiş kişiliği, bir şeyler söylemesine veya yapmasına gerek kalmadan, onun ne olduğunu, diğer insanlara gösterecektir. Bü- yük yaşam ustaları, işte böyle bir otoriteye sahiptirler. Bu tür in- sanlara (tam bir mükemmellikte olmasalar bile) çeşitli kültürler- de, toplumlarda ve eğitim düzeylerinde her zaman rastlamak mümkündür. Bu, tamamen bir eğitim ve yetişme sorunudur. Eğer bütün ana ve babalar, kendilerini gerçekleştirmiş ve içsel huzura erişmeyi başarmış olsalar, eğitimin serbest mi, otoriter ağırlıklı mı olması gerektiğini tartışmaya lüzum kalmazdı. Çocuklar "olmak" kökenli otoriteye karşı isteklidirler, çünkü buna ihtiyaçları vardır. Ama çocuklardan istedikleri şeyleri, kendileri gerçekleştirmemiş olan kişiler tarafından bazı şeylere zorlanmak veya tamamen ihmal edilmek, çocukların isyanına neden olmaktadır. - Hiyerarşik düzene göre işleyen ve avcı ilkel kavimlerinkin- den çok daha karmaşık bir yapıya sahip olan toplumların geliş- meleri ile birlikte otorite, yetki temeline bağlı olmaktan çıkıp, sosyal statü ile eşdeğer tutulmaya başlanmıştır. Bunu söylerken, şimdiki otoritelerin yetkiye dayanmadığını belirtmek değil ama- cım. Yalnızca artık yetkinin, otoriteye sahip olmak için bir ön koşul olma özelliğini yitirdiğini anlatmak istiyorum. Otoriteye çeşitli biçimlerde ulaşmak mümkündür. /Genlerin şanslı bir bile- şimi ile yönetimin elde edildiği monarşik otoritede olduğu ka- dar. çeşitli cinayetler ve dalaveralar ile yönetime gelmiş bir ca- ninin otoritesinde ve de modern demokrasilerde görüldüğü gibi, fotojenik bir görüntü ve paranın gücüyle yönetime gelinerek el- de edilen otoritede, yetki ile otorite birbirleriyle hiç de bağlantılı değildir./ BİLMEK büyük düşünürlere göre bilmek, "sağ- lıklı insan aklı" ile algılanan gerçeklerin hiç de güvenilir olma- dığını anlamakla başlar. Fiziksel gerçeklik hakkındaki tasarım- larımızın "gerçekten" uzak olmasının yanı sıra, insanların çoğu- nun yarı uyanık, yarı rüyada gibi dolaşmaları da, onların böyle düşünmelerine yol açmıştır. Çünkü bu insanların doğru ve şüp- he edilmez olarak gördükleri şeylerden çoğu, içinde yaşadıkları toplumun ve sosyal çevrenin onlar üzerindeki etki ve baskısın- dan oluşan hayaller ile yanılgılardır →Bilmek, işte bu hayallerin kırılması ile, yani bir hayal kırık- lığı yaşamakla başlar. Bilmek, yüzeyden köklere inmek, neden- leri araştırmak ve gerçeği tüm açıklığı ile "görmek" demektir. Ayrıca bilmek, gerçeği eline geçirip, araştırarak gerçeğe hep biraz daha fazla yaklaşma çabasıdır. . İsa: "Gerçek sizi özgür kılacaktır!" demiş, Meis- ter Eckhart ise, bilgiyi şöyle tanımlamıştır: "Bilgi belirli bir dü- şünce değildir. Bilgi tüm engelleri aşıp, tüm ilgi ve istekleri yok edip, çıplak ve açık bir biçimde Tanrı'ya koşmak ve ona ulaşıp, bir olmaya çalışmaktır." (Franz Pfeiffer'den alıntı.) Marx, hayal- leri, ama ondan önce bu hayalleri doğuran toplumsal ilişki bi- çimlerini yok etmek gerektiğini savunmuş: Freud ise, insanın kendini tanıyabilmesinin tek yolunun, hayalleri (ya da onun de- yimiyle aklileştirmeleri) ortadan kaldırıp, bilinçaltında gizlenen ve oradan davranışları belirleyen gerçeklerin farkına varmak ol- duğunu söylemiştir.