Gönderi

Bütün sûfî tarîkatlarının silsilelerinin tanıklık ettiğin göre zikrin hafî ve cehrî her iki metodu da, nihâî olarak Hz. Peygamber’in (Selam olsun O’na) öğretisinden kaynaklanmaktadır. Tarihçinin yöneltebileceği her türlü itiraza karşın, meselenin doğrusunun başka türlü olması ihtimali çok zayıftır. Kur’an vahyinin yapısı içerisinde uygulanmış ve kanıtlanmış manevî bir tahakkuk yönteminin, bu vahyin ilk muhatabı ve aktarıcısı olan zâta yabancı olması tasavvur edilebilir bir şey değildir. Nakledildiğine göre, cehrî zikir Hz. Peygamber tarafından, göğsü Resûl’ünküne dönük olarak O’nun önünde diz çöken Ali b. Ebî Tâlib’e öğretilmiş; daha sonra Hz. Ali zikrin temel formülü olan Lâ ilâhe illallah’ı, Hz. Peygamber’i takip ederek üç defa tekrar etmiştir. Hz. Ali’den itibaren, çeşitli ilâve ve geliştirme hareketleriyle birlikte cehrî zikrin yöntemi; Hz. Ali’yi sûfîliğin kaynağı olarak, ayrıca ilim şehri olan Hz. Peygamber’e nisbetle, bu şehrin kapısı olarak benimsemek sûretiyle onun manevî neslinden geldiklerini iddia eden sûfî tarîkatlarına mensup kitlelere intikal etmiştir. Hafî zikir ise, bundan farklı olarak, Hz. Peygamber’e Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla ulaşır. Bu zikir Hz. Ebû Bekir’e, ikilinin hicret esnasında sığındıkları mağarada verilmişti. Mağaraya atıfta bulunan Kur’ân ayetinde şöyle denmektedir: “Yalnız bir arkadaşı vardı, ikili mağarada iken, O arkadaşına şöyle dedi: ‘Endişelenme! Çünkü Allah bizimledir.’ Derken Allah sekînetini O’nun üzerine indirdi” (Tevbe: 40) Nakşibendî geleneği, bu ayette hafî zikrin başlangıcına bir imada bulunulduğunu düşünür ki bu zikrin neticesi olarak aynı sekînetin Hz. Ebû Bekir’e de ulaştığını söylerler. Aynı şekilde mağara da, halvetin yani zikrin şeyhten müride aktarımının meydana geldiği hücre veya herhangi bir inziva mekânının, ilk modeli (archetype) olarak görülür... Nakşibendî silsilesi ilk olarak Hz. Ebû Bekir’den Selmân-ı Fârisî’ye, ondan Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekr, Câfer es-Sâdık, Bâyezîd Bistâmî, Ebu’l-Hasan Harakânî, Ebu’l-Kâsım Cürcânî ve nihayet Hâce Ebû Ali Fârmedî’ye ulaşır. Art arda gelen bu isimler dizisinin, tarîkatın tarih öncesini teşkil etti söylenebilir; tarîkat henüz kesin bir kimlik taşıyan bir biçimde belirginleşmemiştir. Aynı zamanda doğal olarak, burada zikredilen isimlerin yalnızca Nakşibendîliğin ataları olduğunu düşünmek de imkânsızdır.
Sayfa 124Kitabı okudu
·
9 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.