Gönderi

DİN-YOBAZLIK: Atsız ilk olarak 1932 yılında, "Aynı tarihî yanlışlığa düşüyoruz” başlıklı yazıda din konusuna temas eder. Konuya bir tespit ve bir soruyla girer: "Bugün din hayatta birinci safta bir rol oynamıyor. Devlet dini bit kenara atmıştır. Fakat din, halk yığınları üzerindeki büyük nüfuzunu yapmakta devam ediyor. Ve Bolşevik Rusya müstesna olmak üzere hiçbir devlet, hiçbir millet dinsizliğini ilâna cesaret edememiştir. O halde mademki Türk milletinin de bir dini olmak lâzım, bu din ne olacaktır?" (Atsız Mecmua 12, 15 Nisan 1932: 290). Vaktiyle millet meclisinde Hamdullah Suphi'nin "medeniyet bir memlekete gümrüğe uğramadan gelir" dediğini, Mustafa Şekip (Tunç)'in de Feyziati Lisesindeki hususi bir mecliste "mademki garpla bir olmak istiyoruz, dinlerimizin de bir olması lâzımdır; mademki onların Müslüman olmalarına imkân yok, o halde biz Hıristiyanlığı kabul etmeliyiz" dediğini nakleden Atsız şöyle devam eder: "Bugün 'münevver' dediğimiz tecanüssüz zümreye mensup olan pek çok kimseler bu fikrin propagandasını, ideolojisini, felsefesini yapıyorlar. Bunların arasında vaktiyle Ali Emirî'nin tilmizi ham bir softa iken bir yıl Paris'te kaldığı için değişenlerden tutunuz da, Türk edebiyatında fevkalbeşer bir dahi yetişmediği için Hıristiyanlığa âşık olanlara kadar birkaç çeşit tip vardır. Onlara göre İsa'nın insanî ve şiirli dini dururken Muhammedin kurban bayramı yapan barbar dinine girmek kadar bir yanlışlık tasavvur olunamaz. İnsaniyetperver İsa kullarının vahşetleri bile bu efendiler nazarında 'temdin'dir." "Bütün bu anlattıklarımızdan çıkan netice şudur: bugün Türk münevverleri arasında Hıristiyanlığa meyyal bir zümre vardır. Bunlar Hıristiyanlığı din olduğu için değil, medeniyete ve insaniyete götüren yol olduğu için isterler." "Diğer taraftan ise bir ‘İslamiyet'i Türkleştirme' cereyanı baş gösterdi. Kuran ve ezan Türkçe okunmaya başladı. Fakat nedense bu güzel iş yarıda kaldı. Halbuki Hıristiyanlık taraftarlarının fikirleri durmadı; propagandaları susmadı. O sinsi sinsi yoluna devam ediyor. Beriki saman alevi gibi gelip geçtiği halde, bu, saman altında yürüyen bir su gibi kendini belli etmeden ilerliyor." (s. 291). Görüldüğü üzere Atsız, din konusunu ele aldığı bu yazıda, medeniyet değiştirmek için Hıristiyan olmak gerekir diyenlere karşı sert ve alaycıdır. Öte yandan ezanın Türkçeleştirilmesiyle başlayan “İslamiyet'i Türkleştirme” işinin yarım kalmış olmasından da yakınmaktadır. Atsız Mecmua ile Orhun'daki yazılarında Atsız, doğrudan doğruya din konusunu ele almamıştır. Orhun dergisinin 9. sayısındaki başyazısında Abdullah Cevdet'e çatarken din konusuna şöyle bir dokunmuştur ve buradaki olumlu din vurgusu dikkat çekicidir: "Abdullah Cevdet bu milletin iki sağlam dayağı olan milliyet ve din mefhumlarını yıkmağa yıllarca neden çalıştı?" (Orhun 9, 16 Temmuz 1934: 158). Atsız'ın tekrar din konusuna girdiğini görmemiz için 1950'leri beklememiz gerekecektir. Haftalık Orkun dergisinin son sayısına yazdığı Veda" yazısında şöyle der: "Milleti yapan unsurlardan birisi de din olduğuna göre Türklerin dini üzerinde de durmaya mecburuz. Hiç şüphe yok ki Türklerin dini Müslümanlıktır. Eski dinimiz olan şamanlıktan da bazı unsurlar alarak bir Türk Müslümanlığı haline gelen bu din on asırdan beri bizim milli dinimiz olmuştur. Bununla beraber Türk olmak için mutlaka Müslüman olmaya lüzum yoktur. Çünkü bugünkü Türkler arasında birkaç yüz bin Şamani, birkaç