Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

318 syf.
10/10 puan verdi
·
7 günde okudu
Öncelikle şunu söylemek isterim ki; Arthur Schopenhauer, nam-ı diğer Arthur amcacım büyük adamdır. Bana göre, yaşamış ve düşüncelerini olağanüstü bir şekilde açıklayabilmiş en nadide insanlardan biridir. Dolayısıyla, burada ifade edebileceğim her anlayış, her açıklama, her düşünce vs. kısacası kullanabileceğim hiçbir kelime, onu anlatma konusunda yeterli olduğunu zannetmiyorum. Bunu böylece belirtmemin sebebi: İncelememin geri kalanına ona göre yargı ve anlayış istememden kaynaklıdır. Hazırsam başlıyorum. Kitap hakkında söyleyebileceğim ilk şey, yeni dünyanın keşfi olurdu. Arthur amca, bu kitapta dünyayı bir matruşka bebeği gibi açıp açıp önümüze koymuş. Ama kitabı ve onu eşsiz kılan bu değil tabii ki. Mevzu şu; şimdi, tüm bebekler iç içe duruyorken en büyüğü ve kabası dışarıda durur. Sonra onu açarsınız ve biraz küçülmüş hâlini bulursunuz. Sonra onu da açarsınız ve ondan da küçüğünü bulursunuz. Bu şekilde son bebeğe kadar gidersiniz. Ancak, Arthur amca ne yapmış biliyor musunuz? O, ilk baştaki bebeği, en ince ayrıntısına kadar incelemiş. Malzemesini, gözlerini, sertliğini, rengini, durgunluğunu vs. her şeyini çözümleyene kadar oturmuş incelemiş. Sonra onun içinden diğer bebeği çıkarmış ve aynı çözümleme sürecini onda da gerçekleştirmiş. Hani, bizim sadece küçük boyu diyip geçeceğimiz bebeği, ilkinde olduğu gibi en ince ayrıntısına kadar incelemiş. Tüm bebekler bu sürece maruz kalmış. Hepsi bitince ne mi olmuş? Bu sefer hepsini yan yana koyup bir bütün içinde incelemiş. Önce her bebeğin, diğerleriyle olan benzerliklerini ve farklılıklarını ele almış. Sonra büyük veya küçük fark etmeksizin, birbirilerine olan etkisini ele almış. En sonda da, hepsinin bir arada iken birbirlerinin nasıl etkilediğini ve ne olduklarını ele almış. Zirvede de bırakmış. Kitabın içeriği hakkında da bir şeyler söyleyeyim. Çok fazla alıntı paylaştığım için-kendimi durduramadım- takip eden olmuşsa eğer, kitabın içerdikleri hakkında öyle veya böyle bir fikri olmuştur. Kitap dört ana bölümden(Arthur amca, bölümleri zamanında kitap kitap yazmış, ama şimdi ise tek kitapta toplanmış) oluşuyor. Üç tane de ''Ek" adı altında bölümler var. Bunlar: Birinci Kitap: Tasarım Olarak Dünya Birinci Yön: Yeter-sebep ilkesine bağlı tasarım: Deney ile bilimin nesnesi Birinci Kitaba Ek: İdealizmin Bakış Açısı İkinci Kitap: İsteme Olarak Dünya Birinci Yön: İstemenin nesneleşmesi İkinci Kitaba Ek: Kendini Bilmede İstemenin Önceliği Üzerine Üçüncü Kitap: Tasarım Olarak Dünya İkinci Yön: Yeter-sebep ilişkisinden bağımsız bir tasarım: Platoncu İdea: Sanatın nesnesi (Favori bölümüm.) Dördüncü Kitap: İsteme Olarak Dünya İkinci Yön: Kendini bilmeye ulaşıldığında yaşama isteğinin onaylanması ile yadsınması Dördüncü Kitaba Ek: Eşeysel Sevinin Metafiziği Üzerine Şimdi, her kitap ve yön için kitapta geçen bir söz yazacağım ve kendi anladıklarımdan ufak bir özet sunacağım. Birinci Kitaptan Birinci Yön "Her şeyi bilen, hiç kimse tarafından bilinmeyen, öznedir. Buna göre de, o, dünyanın taşıyıcısıdır, bütün görüngülerin,    bütün nesnelerin koşuludur (açıkçası, geneldir, varlığı her zaman önceden kabul edilir). Çünkü