"İşte oradalar," dedi yüreğine, "gülüyorlar işte; beni anlamıyorlar, ben bu kulakların dinleyeceği ağız değilim.”
Böyle Buyurdu Zerdüşt – Friedrich Nietzsche
Çağımızın vebalarından birisi olan “tüketim kültürü”nden nasibini almış kitaplardan birisiyle daha karşı karşıyayız. Süreç hemen hemen bütün eserlerde benzer işliyor. Büyük bir yazar, büyük bir eser yazıyor. Ciddi okuyucular okuyup seviyor, isim dilden dile; eser elden ele dolaşıyor. Gereğinden fazla elden ele dolaşan eser, giderek ele ayağa düşüyor. Nihayetinde eserin derinliğine sızamayan bir grup, esere sızamama gibi bir ihtimalleri olmadığı için (!), eserin abartıldığını söylemeye başlıyor ve yazarının binbir tutkulu hezeyanla ortaya koyduğu ürün bir pop kültür öğesine dönüşürken, kibirli ayakların tekmelerine maruz kalıyor.
Milan Kundera, sadece bir roman yazarı değildir, aynı zamanda ciddi bir kültür eleştirmeni ve düşünürdür. Bundan dolayı eserleri her midenin rahatlıkla sindirebileceği türden kolay lokmalardan değildir. Seçkin midelere, seçkin tatlar sunar ama alelade bünyelerde sindirim problemlerine sebep olur. Söz gelimi bu eseri sindirebilmek için, Parmenides’ten haberdar olmak, Beethoven’ın kahkahalarını hissedebilmek, Descartes ile Nietzsche arasında taraf tutabilecek kadar felsefeye aşina olmak gereklidir.
Kitap, benim gibi çok felsefe, az edebiyat okuyan ve her şeyden çok gerçeğe tutkun olan birisi için bulunmaz bir nimet oldu. O kadar çok sayfada heyecanlandım, mutlu oldum ve kavrayışım zenginleşti ki, Kundera’yı bundan sonraki yaşamım için vazgeçilmezler listesine ekliyorum.