yüz bin Hıristiyan ve hatta birkaç bin Musevi Türk (Karayımlar) de vardır. Din ayrılığı yüzünden bunları Türklükten çıkarmaya hakkımız yoktur. Zaten, Hıristiyan Türkler olan Gagavuzların Türkiye'de yerleşenleri ekseriyetle Müslüman olmuşlardır. Onlar bunu Türklüğün bir lazımesi saydıkları için yapmışlardır." "Öyle gözüküyor ki bir Türk birliği gerçekleştiği takdirde bütün bu Şamani ve Hıristiyan Türkler Müslüman olacaklardır. Onun için şimdiden onları zorlamaya bir mecburiyet yoktur." "Vaktiyle Türkler arasında bir ayrılık unsuru olan Sünnîlik-Şiîlik meselesi de artık bahis konusu sayılamaz. Bunların hepsi Müslüman Türktür ve Müslümanlığı anlayıştaki içtihat farkları artık Türkler arasında ikilik doğuramaz." (Orkun 68, 18 Ocak 1952: 4). Nurettin Topçu'ya karşı Ocak gazetesinde 1956 yılında yazdığı "Bir Felsefe Öğretmeninin Yanlışları" yazısında da Topçu'yu eleştirdiği en önemli konulardan biri, onun Şii Türkleri "Anadolu Milleti"nin dışında kabul etmesidir (Orkun 23, 25 Aralık 1963). Daha önceki Türk ve millet tanımlarında dine yer vermeyen Atsız, dinden özel olarak bahsettiği bu paragraflarda dini "milleti yapan unsurlardan biri" olarak görmekte, üstelik millî birlik açısından, Müslüman olmayan Türklerin de ileride Müslüman olacaklarını öngörmektedir. 1962 başlarında Türkçüler, Atsız tarafından kaleme alınan bir beyanname yayımladılar. Bu beyannamede de Atsız, din konusuna bir paragraf ayırır; İslamiyet'i “Türk dünyasının dayandığı iki esaslı temelden birisi" ve "millî varlığımızın ayrılmaz bir parçası” kabul eder: "Yirminci yüzyılda müspet ilmin ve batı medeniyetinin ışığı altında, medenî milletlerin ve toplumların dine bütün varlıklarıyla sarılmış olduklarını görüyoruz. Çünkü Tanrı inancı ve dolayısıyla din, fert olarak da, millet olarak da vazgeçilmez mânevi ve ahlâkî büyük bir dayanaktır. Bu sebeple, bugünkü Türk dünyasının dayandığı iki esaslı temelden birisini teşkil eden İslâm dininin, milli varlığımızın ayrılmaz bir parçası olduğuna inanıyoruz." (Millî Yol 6, 2 Mart 1962: 1, 13). 1964 başında çıkarmaya başladığı Ötüken dergisinde Atsız din ve İslamiyet konusuna 8-10 defa temas eder. Ancak bunlar, din konusunu ve dinin milliyetçilik içindeki yerini doğrudan doğruya ele almak maksadıyla değil, yobazlıklara ve her konuda dini ileri sürenlere karşı polemik maksadıyla yazılmış satırlardır. Bu maksatla kaleme alınan ilk yazı Ali Fuat Başgil'e karşı yazılan "Uydurma Milliyetçilik" makalesidir. Başgil'in "milliyetçiliği İslâmiyet ile açıklamaya" kalkması, “şu türlü milliyetçiliğe İslâmiyet müsaade eder, bu türlüsüne etmez" şeklindeki düşünceleri üzerine Atsız şunları söyler: "Başgil'in burada İslamiyet'i ileri sürmesi de avamferiblikten ve aczin ifadesinden başka bir şey değildir. İslamiyet'in yürürlükte olmayan tarafı yalnız bu mu? Kadınları örtsene, faizi kaldırsana, Devleti şeriatla idare etsene!..." "Bunları yapmaya imkân yok. Ama İslâmiyet yaşıyor ve yaşayacak. Hayata adım uydurabildiği nispette kuvvetli olarak yaşayacak ve devlete karışmayarak yalnız fertlerin gönül ve vicdan işi olarak kalacak. Böyle olduğu halde, milliyetçilik konusuna asla karıştrılmaması gereken bir şahsî inanç meselesini, yâni 'din'i ikide bir öne sürmekle Başgil neyi kastediyor, ne demek istiyor, ne umuyor, buraları pek belli değil." (Ötüken 2, 14 Şubat 1964: 6). Burada Atsız'ın konuları İslam açısından ele almayışı, dini, milliyetçiliğe karıştırılmaması gereken ve