Viyana Kongresi çeşitli entrika ve çekişmelerle, dans ve aşk serüvenleri arasında devam ederken, Napoléon’un,
bir aslan gibi zincire vurulup konulduğu
Elbe Adası’ndaki kafesinden kaçtığı haberi, delegeler arasında bir bomba gibi patladı.
Arkasından gelen haberler birbirini izledi: Napoléon, Lyon’u ele geçirdi.
Napoléon, kralı kovdu.
Bütün birlikler ellerinde sancakları,
Napoléon un saflarına geçiyor.
Napoléon Paris’te.
Napoléon Tuilleries Sarayı’nda.
Leipzig ve yirmi yıl süren o kanlı savaşlar boşunaydı. Biraz öncesine kadar
birbirleriyle çekişen delegeler,
bir aslanın pençesinden kendilerini
kurtarmak istiyorlarmış gibi bir araya geliyorlar ve Napolèon’u bir kez daha
ve ayağa hiç kalkamayacak biçimde yere sermek için İngiliz, Prusyalı, Avusturyalı
ve Ruslardan oluşturulacak bir ordunun hemen silah altına alınmasına karar veriyorlar. Avrupa ülkelerinin imparatorları
ve kralları arasında şu dehşet anındaki
kadar hiç böylesi bir birlik oluşmamıştı.
Wellington, kuzeyden Fransa üzerine yürüyor. Blücher komutasındaki bir Prusya Ordusu
da hemen onun yanı başında ilerliyor.
Ren kıyılarında da Schwarzenberg’in komutası altındaki Avusturya kuvvetleri harekete hazırlanıyordu. Rus Ordusu da yedek kuvvet olarak Almanya içinden
batıya doğru ağır ağır ilerlemekteydi.
Napoléon tehlikeyi hemen kavrıyor.
Bekleyip bu azgın sürünün bir araya gelmesine meydan vermenin tarihin bağışlamayacağı bir hata olacağının farkındadır. O halde, birlik olup kendisini
yok etmelerini beklemeden önce, onların üzerine kendisi yürümeli, Prusya, İngiliz
ve Avusturya kuvvetlerine teker teker saldırmalıydı. Acele etmek zorundaydı,
yoksa ülkesindeki hoşnutsuzluklar artar
ve başı ağrıyabilirdi. Cumhuriyetçiler
güçlenip Kralcılarla birleşmeden ve
ikiyüzlü Fouché, siyasi rakibi Talleirand
ile anlaşıp kendisini arkadan vurmadan
önce üstünlüğü ele geçirip zaferi
kazanması gerekiyordu.
Görkemli Ordusu’nu hemen düşmanın üzerine sürmeliydi. Yoksa her geçen gün
bir kayıp, her geçen saat bir tehlikeydi.
Bunu düşünen Napoléon, toplarını hemen Belçika’ya, Avrupa’nın bu en kanlı savaş alanına doğru harekete geçiriyor.
15 Temmuz, sabah saat üçte, Napoléon’un komutasındaki eşsiz Fransız ordusunun öncüleri sınırı geçiyorlar. Bir gün sonra,
ayın 16’sında da, Ligny’de Prusya Ordusu’na saldırıyor ve onları geri püskürtüyorlar. Zincirlerinden kurtulup kafesinden kaçan aslanın düşmanına indirdiği bu ilk
darbe gerçi müthiş bir darbedir,
ama öldürücü değildir. Yenilmiş, fakat tamamen bozguna uğratılamamış Prusya Ordusu, Brüksel’e doğru geri çekiliyor.
Şimdi Napoléon, Wellington’a indireceği
ikinci vuruşa hazırlanıyor. Bir dakika bile yitirecek zamanı yok. Çünkü geçen
her gün, düşmanın güçlenmesine yarayacak, arkasında bıraktığı ülkesinin kuvvetten düşmüş halkını her ne pahasına olursa olsun utku şarabıyla sarhoş etmesi gerekiyor.
17 Temmuz sabahı Napoléon, soğukkanlı
ve sinirleri sağlam bir komutan olan
düşmanı Wellington’un yerleştiği QuatreBas tepelerine doğru, bütün ordusuyla birlikte yürüyor. Napoléon’un savaş planı hiçbir zaman bu kadar kusursuz, askeri buyrukları bu kadar kesin olmamıştı.
Planında yalnızca saldırıyı düşünmekle kalmamış, aynı zamanda bozguna uğratılan, ancak tamamen imha edilememiş
bulunan Blücher’in ordusunun Wellington’la birleşebileceği olasılığını ve bu durumda karşılaşacağı tehlikeyi nasıl savuşturabileceğini de gözden uzak tutmamıştır. Napoléon bu olası tehlikeyi
daha baştan ortadan kaldırmak için, ordusunun bir bölümünü bu iş için ayırıyor
ve bu orduyu, kaçmakta olan
Prusya Ordusu’ nu adım adım izleyerek. İngilizlerle birleşmesine engel olmakla görevlendiriyor.
Napoléon kaçan Prusyalıları izlemekle görevlendirdiği ordunun komutanlığını Mareşal Grouchy’ye veriyor.
Grouchy, zekâ yapısı ve beceri bakımından orta derece bir komutandır. Dürüsttür ve temiz yüreklidir, gözü pek ve güvenilir bir kişiliği vardır. İyi bir süvari komutanı
olduğunu pek çok kez kanıtlamıştır,
ama yalnızca iyi bir süvari komutanıdır.
Ne Marat gibi yığınları peşinden sürükleyebilen ateşli bir süvari ne SaintCyr
ve Berthier gibi bir strateji uzmanı ne de
Ney gibi bir kahramandır.
Bir efsane adamı olan Napoléon’un
yiğitlik dünyasında ona yer ve ün
sağlayacak göze çarpan hiçbir özelliği yoktur. Ne bir yiğitlik nişanı, ne de adından söz ettirecek askerî bir başarısı vardır.
Onu ünlü yapan yalnızca kötü yazgısı olmuştur. Yirmi yıl boyunca İspanya’dan Rusya’ya, Hollanda’dan İtalya’ya kadar
bütün savaş alanlarında çarpıştı.
Mareşalliğe yükselinceye kadar bütün rütbelerden teker teker geçti.
Avusturyalıların mermileri, Mısır’ın güneşi, Arapların hançeri ve Rusya’nın soğuğu, öncüllerini, Desaix’i Marengo’da, Kleber’i Kahire’de, Lannes’i Wagram’da birer birer ortadan kaldırarak ona, bu en yüksek
rütbeye, mareşalliğe giden yolu açtı.
Yürüdüğü bu yol, kendi gücü ve üstün yetenekleri sayesinde kazandığı yol değildir, yirmi yıl süren savaşlar sonunda şans sonucu kendiliğinden önünde açılan bir yoldur.
Grouchy’nin bir kahraman ve strateji
uzmanı olmadığını, yalnızca güvenilir, üstlerine bağlı, dürüst ve çekingen bir adam olduğunu Napoléon da çok iyi bilmektedir. Fakat mareşallerinin yarısı ölmüştür.
Ötekiler de bitmek tükenmek bilmeyen seferlerden yorgun düşmüşler, yeni görevlere istekli değillerdir. İşte bu nedenle Napoléon, orta çapta bir adama böylesine büyük
bir görevi vermek zorunda kalıyor.