Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Pablo Ibbieta & Ramon Gris
— Senin adın İbbieta mı? — Evet. — Ramon Gris nerede? — Bilmiyorum. ... — Onun hayatına karşılık senin hayatın. Onun nerede olduğunu bize söylersen hayatını kurtarırız. Kırbaçlı, çizmeli bu iki adam yine de bir gün ölecektiler. Benden biraz daha sonra, ama çok sonra değil. Ellerindeki kâğıt parçalarında ad arıyorlardı, başka insanları hapsetmek ve aşağılamak için onların peşlerinden koşuyorlardı. İspanya'nın geleceği konusunda ve başka konularda görüşleri vardı. Onların küçük çabaları bana kaba, gülünç geliyordu. Kendimi onların yerine koyamıyordum artık, bana deliymiş gibi geliyorlardı. Tıknazı hep bana bakıyordu, kırbacıyla çizmelerine vuruyordu. Bütün hareketleri ona canlı ve yırtıcı bir hayvan görünüşü vermek için hesaplı kitaplıydı. — Evet? Anlaşıldı mı? — Gris'in nerede olduğunu bilmiyorum, dedim. Sanırım Madrid'teydi. Öteki subay solgun elini şöyle bir kaldırdı. Bu şöyle bir hareket bile hesaplıydı. Bütün küçük oyunlarını görüyordum ve böyle eğlenmek isteyen insanların bulunması beni şaşırtıyordu. Yavaşça, — Düşünmek için on beş dakikanız var, dedi. Alın bunu çamaşırhaneye götürün, on beş dakika sonra geri getirin. İnkâr etmekte direnirse hemen kurşuna dizilecek. Ne yaptıklarını biliyorlardı: Geceyi beklemekle geçirmiştim. Ondan sonra, Tom ve Juan kurşuna dizilirken beni bir saat daha mahzende bekletmişlerdi, şimdi de götürüp beni çamaşırhaneye kapatıyorlardı. Yapacakları şeyi geceden hazırlamış olmalıydılar. Zamanla sinirlerin harap olacağını söylüyor ve benim de böyle olacağımı umut ediyorlardı. Aldanıyorlardı. Çamaşırhanede arkalıksız bir iskemleye oturdum, çünkü kendimi pek bitkin hissediyordum. Düşünmeye koyuldum. Ama onların önerisini değil elbette. Gris'in nerede olduğunu biliyordum doğrusu: Yeğenlerinin yanında gizleniyordu, şehirden dört kilometre uzaktaydı. Gizlendiği yeri açık etmeyeceğimi de biliyordum, işkence yapmazlarsa. (İşkenceyi düşünür gibi bir halleri de yoktu zaten.) Bütün bunlâr pek düzgün, anlaşılırdı ve beni zerre kadar ilgilendirmiyordu. Yalnızca davranışımın nedenlerini anlamak istemiştim. Gris'i ele vermektense gebermeyi yeğ tutuyordum. Niçin? Artık Ramon Gris'i sevmiyordum. Ona olan dostluğum Concha'ya olan aşkımla, yaşamak tutkumla birlikte gün doğmadan az önce ölüp gitmişti. Kuşkusuz ona hep değer veriyordum, yiğit bir adamdı. Ama onun yerine ölmeyi kabul edişimin nedeni bu değildi; hayatı benimkinden daha değerli değildi. Hiçbir hayatın değeri yoktu. Tutup bir adamı duvara dayıyorlar, sonra da geberip gidene kadar üstüne ateş ediyorlardı. İster bu adam ben olayım, ister Gris olsun, ister bir başkası, hep aynıydı. İspanya söz konusu olunca, Gris'nin benden daha işe yarar bir insan olduğunu biliyordum, ama İspanya ve kargaşa vız geliyordu bana. Artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Gelgelelim ben buradaydım. Gris'i ele vererek de postu kurtarabilirdim ve bunu yapmayı reddediyordum, hatta bunu gülünç bile buluyordum; bu inattandı. Dik başlılık etmek gerek! diye