tamamen bir vicdan meselesi kabul eden laik tutumu dikkat çekiyor. Ötüken'in bir sonraki sayısında çıkan "Nurculuk Denen Sayıklama” yazısında Atsız, dinin “fertlerin vicdanına sığınmış, saygıdeğer” bir kanaat olduğunu belirterek laik tutumuna devam ediyor. Kısa fakat dikkat çekici bir dinler tarihinin de yer aldığı bu satırlarda dinin gerekliliği de belirtilmiş, din eğitiminin ihmal edilmiş olması eleştirilmiştir: "Dinin bir ruh ihtiyacı olduğunu bilim kabul etmiştir. Daha zekâsının pek iptidaî olduğu zamandan beri, insanların din sahibi oldukları da bilinen gerçeklerdendir. Zekânın ve bilimin yükselmesiyle dinler de yükselmiş, tek Tanrılı dinlerle dinler çağı kapanmış, din uğruna yapılan korkunç savaşlar ve kırgınlardan sonra medenî dünyada din, fertlerin vicdanına sığınmış bir kanaat olarak saygıdeğer bir yer kazanmıştır. Artık medenî insanlar arasında din tartışması yapılmıyor. Dinler hakkında avamı yazılar değil, ancak bilginlerin etütleri yayınlanıyor. Medenî insan, başkalarının dini inancına saygı gösteriyor. Kimseyi propaganda ile kendi dinine çağırmıyor." "Türkiye'de bir zamanlar dine karşı takınılan yanlış tutum, yemişlerini vermeye başlamıştır... Cumhuriyetin başlarında artık görevi ve faydası kalmamış, Arapçı ve Arapçacı softa takımı tasfiye olunurken, milletin manevî ihtiyacı düşünülerek asrî din adamları yetiştirecek özlü bir din okulu açılsaydı, bugün il ve ilçe merkezleri, doktor pâyesine erişmiş din adamlarıyla dolar, bunlar köyleri de kontrol ederek yobazlığa engel olur ve İstanbul gibi şehirde çatalı ve radyoyu haram eden beyinsizler halka vaaz edemezdi." (Ötüken 3, 16 Mart 1964: 1). Atsız, Saîd-i Nursî'nin bir zamanlar Saîd-i Kürdî adıyla çıkardığı risalelerde Kürtçülük yaptığını yazıyor ve onun şakirtlerine evlenmeyi yasak etmesiyle ilgili olarak şunları söylüyor: "Müritlerine, yahut kendi tabirleriyle risâle-i nur şakirtlerine evlenmeyi yasak ediyor. Çünkü evlenip çocuk sahibi olurlarsa, o çocukların kötü ve dinsiz olması ihtimali varmış..." "Kadını şeytanın askeri sayarak evlenmeyi yasak eden dinin, Zerdüşt dini olduğunu bilmeden koyu Müslümanlık adı altında bir nevi Mazdeizm yaptıklarının farkında olmayan bu beyinsizler sürüsüne ne demeli?" (s. 1) Saîd-i Nursî'nin bir risalesinde radyodan bahsederek "dünyanın bir ucundan söylenen sözün bir kutudan duyulmasını kutudaki meleklerle" açıklamasına karşı da Atsız şunları yazıyor: "Fizikten, titreşimden haberi olmayan, müspet bilimin kıyısından dahi geçmeyen bir yobaz radyo hakkında ancak bu kadar düşünür." (s. 2). Saîd-i Nursî'nin eski bir risalesinden uzun bir bölümü düzgün Türkçeye çevirerek aktaran Atsız, bu satırlarda onun Kürt milliyetçiliği yaptığını ortaya koyuyor ve onun peşinden gidenleri sert sözlerle uyarıyor: "Şimdi bu gafil Türklere hitap etmek istiyorum:" "Siz, Türk ve Müslüman mısınız? Türk'seniz, hangi sebeple cahil bir Kürd'ün ardından gidiyor, onun telkinleriyle kendi ırkınızı, kendi dilinizi hor görüyorsunuz. Aranızda 'Türkçe de dil mi?' diyen ahmaklar, resmî dilin Arapça olmasını isteyen hainler var. Siz ne biçim Müslümansınız ki, cahil bir Kürd'ün telkiniyle evlenmeyi lânetliyor, dinsiz çocuklar yetişir ve günaha gireriz diye bekâr kalmaya azmediyorsunuz? Putperest olduğunuzun farkında değil misiniz? Bir cahil Kürd'ün sakalını, tırnaklarımı, abdest aldığı suyu kutsal emanetler gibi saklamak hangi Müslümanlığın, hangi insanlığın, hangi temizlik kaidesinin, hangi