* → Bizim eğitim sistemimiz, insanlara bilgiye sahip olmayı öğ- retmektedir. Sahip olunacak bilgi düzeyinin de, o insanın gele- cekte sahip olması beklenen mülkiyetin veya sosyal prestijin dü- zeyi ile eşdeğer olmasına dikkat edilmeye çalışılmaktadır. Sahip olmaları gereken en az bilgi, işlerini iyi görmeleri için onlara ye- terli olan bilgi düzeyi ile sınırlandırılır. Yani bilgi bunun altında olmamalıdır. Buna ek olarak, herkes, kendine değer verme duy- gusunu sağlayacak ve sosyal prestijini güçlendirecek bir "lüks bilgi" paketine de sahip olmak zorundadır. Okullar, her ne kadar öğrencilerini insan ruhunun ve aklının en yüce değerleri ile dol- durduklarını savunuyorlarsa da, yaptıkları şey, bilgi paketleri üretmektir ve bu açıdan bakınca, okulları birer üretim fabrikası- na benzetmek mümkündür. Bazı kolejlerdeki "özgür" eğitim uy- gulaması daha da kötüdür. Buralarda öğrencilere, Hint felsefe- sinden varoluşçuluğa, Çin sanatından gerçeküstücülüğe kadar her şey sunulmaktadır. Bir kitabı bile sonuna dek okumadan, çe- şitli bilgilere, onları gagalar gibi değip, geçen öğrencilerin öz- gürlükleri belki az kısıtlanmaktadır, ama sonuçta hiçbir şey öğ- renmedikleri de besbellidir. (Bu konuyu Ivan Illich'in "Entschu- lung der Gesellschaft" (Toplumun Öğretim Sisteminin Değişti- rilmesi) adlı kitabındaki, okul sistemimizin eleştirilmesi ile kar- şılaştırınız.) 2.7. İnanç Kullanılış biçimine göre dinsel, politik veya kişisel inançlar, ikiye ayrılırlar: →"Sahip olmak" ilkesinde inanç, akılcı bir kanıtı bulunamayan şeyler konusunda bir çözüme sahip olmaktır. Kişi bu durumda başkaları (özellikle bürokrasi) tarafından formüle edilmiş bazı klişeleri, kendi inancıymış gibi benimser. Çünkü aslında o bü- rokrasinin tutsağıdır. Ve bürokrasi gibi güvenilebilir (!) bir gü- ce inanmakla da, kendini emin hisseder. Böylesi bir inanç, bü- yük bir gruba girebilmek için satın alınan bir bilet gibidir. Hem bu yolla kişi, kendi başına düşünmek ve karar vermek gibi gö- revlerden de paçayı kurtarmış olur. Artık o, doğru inanca sahip "beati possidentes"lerden, yani şanslı kişilerden birisidir. "Sahip olmak" kökenli inanç, kişiye bir güven duygusu verir. Bu inan- cı yayan ve koruyan kişilerin güçleri sarsılmaz gibi görüldüğü için de, bireyler bu inanca sahip çıkmakla, en doğru ve şaşmaz gerçeğe vardıklarını sanırlar. Yalnızca bağımsızlıklarını feda ederek, böyle güvenilir bir inanca sahip olmak, günümüzde çok kişi için bulunmaz bir nimettir. →Yaşayacağımız en yüksek değerlerin bir sembolü olan Tann, "sahip olmak" yönlenmesinde, bir put haline dönüşür. Böylelik- le insan, tüm güçlerini, kendi yarattığı bu şeye yansıtınca, ger- çek güçlerinden uzaklaşmış olur ve zayıflar. Kendini kendi ya- rattığı şeylere tutsak eden insan, yeniden kendisini bulabilmek için, kendinin dışlaşıp, yabancılaşmış bir biçimi olan bu puta da- ha çok bağlanmak, ona daha çok tutsak olmak