Haşlanmış yumurtanızı nasıl seversiniz? Kaç dakika pişmiş olmalı? Her gün aynı şekilde mi? Benim canım bazen tam pişmiş isterken bazen de kaynamaya başlar başlamaz ocaktan alınmış, çok az pişmiş çeker. Ben de üstünde durmam. Vücudumun ona ihtiyacı var demek ki der, canım nasıl istiyorsa öyle yerim. Sırf körü körüne bağlandığım için istemediğim şeyler yapmam. Genel seviciyim galiba ben. Her türlü şeyi sevebilirim. Bazen upuzun edebi betimlemeli, zor kitaplar okumak isterken bazen de bana oradan buradan duyduğu, sırf muhabbeti devam ettirmek için çok da ilginç olmayan hikâyeler anlatan bir arkadaşımla konuşuyormuş gibi gelen kitapları severim. Ruhumun da ihtiyacı oymuş demek ki diyerek. Okuduğum bir önceki kitabın beni yormasından mütevellit, biraz yorgun çaldım kapısını yazarın. Lakin sağolsun, çok güzel ağırladı beni sevgili Can Yılmaz. Beni yormayacak hikâyeler anlattı bol miktarda. İlgiyle dinledim ben de hepsini. Sonunun nereye varacağından çok o an orada oturmuş, bunları dinliyor olmaktı beni keyiflendiren. Üstelik ben değil miydim, Sait Faik öykülerini defalarca okuyan. Varsın çok ‘enterasan’ kurgular olmayıversin. Hem ne diyor canım Sunay Akın, ‘Bir Gözü Teleskopta, Öbürü Mikroskopta’ isimli önsözde; “Can Yılmaz, çocuk yaşlarında Cağaloğlu Yokuşu’ndaki bir vitrine ellerini ve burnunu dayayıp kavuniçi daktiloya hayran hayran bakarken Aziz Nesin de yaşıyordu, Rıfat Ilgaz da… O esnada, bu iki usta yazarın yanından geçip geçmediğini bilemediğimi söylemiştim... Ama, Sait Faik Abasıyanık dokundu o çocuğun omzuna, Orhan Veli saçlarını okşadı yanından geçerken… Bu yüzden olsa gerek, 1950’li yıllarda kaybettiğimiz bu iki güzel edebiyatçımızın öykülerinde ve şiirlerinde yer verdiği “küçük insan”ın dünyasını anlatıyor Can Yılmaz.”
Çocukluğunda mahalle kültürü yaşayabilmiş insanlar ne kadar da şanslıdır diye düşünürüm hep. Geçen sene kentsel dönüşüm adı altında yerle bir edilen mahallemizi düşünürken. “Önünde oturup anlaşılmayı bekleyeceğim bir gecekondum bile yok artık” demiştim yıkıldığını öğrendiğim gün. Sonradan anladım ki artık insan insanı hiçbir yerde anlayamıyor. İster bir gecekondu mahallesi olsun, ister metropol… Herkes başka birinin kuyusunu kazma, kandırma peşinde. Can Yılmaz da farkında bunun. Hemen hemen her öykü bunun üzerine kurulmuş. Bunun üzerine değilse bile laf arasına sıkıştırılmış; insanların düzenbazlığı, fırsatçılığı. Ama gönlü de razı gelmemiş olacak ki hep bir geri dönüş var. Lakin iş işten çoktan geçmiş oluyor. Bu aldatmacalara gönlü razı gelmeyenler o güzel atlara binip gittikten sonra dönüp geliyor o demirin tuncuna benzeyenler. Cem Yılmaz’ın son filmi ArifV216’yı hatırlattı bana. İzlemeyen az sayıda insan kalmıştır muhtemelen ama spoiler vermeden, kitap meselesi diyeyim siz anlayın. “İyi İnsanlar Yalnızca Filmlerde Olur” önermesini abisinin bu kitabında yazdığı öykülerden esinlenmiş bile olabileceğini düşündüm doğrusu.
Ne çok laf salatası yaptım. Bir oradan bir buradan derken... Fakat Can Yılmaz benim gibi laf salatası yapmıyor kitapta. Ne oluyorsa bir anda oluveriyor öykülerde. Bu yüzden bu kadar eleştirilmiş sanırım. Hikâyelerde olay geçişleri çok hızlı. Bazen toparlayamadığım, şimdi buraya nasıl geldik dediğim de oldu bu sebeple. Bir de isim meselesi var. Güzel Türkçe'mizde birbirinden güzel yığınla isim varken 20 öykünün hep aynı isimler çevresine kurulmuş olması özel bir amaçla mı yapılmıştır bilemiyorum ama bende zaman zaman kafa karışıklığına sebep oldu. İlk hikâyesi olan Klişe Hayatlar Matbaası, kendi yazmaya başlama sürecini anlatıyor. En sevdiğim öykülerden biri idi. Fakat noktalama işaretlerine hiç dikkat edilmemiş olması birçok yerde ne okuduğumu anlayamama sebep oldu. Nefes almadan konuşan bir arkadaşınıza yetişmeye çalışıyormuş gibi. Neyse ki diğer öykülerde bu durum yok. İlk öyküye özel imiş. Ayrıca tüm kitap boyunca yer yer yapılan sistem eleştirilerini de çok yerinde ve cidden çok başarılı bulduğumu da söylemeden geçemeyeceğim. Hediyesi 35 Kuruş ve Ultra Pırlanta Bir Abimiz öykülerini de diğerlerine oranla daha bir sevdim. Bir de Bir Mayıs Ütopyası var ki kitabın sonunda bize bir sürpriz... Yazıyı çerçeveletip ülkenin girişine asasım geldi desem yeridir. Denk gelirseniz eğer en azından bu son öyküyü mutlaka okuyun.