Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Güzel ile Faydalı
Ben arıya arı demem Arının balı olmalı Ben güzele güzel demem Güzel faydalı olmalı Güzel dediğin işe yaramalı Kadın mı? Hamur yoğurmalı Çocuk doğurmalı Ağaç mı? Meyve vermeli Çiçek mi? Kokmalı Bayramdan bayrama neyleyeyim güzeli Güzel dediğin her Allah’ın günü Yanıbaşımızda olmalı Yağmur misali hem gözümüze, hem gönlümüze Hem toprağımıza yağmalı. Güzel dediğin yağmur misali hepimizin olmalı. Böyle olmasına böyledir ama güzel alıp başını bir yana gitmiş, faydalı bir başka yana, ha Ferhad ile Şirin, ha Kerem ile Aslı, ha da güzel ile faydalı. Aslını ararsan Ferhad Şirin’in, Kerem Aslı’nın, güzel de faydalının olmalı ana araya öyle dağlar, öyle bağırlar girmiş ki güzel ile faydalının hikayesi hepsini bastırmış: Bir yanda faydalı olabilmek için çırpınan güzel, öte yanda güzelleşebilmek için yanıp tükenen faydalı. Her halde bir çaresini bulmalı, eninde sonunda güzel faydalıya kavuşmalı. Bir güzel kadın tasarlayın ki hiçbir işe yaramıyor, ne hamur yoğuruyor, ne de çocuk doğuruyor, öyle put gibi duruyor. Bir ağaç tasarlayın ki ne meyve veriyor, ne gölge veriyor... Bu iki misali pek iyi seçemedim. Kadının güzeli hiçbir işe yaramasa, gider bir mecmuaya kapak olur. Ağacın kötüsü odun olur, kömür olur... Şöyle hiç işe yaramayan bir şeyler bulmak lazımdı, ama bunu bulmak ne de güçmüş... İyi ki bahsimizin konusu bu değildi. Biz işe yarayan güzelin peşindeyiz. Faydalı güzele İstanbul çeşmelerini örnek olarak vermeyi düşündüm. Alıcı gözü ile çeşmeleri dolaşayım dedim. İstanbul’un çeşmelerinin başlarına gelenleri görünce evvela çileden, sonra da nesirden çıktım. İstanbul’un çeşmeleri Genç yaşta sütü kurumuş analar gibi Şahdamarları burulmuş Kimi yıllardır su demiş yorulmuş Bırakmış kendini sırtüstü güneşe Çöp tenekesi olmuş. Kiminin ocağına incir dikilmiş Kiminin diri diri diller sökülmüş Kiminin yerlerinde yeller eser Taşıyla mermeriyle harman savrulmuş Hele bir tane var Kabataş iskelesinde Tam rıhtımın üstüne kurulmuş Gemicilerin güneşten, tuzdan çatlamış dudaklarına Serin serin tatlı tatlı su getirirmiş Birden gözümün önüne Barbaros’un yiğitleri geldi Yorgun argın seferden dönmüşler İlk işleri çeşmeye koşmak olmuş Ne gezer... Kurumuş İnsan hali Nasılsa bir tane unutmuşuz Tophane’de Damızlık misali... Tophane çeşmesi, kapı komşumuz Sık sık buluşup dertleşiriz Yanında bir sıra kavak ağacı Önünde tramvaylar durur Çeşme dediğin böyle olur Gürül gürül akar durur Akar sebil sebil deyu Tophane çeşmesini taştan Yapanlar yılmamış işten Tiftiğini sökmüşler mermerin Avuç içi kadar boş yer komamışlar Kabarmış karış karış her bir yanı gül gül Saksıdan, meyvadan, nakıştan. İşte güzel bir eser ki iş görüyor. İşte nefis bir memer kabartma ki göbeğinden gürül gürül su fışkırıyor. Bu kabartmalar bizim dede yadigârı taş işçiliğimizin en güzel örneklerindendir. İnsanı şaşırtan bazan da mermeri yoran bir cömertlikle iki katlı bir ev boyundaki çeşmeyi baştanbaşa donatmışlardır. Ana nakış: Acaip bir saksıda yetişen çeşitli meyvelerden ibarettir. Öyle fidanlar ki kiminden elmalar sarkar, kiminden armut, kiminden de püsküllü mısır... Resimde, nakışta mantık arayanların kulakları çınlasın. İşte size hiçbir çeşit taklit mantığına düşmeyen mermer meyveler. Koparabilirsen kopar, ısırabilirsen ısır... Tophane çeşmesini bazı nakışlarının yorucu olmasına rağmen faydalı güzele örnek vermeyi düşünürken çeşme başında acaip bir tahta testi peyda oldu ve kafamı altüst etti. Hani şu bizim orman civarı köylerde çam kütüğünden yontulan