Deniz, belli belirsiz çalkantılı,
küçük dalgalar kumlu kıyıyı dövüyorlar.
Bay Palomar, kıyıda ayakta duruyor
ve bir dalgaya bakıyor.
Kendini dalgaları hayranlıkla seyretmeye kaptırmış değil. Kaptırmış değil,
çünkü ne yaptığını çok iyi biliyor:
Bir dalgaya bakmak istiyor ve bakıyor. Hayranlıkla seyretmiyor,
çünkü hayranlıkla seyretmek için,
elverişli bir yapı, elverişli bir ruhsal durum
ve elverişli dış koşulların bir araya
gelmesi gerekli: Ve Bay Palomar,
ilke olarak hayranlıkla seyretmeye
karşı olmasa da, bu üç koşuldan
hiçbiri yok kendisinde.
Kısacası, bakmayı amaçladığı “dalgalar” değil, tek bir dalga, hepsi bu:
Belirsiz duyumlardan kaçınmak istediğinden,
her eylemi için sınırlı ve kesin bir
amaç belirliyor. Bay Palomar, uzakta
bir dalganın yükseldiğini, büyüdüğünü, yaklaştığını, biçim ve renk değiştirdiğini,
kendi üzerine dolandığını, kırıldığını,
yok olduğunu, geriye döndüğünü görüyor.
Bu noktada, tasarladığı çalışmayı sonuçlandırdığı kanısına vararak,
oradan ayrılıp gidebilirdi.
Ama, bir dalgayı, kendisinin hemen
peşinden gelen ve onu itiyormuş gibi
görünen ve kimi kez de yetişerek onu alıp götüren dalgadan ayırmak öyle zor ki:
Tıpkı, kendisinden önce gelen ve onu peşinden kıyıya sürüklüyormuş gibi görünen, kimi kez de sanki önünü kesmek için
ona doğru dönen dalgadan ayırmanın
zor olması gibi.