Savaş çıktığında Luigi adında bir adam, gönüllü olarak gidip gidemeyeceğini sordu.
Herkes onu övdü. Luigi tüfek dağıtılan
yere gitti, bir tane aldı ve dedi ki:
“Şimdi gidip Alberto denen herifi öldüreceğim.”
Alberto kim diye sordular ona.
“Bir düşman,” dedi Alberto,
“benim bir düşmanım.”
Ona belirli bir tür düşmanı öldürmesi gerektiğini, öyle istediği herkesi öldüremeyeceğini anlattılar.
“Ee?” dedi Luigi.
“Siz beni salak mı sandınız?
Bu Alberto tam sizin dediğiniz gibi biri, onlardan biri yani. Bütün o gruba karşı
savaşa girdiğinizi duyduğumda şöyle düşündüm: ben de gideceğim, böylece Alberto’yu öldürebilirim. O yüzden geldim.
Alberto’yu tanırım ben: sahtekarın biridir. Bana ihanet etti, neredeyse bir hiç uğruna, benim kendimi bir kadın yüzünden küçük düşürmeme yol açtı. Eski hikaye. Bana inanmıyorsanız size herşeyi anlatabilirim.”
Tamam, dediler, boşver.
“İyi öyleyse,” dedi Luigi,
“bana Alberto’nun nerede olduğunu
söyleyin de gidip dövüşeyim.”
Bilmiyoruz dediler.
“Fark etmez,” dedi Luigi. “Bilen birini bulurum. Eninde sonunda onu yakalayacağım.”
Bunu yapamayacağını, nereye
yollanırsa oraya gidip savaşması,
orada kim varsa onu öldürmesi
gerektiğini söylediler ona. Bu Alberto hakkında da hiçbir şey bilmiyorlardı.
“Bakın,” diye ısrar etti Luigi,
“size hikayeyi anlatmam gerekecek.
Çünkü bu adam gerçek bir sahtekar
ve ona karşı savaş açmakla
doğrusunu yapıyorsunuz.”
Ama öbürleri dinlemek istemiyordu.
Luigi laftan anlamıyordu:
“Özür dilerim, sizin için şu ya da
bu düşmanı öldürmem fark etmeyebilir,
ama Alberto’yla ilgisi olmayan birisini öldürsem çok üzülürdüm.”
Diğerlerinin sabrı taştı.
İçlerinden biri ona uzun bir konuşma yaptı
ve savaşın ne olduğunu, nasıl istediğin belirli bir düşmanı gidip öldüremeyeceğini açıkladı.
Luigi omuz silkti.
“Eğer öyleyse,” dedi, beni yok sayın.”
“Varsın ve de olacaksın,” diye bağırdılar.
“İleri marş, bir-ki, bir-ki!”
Savaşa yolladılar Luigi’yi.