şuurun işidir? Uyanın! Radyoyu melekle açıklamaya kalkan bir budalanın müridi olarak eşe dosta, dosta düşmana karşı gülünç olmayın." (s. 4) Müslümanlığın nasıl bir din olduğunu kısaca ve özlü bir şekilde anlatan şu satırlar objektif bir değerlendirmedir: "Müslümanlık, temeli atılmış, büyük bilginlerini yetiştirmiş, tedvin olunmuş bir dindir." Ve "Onun yeni baştan açıklanması için Kürt Sait gibi maskaralara ihtiyaç yoktur." (s. 4). Günümüzden 50 küsur yıl önce yazılmış olan bu yazıda Atsız, "Ciddî tedbirler alınmazsa, bu dinî cinnet daha yıllarca sürecektir." diyor; Nurculuk ve onun bir kolu olan FETÖ hakkında daha o zaman sanki bir kehanette bulunuyordu. İşin vahametinin farkında olan Atsız, hiçbir tedbirin alınmadığını görmüş olmalı ki aynı yazıyı dokuz yıl sonra, Ocak 1973'te (Ötüken 109) tekrar yayımlıyordu. Ötüken'in 4. sayısında çıkan “İslam Birliği Kuruntusu” yazısında da Atsız, laik görüşünü tekrarlar: "Bugünün medenî insanı için din, fertlerin kanaat ve inancı meselesidir. Dinî partilerin kurulduğu, din üniversitelerinin bulunduğu ülkelerde bile fertlerin her türlü dinî inancı saygı görür. İnancın mantığı olmaz. Herkes, her istediği şeye inanmakta hürdür." (Ötüken 4, 17 Nisan 1964: 7). Atsız'ın Müslümanlığı sosyolojik açıdan değerlendirdiği ilk paragraflar dikkat çekicidir: "Yedinci yüzyılda ortaya çıkan Müslümanlık, sosyoloji bakımından Araplar'ın millet haline geçme savaşıdır. Aynı dili konuştukları halde birbirine düşman boylar ve uruklar durumunda dağınık bir hayat yaşayan kalabalık bir kavim, bir iç ve dış etki ile birlik kurma yoluna elbet gidecekti." "Peygamberin ortaya koyduğu esaslar her şeyden önce bunu sağlamış; bilgisizlik, ahlâksızlık ve pislik içinde yuvarlanan Araplara yüksek bir din ve ahlâk şuuru ile millî birlik düşüncesini aşılamaya çalışmıştır." "Peygamber hayatta oldukça kudretli ve sempatik şahsiyeti, konuşmaktaki üstün kabiliyeti sayesinde bunu sağlamış, bazı sağlam arkadaşları da kendisini destekleyerek güçlü bir birliğin temellerini atar gibi olmuşlardır." (s. 7). Ancak peygamberden hemen sonra tefrika başlamış, "devlet başkanlığı ihtiraslarının doğurduğu kavgalar, Müslümanlığı parçalayarak mezhep savaşlarına yol açmış ve yirminci yüzyıla kadar Müslümanlar, birbirini tekfir eden ayrı gruplar halinde bir ölüm-dirim savaşı yapmışlardır." Türklerin Müslüman olmadan önce de büyük imparatorluklar kurduklarını, Müslüman olduktan sonra İslamiyet'e büyük hizmetler ettiklerini belirten Atsız, kişi adları üzerinde de durmuş, Arap adlarının Müslümanlıktan önce de mevcut olduğunu, bazılarının da kötü anlamlar taşıdığını söyleyerek Arap adları almanın lüzumsuzluğunu ifade etmiştir (s. 7-8). Yazının sonunda sözü Nurculuğa getiren Atsız, "Nasıl kuzeyden iktisadi yönlü Moskof emperyalizmi olan komünizm geliyorsa güneyden, Mısır'dan da dinî yönlü Arap emperyalizmi olan Nurculuk gelmektedir." demekte ve şöyle devam etmektedir: "Türklük bakımından komünizmle nurculuğun hiçbir farkı yoktur. İkisi de Türk milletini ve kültürünü yok etmek için uğraşmaktadır. Biri Moskofçuluk, biri Arapçılık dâvasıdır." (s. 9). 1964-1965 yıllarında Atsız Nurculuk ile Moskofçuluğu sık sık birlikte anmıştır. "Bizim Günümüz” başlıklı yazıda da şunları söylüyor: "Partizanlığın din hâline geldiği, Nurculuk ve Moskofçuluk gibi geri ve hain akımların alabildiğine ortaya döküldüğü bir ortamdan zaten başka bir şey beklenemez. Türkçülüğün korkunç bir şey olduğunu propaganda ile dört bucağa yayanlar, bunu radyo ve basınla tekrarlatanlar Nurculuğa ve Moskofçuluğa zemin hazırladıklarını idrak edememişlerdir. Daima bir fikre sarılmaya mecbur olan 'kişi oğlu', normal ülküsünün kapısı kendisine kapatılınca işte böyle anormale gider; bundan da şüphesiz Türkiye zarar görür." (Ötüken 17, 15 Mayıs 1965). 