varolan ne varsa, özne için vardır. Bilginin nesnesi olmadığı sürece, bildiği sürece herkes kendini bu özne olarak bulur." Ben, her şeyim. Aynı zamanda, her şey de ben. Dünya, güneş, kuşlar, bitkiler, su, kitaplar, hatta Arthur amcanın kendisi bile benim. Çünkü, her şey kafamın içinde olup bitiyor. Başka hiçbir yerde değil. Birinci Kitabın Eki "Öznel ile nesnel bölünmemiş bir bütün oluşturmaz. Bizim doğrudan bilincinde olduklarımız, derimizle ya da serebral sistemden çıkan sinirlerin uçlarıyla sınırlıdır. Bunun ötesindeki dünya konusunda, kafamızdaki resimler aracılığı ile elde edilen bilgi dışında bilgimiz yoktur, Şimdi sorun, bizden bağımsız olan bu dünyanın kafamızdaki bu resimle örtüşüp örtüşmediği, örtüşüyorsa ne ölçüde örtüştüğüdür. Bu ikisi, birbirine, ancak nedensellik yasası aracılığı ile bağlanabilir. Çünkü ancak bu yasa verilenden çıkarak verilenden bambaşka bir şeye götürür." Benim her şeyim, bu bedenin sahip oldukları ile sınırlıdır. Tüm algım, duyumsamam, anlayışım, gözlemlerim vs. bedenimin bana sunduğu imkânlardan öteye gidemem. Aralarında da en öznel olanı ise anlayışım. Anlayışımla oluşturduğum bu dünya ile anlayışımdan yoksun olan dünya arasında ne kadar fark var acaba? İkinci Kitap Birinci Yön "Gerçekte, araştırmacının kendisi, salt bilen bir özneden başka bir şey olmasaydı, kendini bize ancak tasarım olarak sunan bu dünyaya ilişkin aradığımız anlam hiçbir zaman bulunamazdı." Beynim bir ince bağırsak gibi algıma giren her şeyi sindiriyor. Sonra yararlı ve özümde olanları alıyor. Diğerlerini yolluyor. Ama bunu nasıl yapabiliyor? Kendindekini ve dışındakileri bilerek. İpin bir ucunu tutup çekerek, diğer ucunu da görmek istiyorum. İkinci Kitap Eki "İsteme ile anlağın doğaları arasındaki temel fark özünde istemenin yalın, özgün olması, tersine anlağın karmaşık, ikincil nitelikte olmasıdır. Onların içimizdeki tuhaf etkileşimini gözlemlediğimizde, bu daha da açıklık kazanır." Şimdi, burada ikiye ayrılıyorum. 1-) Beni oluşturan istemenin, benim öznelliğimden uzak olmasını. Çünkü, düşüncelerimle devrede olmasam bile, o basit bir şekilde beni var etmeye devam edecektir. 2-) Varolmaya devam ettikçe, her an ve her şey tarafından saldırıya uğruyorum. Çünkü, her şey, bende oluştu. Bunların en inceden en kalına, en basitinden en karmaşığına hepsi kafamın içinde duruyor. Üçüncü Kitap İkinci Yön "Ben nesnesiz, tasarımsız, bilen bir özne değil, kör bir isteme olurum. Tıpkı böyle, bilen özne olarak ben olmadan bilinen şey de nesne değildir, olsa olsa istemedir, kör tutkudur. Bu isteme, kendinde, açıkçası tasarımın dışında, benimkiyle birdir, aynıdır. Biz, bilinen ile bilen bireyler olarak, yalnızca tasarım olarak dünyada seçik oluruz. Bu dünyanın kalıbı, her zaman en azından özne -nesne kalıbıdır. Tasarım olarak dünya, bilgi askıya alınır alınmaz, geriye salt istemeden, kör dürtüden başka bir şey kalmaz. İstemenin nesne olması, tasarım olması, ilkin nesne ile özneyi gerektirir. Ama istemenin upuygun, saf, tam nesne olması, yeter sebep ilkesinin kalıplarından bağımsız Platoncu idea olarak nesne ile bireysellikten, istemeye bağlılıktan kurulmuş bilginin saf öznesi olarak özneyi gerektirir." Ahmet, kutunun dışında düşün! Kutu, benim içimde. Ben de, kutunun