testilerden. Fakat ben bu kadar güzelini hiç görmemiştim. En ufak bir biçim zevki olan kimse bu testinin yanından elini kolunu sallayarak geçemezdi. İnsan muhakkak ona sokulmak, onu okşamak istiyordu. Güzel heykellerin en belli hususiyetlerinden birisi de bu değil miydi? Yalnız gözlere deği.l avuçlara da okşama arzusu veren heykellere ne mutlu!.. Testisini yorgun argın bir kenara koyan kadın büyük bir muhabbetle mermer kabartmaları seyre aldı. Kabartmalara gelince, hepsinin gözü tahta testide. İnceden, beyazdan bir mermer fısıltısıdır başlamıştı. Kulak verdim: Bütün kabartmalar tahta testinin haliskan bir heykel olduğunu tekrarlıyorlardı. İçlerinden birisi dayanamadı, testinin adını sordu. Testinin adı çamçak’mış. Kastamonu köylerinden birinde yontulmuş. Kütüğün üstünde keskin çeliğin iştihali ve muhkem dudakları hâlâ geziniyor. Çamçak her haliyle: Beni bir dağda buldular Kolum kanadım kırdılar Keskin baltayla yonttular diyor. Tahta testiye hayran mermer kabartmalardan biri tombul bir sesle: -Çamçak kardeş, seni yontan Allah için çok güzel yontmuş, ne yazık ki ne sen bu kadar güzel olduğunun farkındasın, ne de seni yontan kişi. Böyle olmasaydı sen kendini bu kadar suflî işlerde helak etmez, bizim gibi, geçip başköşeye kurulurdun. Seni yontan köylü de yaptığı işin değerini bilse çoktan Akademi’ye hoca olurdu. Sanat eseri her şeyden önce kendi değerini bilmeli. Kendini ağır satmalı. Bak biz hiç etliye sütlüye dokunuyor muyuz. Mermer sarayımızda yan gelir, keyfimize bakarız. Meraklısı ayağımıza kadar gelir, bizi inceler, okşari şımartır... Ben senin yerinde olsam taş çatlasa suya gitmez, ya bir müzeye kapağı atar, yahut bir zenginin yaldızlı raflarına bağdaş kuyrup keyfime bakardım, dedi. Tombul mermer kabartmanın sözlerini dikkatle dinleyen tahta testi gülmeye başladı ve: -Boşver mermer kardeş, dedi. Su testisi su yolunda kırılır. Sonra benim büyük bir muhabbetle kendisine baktığımı görünce bana dönerek kabartmaları işaret etti ve: -Güzel şeyler doğrusu, fakat haspalar amma da kendilerini beğenmişler ha... Bir de beni çamçak yontan ellerin değerini bilmemekle suçlandırıyor. Hiç de öyle değil. Beni alelâde bir çam kütüğü olmaktan kurtaran ellerin himmetini nasıl unuturum. Ona serin ve çam kokulu bir yudum su verdiğim zaman dünyanın en büyük sevincini duydum... Beni yontan eller nasırlı köylü elleriydi ama bu eller hem saban sürmesini, hem saz çalmasını bilirdi. Ben suya gidip gelirken o elleri kaç defa öptüm. Hem suya gidip gelmek, susamış yorgun insanlara su taşımak niçin suflî bir iş olsun. Şu mermer kabartmalar, o kadar kendilerini beğenmişler ki sanki hepimiz buraya kadar onların elâ gözleri için gelmişiz. Beni asıl güldürten bu değil de, başköşeye geçip oturmamı tavsiye etmeleri oldu. Biz ayrı çam kütüğünden yontulmuş üç kardeştik. Kardeşlerimden bir tanesi evde memişhanede çalışır, halinden şikâyetçi değildir. Öteki sizlere ömür. Onu hatırladım da ondan güldüm. Bizi yontan köylünün boş vaktine gelmiş, oturmuş onun üstüne sıra sıra nakışlar oymuş. Birlikte suya gidip gelirken bizimkinin nakışları meşhur oldu. Üstüne bir de türkü yaktılar. Sen misin, bizim çamçak kardeşte bir kurum, bir azamet. Artık suya giderken ahlayıp vahlamaya başladı. Meğer gözüne ocak başında bir yer kestirmiş. Nihayet istediği oldu. Bir paşa gibi başköşeye kuruldu. Fakat ocağın ateşi bir yandan, susuzluk bir yandan, bizim sıra sıra nakışlı kardeş, günlerden bir gün kırk yerinden çatlayıverdiler. Dedim ya, su testisi su yolunda...
·
47 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.