1956 yılında, Nurettin Topçu'ya karşı yazdığı “Bir Felsefe Öğretmeninin Yanlışları” yazısından beri Atsız'ın tasavvufa karşı olduğunu biliyoruz. Tasavvufa meyleden Topçu'ya karşı Atsız şunları söyler: "Turancılığı, milliyetçiliğin antitezi sayan Nurettin Topçu ne biçim milliyetçidir ki, atom ve televizyon çağında, çevremizde bizi yok etmek isteyen düşmanların bulunduğu kan ve ölüm yüzyılında, askerî şehameti inkâr eder ve tasavvufun uyuşturucu prensiplerini aşılamak ister."... "Hız, hareket ve enerji yüzyılında, kuvvetli bir düşmanla boğuşmak için hazırlık demek olan Turancılık zararlıdır da, mutasavvıfların o Tanrılık iddiasına kalkacak kadar çılgın, güzellerde Allah'ın aksini görecek kadar sersem, 'cemâl-i ilâhî' teranesiyle homoseksüellik çukuruna düşecek kadar hasta ve ahlâk dışı prensipleri mi faydalıdır?" "Türkiye'yi Atila'nın ordusuna benzeyen gözü pek askerler savunacaktır. Hallac-ı Mansurlar değil.. Türkiye Atilâ'nın, Çengiz'in, IV. Murad'ın ahlâkı ile korunacaktır. İsa'nın, Muhiddin-i Arabî'nin veya Niyazî-i Misri'ninki ile değil." (Orkun 23, 25 Aralık 1963: 16). Atsız, 1960'larda, Münevver Ayaşlı'nın Ziya Gökalp'a hakaret etmesine karşı yazdığı bir yazıda da tasavvufu ele alır ve tasavvufun İslami bir müessese olmadığını söyler: Mevlânâ, "tasavvuf fikirlerini kendisinden önce Anadolu'da yaşayan ve birçok din bilginleri tarafından tekfir edilen Muhyiddîn-i Arabî'den almıştır. Tasavvuf denilen nesne asla İslami bir müessese değildir. Doğunun, Batının bütün din ve felsefelerinin karmasıdır. Biraz eşelerseniz tasavvufun İslâm aleyhtarı noktalarını da yakalarsınız. Yunan felsefesinden, Budizmden vesaireden gelen unsurlarla Tanrılık iddiasına kadar kalkan mutasavvıflar malumdur. 'Mansûr' bu çılgınların en tanınmışıdır." (Ötüken 64, Nisan 1969: 4-5). İki yıl sonra yazdığı “Milletleri Ruhlandırmak” yazısında da Atsız tasavvufa karşı düşünceler ileri sürer. Yunus Emre'yi "Türkçenin büyük bir sanatkârı" kabul eden ve onun "Türkçenin büyük bir şiir ve fikir dili olduğunu” ortaya koyduğunu belirten Atsız, tasavvuf düşüncelerine ise karşı çıkar. “Dövene elsiz gerek / Sövene dilsiz gerek..." gibi şiirlerin "Türk milletine bir dilencilik felsefesi telkin" ettiğini, bunların "Türk ahlâkına, yaratılışına” uymadığını ve nihayet Şeyhülislam Ebussuud'un da Yunus'u "tekfir” ettiğini yazar (Ötüken 94, Ekim 1971: 4). 1969'un sonlarında Ziya Gökalp'a bir saldırı daha olur. Bu defa saldıran, “İslâmın İlk Emri: Oku" dergisinin yazarlarından biridir. Bu yazıya cevap verirken Atsız, hem tarihteki hem de bugünkü yobazlıklardan bahseder. İlk paragraf Osmanlı dönemindeki yobazlıklarla ilgilidir: "Fatih çağından sonra 'medrese'nin Türk fikir ve siyaset hayatına hâkim olması ile başlayan din taassubu, türlü iç kavgalara ve kan dökülmesine sebep olarak günümüze kadar gelmiştir. Din bilginleri arasında Ebussuud gibi müsamahalı ve akıllıları bulunduğu gibi, her türlü fikir değerinden mahrum ve devlet batıracak fetvalar vermekten çekinmeyen Birgili Mehmed gibi yobazlar da gelip geçmiştir. (Atsız, Süleymaniye Kütüphanesi'nde çalıştığı dönemde yıllarca