içindeyim. Kutunun dışına çık, Ahmet! Kutu yok! Dördüncü Kitabın İkinci Yönü "Yaşam ile ölüm benzer biçimde yaşama aittir, birbirinin karşılıklı koşulu olarak denge kurarlar. Dilersek şöyle de diyebiliriz. Onlar tüm görüngüsel yaşamın kutupları olarak bir denge oluştururlar." Denge... Sadece deliler dengeyi bozar. Dengede kal! Ahmet, kafanda kurduğun bu dünyanın kapladığı yer ile kafanda olmayan dünyanın kapladığı yer aynı. Hatta, kafanın varolması doğal olarak yokluğunu besliyor. Çünkü, sen varolarak yok olansın. Yoklukta olduğun için varsın. Şimdi, gerçekten var mısın? Dördüncü Kitaba Ek "Bu konunun, açıkçası eşeysel sevinin ne gerçekliğinden ne de öneminden kuşkulanılabilir. Bu nedenle, bütün yazarların sürekli izleği olan bu konuyu bir kez olsun bir filozofun da ele almasına şaşmamalı. Buna şaşmak yerine, daha çok genelde insan yaşamında böyle önemli bir rol oynayan bir konunun bütün filozoflarca şimdiye dek bunca az göz önüne alınmış olmasına, konunun bize işlenmemiş madde olarak kalmasına şaşmalı." Açıkçası, bu konu hakkında sadece dört sayfa vardı. Ve bu konu hakkında düşünmeme eğilimim çok yüksek. Pas geçiyorum. Evet, zurnanın zırt dediği yere geldik, yani incelemenin son bölümüne. Bu kitabın içeriği, Arthur amcanın anlatışı ve kendimi benzetme ile anlatmayı deneyeceğim. Arthur amca bir kâşif. Ben ise onu keşfinden geldiğinde, limanda karşılayacak yeğeniyim. Keşfettikleri kısacık yaşamı, kısıtlı olan görüş alanı-coğrafik olarak-, hep aynı yüzler ve günlük konuları vs. tekdüzeliğin içine hapsolmuş biriyim. Görülebilecek her yere, benden önce gitmişler. Duyulabilecek her ses, benden önce duyulmuş. Kısaca keşfedilebilecek her yer, benden önce keşfedilmiş. Ama Arthur amca, öyle bir yere gitmiş ki daha önce kimseler ayak basmamış. Kimseler orayı görmemiş. Kimse orada nasıl sesler olduğunu duymamış. Orada her şey saf hâliyle duruyormuş. Ve en güzel yanı da neydi biliyor musunuz? Arthur amca, buraya benim de gidebileceğimi söyledi. Çünkü, oralar benimdi. Evet, hiç görmediğim, duymadığım, hatta hiç gitmediğim o yer benimdi. Sadece benim. Tabii, Arthur amca bunun kolay olmayacağını da söyledi. "Bunun için neler yapacağını biliyor musun?" diye sordu. Bilmiyordum. Öğrenmek istedim. Bu kitabı elime aldım. Arthur amca tıpkı usta bir satranç oyuncusunun, hiç bilmeyen bir çocuğa satrancı öğretmesi gibi yolu anlattı. Her taşın nasıl hareket ederek ilerlediğini; taşların birbirileriyle olan ilişkisini; taşın her hareketinde nasıl bir güç kazandığını ve zayıflık oluşturduğunu; herhangi bir taşın hareketinin, bütünde nasıl etki oluşturduğunu; izleyeceğim yolun nasıl son bulacağını da gösterdi. Bütün bunları, önüme serdi. Artık eylem sırası bendeydi. "Keşfedilmemiş ve keşfedilecek ne varsa, keşfetmeye ben geliyorum. Görüşürüz, Arthur amca." dedim ve hikâyemiz şimdilik bitti. Umarım, eylemlerim sonucunda keşfettiklerim olur ve gelip Arthur amcaya anlatabilirim. İncelemem absürt ve temadan uzak olmuş olabilir. Anlayışınıza sığınıyorum. Umarım, Arthur amcanın okunmasına ve okunanlar ile düşünülüp ilerlenmesine vesile olabilirim. Buraya kadar okumuş herkese teşekkürlerimi sunuyorum. Keşfedilecek yeni dünyalarda buluşmak dileğiyle esen ve Arthur amca ile kalın.