düşünüyordum. İçime tuhaf bir sevinç doluyordu. Gelip beni aldılar, iki subayın yanına götürdüler. ... — Nerede olduğunu biliyorum, dedim. Mezarlıkta gizleniyor. Ya bir mezar çukurunda, ya da mezarcıların kulübesinde. Bu onlara bir oyun oynamak içindi. Onların ayağa kalktıklarını, fişekliklerini kuşandıklarını ve telâşlı bir tavırla emirler verdiklerini görmek istiyordum. Ayağa fırladılar. — Haydi gidelim. Moles, git Teğmen Lopez'den on beş adam iste. Sen; dedi tıknaz olanı, sana gelince doğruyu söylüyorsan sözüm yok; bizi uyutuyorsan bu sana pahalıya mal olacak. Bağıra çağıra gittiler ve ben falanjistlerin gözetimi altında sakin sakin bekledim. Zaman zaman kendi kendime gülümsüyordum, çünkü neler yaptıklarını düşünüyordum. Kendimi sersemlemiş ve kötücül hissediyordum. Onları mezar taşlarını kaldırırken, bir bir lâhit kapılarını açarken gözümün önüne getiriyordum. Sanki bir başkasıymışım gibi durumu gözümde canlandırıyordum. Kahramanlık yapmayı aklına koymuş şu mahkûm, bıyıklarıyla şu heybetli falanjistler ve mezarların arasında koşup duran şu üniformalı adamlar: Bu dayanılmaz bir gülünçlüktü. Yarım saat sonra ufak tefek tıknaz olanı tekbaşına çıkageldi. Beni kurşuna dizme emri vereceğini düşündüm. Ötekiler mezarlıkta kalmış olmalıydılar. Subay bana baktı. Pek öyle bozum olmuş bir hali yoktu. — Ötekilerle birlikte bunu da büyük avluya götürün, dedi. Askerî harekâttan sonra, görevli mahkeme kaderini tayin edecek. Anlamamıştım. — Yani beni... Beni kurşuna dizmeyecek misiniz? diye sordum. — Şimdi değil herhalde. Sonra. Artık işin orasını bilmem. Hiç, ama hiç anlamıyordum. — Ama niçin? dedim. Yanıt vermeden omuzlarını silkti ve askerler beni alıp götürdüler. Büyük avluda kadınlarla, çocuklarla, yaşlılarla yüz kadar tutuklu vardı. Ortadaki yeşilliğin çevresinde dönmeye koyuldum, şaşkındım. Öğleyin, bizi yemekhanede doyurdular. İki üç herif beni sorguya çekti. Onları tanıyor olmalıydım, ama yanıt vermedim. Nerede olduğumu da bilmiyordum artık. Akşama doğru on kadar yeni tutukluyu avluya getirdiler. Fırıncı Garcia'yı tanıdım. Bana: — İşe bak! Seni hayatta bulacağımı düşünmüyordum, dedi. — Beni ölüme mahkûm etmişlerdi, dedim, sonra da fikirlerini değiştirdiler. Nedendir bilmiyorum. — Beni saat ikide tutukladılar, dedi Garcia. — Niçin? Garcia siyasetle uğraşmıyordu. — Bilmiyorum, dedi. Kendileri gibi düşünmeyen herkesi tutukladılar. Sesini alçalttı. — Gris'yi de hakladılar. Titremeye başladım. — Ne zaman? — Bu sabah. Aptallık etmiş. Salı günü yeğeninden ayrılmış, çünkü bir şeyler öğrenmişler. Onu gizleyecek adam yok değilmiş, ama o kimseye yük olmak istemiyormuş. İbbieta'larda gizlenecektim, ama onlar yakalanınca gidip mezarlığa gizleneceğim, demiş. — Mezarlığa mı? — Evet. Aptallık işte. Tabii bu sabah oradan geçtiler, olan oldu. Mezarcıların kulübesinde buldular onu. Ateş ettiler, işini bitirdiler. — Mezarlıkta! Her şey dönmeye başladı ve toprağa çöküverdim: Öyle bir gülüyordum ki, gözümden yaşlar geliyordu.
Sayfa 25 - Can YayınlarıKitabı okuyacak
··
22 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.