bu din adamlarının eserlerini incelemiş ve hatta adı geçen iki din adamının da bibliyografyasını çıkarmıştır.) On sekizinci asrın sonlarında devletin bütün kuruluşları ile birlikte 'medrese' de soysuzlaşmış ve hele 'Tarzimat'tan sonra, din bilgisi öğrenmek isteyenlerin değil, asker kaçaklarının barınağı haline gelmiştir. Kütüphanelerimizi dolduran eserlerin son 100-150 yılda yazılanlarına bakmak, fikir alanındaki yozlaşmayı reddi imkânsız tanıklarla ortaya koyar." (Ötüken 75, Mart 1970: 3). Önceki Osmanlı hükümdarları zamanında taassup olmadığını, Fatih'in İtalyan ressama resmini yaptırdığını, 2. Murad'ın kadınlardan oluşmuş "musiki heyetleri arasında dünyadan zevk" aldığını, Yıldırım'ın içki içtiğini, Orhan Gazi'nin Geyikli Baba'ya şarap gönderdiğini belirttikten sonra Atsız bugünkü duruma gelir: "İlk önce 'Ticânîlik' diye tarikat mı, mezhep mi, ne olduğu anlaşılma yan bir garabet türedi ve bunların, memleketi kurtarmak için yaptıkları tek hareket Atatürk büstlerini kırmaktan ibaret kaldı. Arkadan Nurculuk çıktı. Said-i Kürdî adında cahil bir Kürd'ün Nur risâlesi diye yazdığı herzeler odalarda topluca okunarak feyz alındı ve bu adamın medresede ancak üç ay kadar okuyarak bütün ilimleri ve fenleri yuttuğu müridleri tarafından iddia edildi. Derken bir de Süleymancılık peyda olarak ötekileri bastırdı. Bunlar, İmam-Hatip okulları öğrencilerini kâfir sayacak kadar sapıttılar. Bunlardan başka Biberiye, Kameriye adlı bir takım güruhlar da işi cinayete kadar vardırdılar." (s. 4). Bu sapkın ve yobaz gruplara karşı Atsız, çarenin din okulları ve çeşitli bilimlerden doktora yapmış din adamları olduğunu söyler: "Dinle hiçbir ilgisi olmadığı halde dini inhisara alan bu zavallılara karşı çıkarılacak dinî kuvvet İmam-Hatip Okulları ile İlâhiyat Fakültesi veya enstitüleridir. Bizde de batıda olduğu gibi birkaç dil bilen, felsefeden veya matematikten yahut biyolojiden doktora vermiş din adamları çıktığı zaman Nurcu, Süleymancı, Biberci, Kamerci tayfası kendiliğinden kaybolacak; dinin tamamen bir inanç ve vicdan işi olduğu anlaşılacaktır.” (s. 4). Yazıda Atsız, bir albayın cenazesine çelenk gönderilmesi ve bando çalınmasına karşı bildiri yayınlayanlara da kızarak onları “Birgili'nin halefleri” olarak nitelendirir. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın “yobazlığı bastrip İslâmiyeti bir ahlâk sistemi halinde ruhlara sindirmek için çalışması” gerektiğini söyler (s. 5-6). Burada Atsız'ın dini bir "ahlâk sistemi" olarak kabul etmesi dikkat çekicidir. Evlenme adabıyla ilgili bir kitapta uydurma hadislere dayanan sapıklıklardan bahsedildiğini de örnek olarak veren Atsız, buna karşı yine ahlâk sistemi tavsiye eder, hatta bunun yeni bir içtihadla icat edilmesini ister: "Atom ve uzay çağında, evlilere telkin edilecek medenî bir ahlâk sistemi İslamiyet'te yok mudur? Yoksa, bunca din görevlisi, din büyüğü oturup yeni bir içtihatla bunu icat edemezler mi?" (s. 6). Atsız'ın bu yazısı üzerine, ayda bir çıkan “İslam'ın İlk Emri: Oku" dergisinde birkaç sayı süren bir cevap yazısı çıkar. Yazıda Atsız'a "hastalık, akılsızlık, vicdansızlık, hırsızlık” isnat edilir. Atsız'ın "yarım münevver" olduğu, yazısında da "bir ortaokul talebesinin kompozisyonu"ndaki kadar çok hata bulunduğu iddia edilir. Bunun üzerine Atsız "Yobazlık Bir Fikir Müstehâsesidir” başlıklı, uzun bir yazı yazar. Bu yazıda İslamiyet'le ilgili bazı hususları sorgular. Kur'an'ın Allah kelamı olup