durumunda kalır. Bir madde olan puta sahip olmak mümkündür, ama böylelikle kişi o putla birlikte kendini de ele geçirmiş olduğunu söyleyebilir mi acaba? İbranice de ,"inanç" sözcüğünün karşılığı "emin olmak" anlamına gelen "emuna"dır. "Amen" ise "eminim ki" (hiç şüphesiz) anlamındadır.) Emin olabilmesi için, kişinin önce, karşısındaki insanı iyi tanıması, sonra da sevgi ile içsel bü- tünlük deneyimini yaşamış olması gerekmektedir. Karşımızdaki bir insana güvenebilmek, ondan emin olabilmek; kendi ben'imi- zi olayın dışında tutup, tutamamamıza bağlıdır. Kendimizi işe karıştırmadan, karşımızdakini kendi bütünlüğü ve "öyle oluşu" içinde görmeyi başarabilirsek, hem onun kendi kişiliğini ve ken- dine özgü güçlerini tanıyabilir, hem de onu bütün insanlığın bir parçası olarak algılama imkânına kavuşuruz. Böylece onun ne- leri yapıp, neleri yapamayacağını bilir, yani ondan emin oluruz. Bununla, o kişinin bütün geleceğini önceden kestirebileceğimi- zi söylemek istemiyorum. Ama içsel bütünlüğe ulaşmış olması, sorumluluk bilinci gibi bazı karakter özelliklerini sezinleyince, bazı genel şeyleri bilmek mümkünleşir. (Bu konuda, "Psikana- liz ve Ahlâk"taki, "Bir Karakter Özelliği Olarak İnanç" adlı bö- lüme bakınız.) Bu insana olan güvenimiz bir takım verilere da- yandığı için, akılcıdır. Ancak bu verileri geleneksel pozitivist psikolojinin yöntemleri ile saptamak, hele "kanıtlamak" müm- kün değildir. O verileri ancak kişi kendisi, kendi bütünlüğü ve canlılığı içinde "sınıflayıp", kullanabilir. SEVMEK Sevmek, yaratıcı bir etkinliktir. Bir insana (ya da şeye) ilgi duymayı, onu tanımak istemeyi, onu anlamayı, doğrulamayı ve onun yanındayken sevinç duyabilmeyi doğurur. Bu ister bir in- san, ister bir resim, isterse bir ağaç olsun, sevme eyleminin özel- likleri hiç değişmez. Sevmek, sevilen insanı (ya da şeyi) canlan- dırmak, onun yaşam duygusunu arttırmak anlamına gelir. Aynı zamanda, kişinin kendisini de canlandıran, yenileyen ve hare- ketlendiren bir süreçtir. Yaşamın ağırlığı, "iyi olmak" üzerinde toplanmalıdır, ne yapıldığı ya da ne kadar çok yapıldığı üzerin- de değil. Yapmak hangi temeller üzerine oturtulmuşsa, onun iz- lerini taşır. Bizi harekete geçiren ruh ve davranışlarımızı yön- lendiren karakter, "olmak"ı belirleyen gerçek öğelerdir. Dina- mik özümüzden kopmuş olan davranış ve inanışlar ise bu açıdan bakınca, gerçek değillerdir. Günümüzde kişi, ilişkide olduğu insanlara karşı da sahip ol- ma eğilimiyle doludur. Doktordan, dişçiden, avukattan ve işçi- den bahsederken, "benim doktorum", "benim dişçim", "benim avukatım" ve "benim işçim" demektedir. İnsanlar dışında eşya- lar, hatta duygulardan konuşulurken bile, onlar da bir mülkiyet kapsamı içinde anlatılırlar. "Benim hastalığım", "benim ameli- yatım", "benim ilaçlarım" derken, kişilerin yaşadıkları olayları sahip oldukları şeylermiş gibi ele aldıkları, görülür. Böyle kişi- lerin sağlıklarındaki bir bozulmayı, ellerindeki hisse senetleri değerinden yitirmiş gibi algılayıp, öyle değerlendireceklerine de kuşku yoktur. Buna