İsteme ve Tasarım Olarak Dünya (Cep boy)
İsteme ve Tasarım Olarak Dünya (Cep boy)Arthur Schopenhauer · Biblos · 2005524 okunma
··
1.524 görüntüleme
Barbaros okurunun profil resmi
Canım sıkıldıkça Arthur Schopenhauer okurum. Her defasında yeni kapılar aralar, yeni dünyaları gösterir bana. Hem yeniler insanı hem derin gizleri açıklar. Dünyayı yeniden, yepyeni gözlerle, bir kaynaktan çıkan su gibi berrak görmemi sağlar. O sebeple hep okurum Schopenhauer'i. Sizin okuduğunuz yayınevinden ise hiç okumadım. Say Yayınları serisi bütün okuma şevkimi tatmin ediyordu çünkü. Ahmet Aydoğan Osmanlıcaya çalan çevirisi ile bütün kavramları yerli yerinde kullanıyordu. İncecik anlam ayrımlarına vakıf oluyordum. İncelemenize gelince... Gerçekten çok güzel. Anlattığınız felsefi konuları betimleye betimleye taşı gediğine koymuşsunuz. Okumak isteyen, okumayı düşünen her insanda umarım bir tını yaratır. Schopenhauer okyanusunu okumaya devam...
Quidam okurunun profil resmi
Arthur amcanın, Say yayınlarından olan kitaplarından da okumuşluğum var. Onlar da çok güzeldi. Ama buranın konusu bakımından gerçekten olağanüstü idi. Kitap benim için her şeyin yeni başlangıcı idi. Beğenmenize sevindim. Teşekkür ederim. Saygılarımı sunuyorum ve Arthur amca ile kalmanız dileğiyle mutlu yarınlar diliyorum.
Bu yorum görüntülenemiyor
arifsahin okurunun profil resmi
Schopenhauer bu kitap için "Okumaya başlamadan önce Kant'ın 'Saf Aklın Eleştirisi' en az iki defa okunmalı ve atıfta bulundukları da tam olarak anlaşılmalı" demiş. Kant'ı okudun mu veya okumasıyla belki öyle daha iyi anlaşılacağını düşünür müsün? -bu da anlamsız bir bağlama oldu, bu arada Kant'ı anlamak için de oldukça uzun bir zaman gerekir sanırım-
Quidam okurunun profil resmi
Okumadım. Kitapta Kant'ın felsefelerini iyi ve sıkça eleştiriyordu. O zaman, Google sağ olsun arayıp bakıyordum. Önceden kitaplarını okuma isteği vardı, ama Arthur amca ve Nietzsche sürekli yanlışlıyorlar. Tabii, doğrulardan da söz ediyorlar. Bundan dolayı, bende Kant okuma isteği kalmadı. Açıkçası, kitap başlı başına zor. Çünkü, Arthur amcanın, yazdıklarının neredeyse hiçbirini daha önce ne düşündüm ne de herhangi bir yerden algıma girdiler. O yüzden, okumayı ve yazmayı yeni öğrenmiş bir çocuğun hikâye kitabı okuması gibi bu kitabı okudum. Sanırım, tek bir fark var. Benim kitapta geçenleri anlamak ve bağdaştırmak için çok fazla düşünmem gerekti.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.