olmadığı, bütün insanların Âdem ile Havva'dan gelip gelmediği, hadislerin güvenilir olup olmadığı gibi. Vahiy konusunda Atsız şunları yazar: "Bugünün din bilginleri artık dini başka türlü açıklıyor ve Tanrı'nın bazı kimselerin yani peygamberlerin gönlüne vahiy yoluyla ilhamlarda bulunduğunu kabul ediyorlar. Din kitaplarındaki tarihî ve ilmî yanlışları da ilhamı alanın insan olmasıyla tevil ediyorlar... Din, ilâhî ilhamla olsa bile sosyal bir müessesedir ve her peygamber de nihayet kendi bilgisi ve görgüsü kadar düzen ve yasak koymuştur." (Ötüken 83, Kasım 1970: 5). Evrenin yaratılışı ve ilk insanla ilgili olarak da şunları yazar: "Bilimdeki türlü ilerlemeler geliştikçe kâinatın din kitaplarında yazıldığı gibi altı günde yaratılmadığı, bu oluşumun milyarlarca yüzyılda meydana geldiği, hele insanların 6000 yıl önce yaratılan muhayyel bir Âdemle hayali bir Havva'dan türemedikleri ispat olunmakta ve ilim artık, kısa ömürlü de olsa canlı hücre yaratacak seviyeye ulaşmış bulunmaktadır." (s. 4). Bilimin bu gelişmesine karşı Atsız'ın din konusundaki tavsiyesi şudur: "Bütün bunlardan sonra din bir ahlâk ve vicdan sistemi diye kabul edilmedikçe ilmin karşısında iflâsa mahkûm olacağı gibi Tanrı'yı da insanların günlük işlerine kadar karışan bir varlık diye düşünmenin saçmalığı kendiliğinden ortaya çıkıyor." (s. 4-5). Siyer ve hadislerle ilgili olarak da Atsız şunları söyler: "Peygamberin hayatı hakkında ilk siyer kitabını yazan İbni İshak, hicrî 151 de ölmüştür. Yani Peygamberle arasında yüzyıldan çok zaman vardır. Olmasa bile İbni İshak'ın eseri bugün ortada tam olarak yoktur. Mevcut parçalarını İngilizler neşre hazırlanmışlardı. Basıp basmadıklarını bilmiyorum. Peygamber hakkında elimizde tam olarak mevcut eser ise hicri 213 te ölen İbni Hişâm'ın siyeridir ki İbni İshak'tan da bazı parçaları kendi eserine almıştır. Fakat bununla da Peygamber arasında iki asır zaman vardır. İki asır geçtikten sonra, daha çok ağızdan toplanan söylentilere dayanılarak yazılan tarihî hadiselerin gerçeğe ne kadar uyacağı tarih metodolojisi hakkında bir nebze fikri olanlarca malûmdur. Bu sebeple İslâm tarihinin başlangıcı hakkında ortaya sürülen vukuattan çoğunun menkıbe mahiyetinden ileri geçmediği, hele birçok kimse tarafından birbirine naklolunan hadislerden hiçbirisine güvenilemeyeceği ortadadır.” (s. 5-6) () Tanrı konusunda ise Atsız'ın bir şüphesi yoktur. Ona göre Tanrı vardır, fakat mahiyeti bilinemez: "Türkçüler 'Tanrı'yı bir tarafa atmamıştır. Atmaz da. 'Tanrı Türk'ü Korusun' sözü Türkçülerin sloganıdır. Tanrı, insan zekâ ve idrakinin kavrayamayacağı yükseklikte olduğu için ikide bir onu ortaya sürerek, üzerinde kırıcı tartışmalar yapmanın aleyhindeyiz. Eski Türkler büyük saygı duydukları varlıkları öz adları ile anmazlardı. Tanrı, ne din kitaplarının anlattığı gibi insan şeklinde, ne de göklerin bir yerindeki tahtının üzerindedir. Onun nasıl olduğunu, ne olduğunu bilmeye imkân yoktur. Olsaydı din bilginleri asırlar boyunca birbirine girmezdi. Tevrat'ın Tanrı ile insani aynı şekilde tarif etmesi ne kadar iptidaî ise, dünyadan 400 kilometre yukarıya fırlatılan Rus astronotunun, uzayın sonsuz olduğunu unutarak 'uzaya çıktım ama Tanrı'yı göremedim' demesi de o kadar budalacadır.” (s. 4).) Atsız, Bozkurtlar romanında "Tanrı'nın rahmeti / esirgenliği" ifadelerini kullandığı gibi ömrünün sonlarında yazdığı bir yazıda da Türk büyükleri için şu duayı yapar: "Tanrı'nın esirgenliği, başta