benzer biçimde, fikirler ve inançlar da, kişilikten ayrı- lıp, dışlaştırılmakta ve sahip olunabilir mülkiyetin bir parçası gi- bi görülmektedirler. Alışkanlıklar da öyle. Her sabah belirli bir saatte kahvaltısını yapmaya alışmış bir kişiyi ele alalım. Bu ola- yı değiştirecek herhangi bir durum söz konusu olduğunda, alış- kanlığına bir mal gibi sarılmış olması nedeniyle, o kişi onun de- ğişmesinin, kendi güvenliğini tehlikeye düşüreceğini sanıp, buna karşı çıkacaktır. 4.2. "Sahip Olmak" Güdüsünün Yapısı İnsanların "sahip olmak" biçiminde davranmalarının nedeni, özel mülkiyet kavramının karakterinde gizlidir. Bu tür davranış- ta en önemli şey, sahip olmak, en büyük hak ise sahip olunanı saklamak ve kendinin kılmaktır. Elde olanı tutmak eğilimindeki bu güdü, diğer bütün isteklerin ve güdülerin önüne geçer, sahip olmanın yararlı bir biçimde kullanılmasını bile engeller. Böyle bir davranış Buddhizm'deki "ihtiras" ya da Yahudilik ve Hristi- yanlık'taki "açgözlülük le eşanlamlıdır ve her şeyi, kişinin egemenliği altında ölü ve cansız nesnelere dönüştürmekten başka bir işe yaramaz. Bir şeye sahibim" cümlesi, bize özne (ben veya sen, o, biz, ötekiler) ile nesnenin sürekli bir yapıda olduğu izlenimini ver- mektedir. Ama özne de, nesne de süreksiz ve değişkendir aslın- da. Kişi ölebilir veya birşeyler elde etmesini sağlayan toplumsal yerit den olabilir. Buna benzer biçimde, nesne de yok olabilir, kırılabilir ve değerinden yitirebilir. Herhangi bir şeye sonsuza dek sahip olmak düşüncesi, değişmez ve zedelenmez maddelere bağlı olan bir hayaldir. İnsan her şeye sahip gibi gözükse de, gerçekte hiçbir şeye sa- hip değildir. Çünkü bir nesneye sahip olmak, saklamak ya da onu denetlemek, yaşam sürecinin belirli ve kısa alanlarına özgü, onunla kısıtlıdır. → "Ben o şeye sahibim" cümlesi bir de, o nesneye sahip olmak açısından ben'in (öznenin) açıklanmasına yarar. Bu durumda "ben" sözcüğü özne olmaktan çıkar ve "ben", "sahip olduğum o şey" ile özdeşleşir. Böylece sahip olunan şey ya da mülkiyetim altındaki nesne, benim kişiliğimi ve karakterimi biçimlemiş olur. "Ben, benim" sözünün anlamı da, "ben o şeye sahip oldu- ğum için benim" özelliğini kazanır. Burada "o şey" kendi gücüm ile denetimim altına aldığım insanların ve nesnelerin tümünü göstermektedir. "Sahip olmak" ilkesinde, kişi ile onun sahip olduğu şeyler arasında canlı bir ilişki yoktur. Hem kişi, hem de o şeyler birer nesnedirler ve kişi, o şeyleri kendi denetimi altına alma imkânı- nı bulduğu için, o şeylere sahip olmuştur. Ama bunun tersi bir ilişki de söz konusu olabilir. Kişinin tüm ruhsal sağlığı ve den- gesi, olabildiğince çok şeyler elde etmeye bağlı olduğu sürece, nesneler kişilere bağlı olmaktan çıkıp, onları denetler duruma gelirler. "Sahip olmak" davranış biçimi, özneler ve nesneler ara- sındaki canlı ilişkiyi, ölü bir ilişki haline getirir ve hem nesne- ler, hem de özneleri birer "şey" yapar. **Özgürlüğe giden tek yol,içsel bağımsızlığa ulaşmaktan gelir.
·
239 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.