Çağrı Beğ olmak üzere Dendânekan savaşının Selçuklu ve Gazneli bütün Türkler'inin üzerine olsun!..." (Ötüken 137, Mayıs 1975: 3). Din konusuna uzunca temas eden bu yazısına göre Atsız, Tanrı'ya inanan ve sosyolojik anlamda kendini Müslüman kabul eden bir insandır. Vahyin Tanrı'dan gelen bir ilham olduğuna inanmakla birlikte peygamberlerin insan olduğunu ve bu ilhamlarda yanlışlıklar yapabileceklerini düşünür. Tarih metodolojisi açısından bakılınca, hadislere de güvenilemeyeceği görüşündedir; çünkü hadisler 150-200 yıl sonra yazıya geçmiştir. "Din sosyal bir kuruluş” olarak görülmelidir; bu “hem gerçeği kabullenmek, hem de dini iç mücadelelerin batağına saplanmaktan kurtarmak olur... Dini artık aklın ve ilmin kabul edemeyeceği hurafelerden, saçma inançlardan kurtararak tamamen vicdanî bir hale getirmek, üzerinde tartışmamak, bu konulardaki yayınları da yalnız bilginlere bırakmaktan başka çıkar yol yoktur.” (s. 6). Dine temas eden bütün yazılarını dikkate alarak Atsız'ın din ve Müslümanlık karşısındaki tutumunu şöyle özetleyebiliriz: Din, toplum olarak da fert olarak da insanların ihtiyacıdır. Türkler 10. yüzyılda Müslüman olmuş ve İslam'a büyük hizmetler etmişlerdir. Bugün de Türklerin büyük çoğunluğu Müslüman'dır ve İslamiyet Türklerin millî dinidir. Müslüman olmayan az sayıdaki Türk boyları da Türk birliği gerçekleştiği zaman, büyük ihtimalle Müslüman olacaklardır. İslamiyet, Türklüğün en önemli dayanaklarından biridir ve Türk milletinin ayrılmaz bir parçasıdır. Türkleri Sünni-Şii diye ayırmak yanlıştır. Ayrıca İslamiyet'i günlük işlere ve milliyetçiliğe karıştırmamak lazımdır. Onu aklın ve ilmin kabul etmeyeceği hurafelerden kurtarmak ve bir ahlak sistemi olarak kabul etmek gerekir. Din eğitiminin aksatılması zararlı olmuştur. İmam-Hatip okullarında ve İlahiyat Fakültelerinde aydın din adamları yetiştirilmelidir. Din adamları, felsefe, matematik, biyoloji gibi farklı alanlarda doktora yapmış olmalıdır. Din konusuna herkes girmemeli, dinî araştırmaları din bilginlerine bırakmalıdır. Tasavvuf, İslami bir müessese değildir; doğu ve batının çeşitli din ve felsefelerinin karmasıdır. İslami olmadığı gibi Türklerin ahlak ve yaratılışına da uygun değildir. Ticanilik, Nurculuk, Süleymancılık gibi tarikat ve cemaatler, cahil mürşitlerin ardından giden, düşünüp sorgulamayan insanlardan oluşmuş gruplardır ve bu grupların mensupları, dinle de ilgisi olmayan bir sürü mantıksız saçmalıklara inanmaktadırlar. Bunlardan Nurculuk çok ciddi bir tehlikedir ve devlet, tedbirler alarak bu akımı önlemelidir. Tanrı vardır ve Türkçüler Tanrı'nın varlığına inanır. Ancak Tanrı, insan zekâ ve idrakinin üstündedir; O'nun mahiyetini hiç kimse bilemez. Vahiy, Tanrı'dan peygamberlere gelen ilhamlardır. Ancak peygamberler de insandır ve bu ilhamları bazen yanlış anlamış olabilirler. Özellikle tarihe ve bilime uymayan hususları böyle yanlışlıklar olarak açıklamak mümkündür. Hadisler ise, 150-200 yıl sonra kayda geçirildiği için, tarih metodolojisine göre, güvenilir olamazlar. Din, insanların vicdanına bırakılması gereken sosyal bir müessesedir. Atsız, laiklik terimini kullanmaz, fakat defalarca tekrarladığı, dinin "fertlerin kanaat ve inancı meselesi", "vicdan meselesi" olduğuna dair ifadeler, tam da laikliği anlatır. Atsız, Tanrı'ya inanan, Müslümanlığı, Türk milletinin ayrılmaz bir parçası kabul eden laik bir Türkçüdür.
306 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.