Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

266 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
39 günde okudu
Bir süredir kendi kendime başladığım ve tamamen kendime yönelik devam ettiğim Murathan Mungan okumaları sırasında, okuduğum her kitabından sonra kendime sorduğum “Bu kitap hakkında bir inceleme yazsam ne yazardım” sorusunu erteleyerek bir sonraki kitabına geçtikten sonra, yeni başlayan “Murathan Mungan okuyalım” etkinliğini kendime biraz gerekçe yaparak bir inceleme yazmaya çalışmanın artık zamanı geldiğini düşündüm. Biraz cesaretsizlikti benimkisi; kelimelerinin seçiminde, cümlelerin kurulumunda, bağlamların oluşturulmasında, kurgu ve mekan ve zamanın birbirine giren ilişkilendirilmesinde, bütün bunların arasında bir de karakterlerin – benim gözümde – büyük bir özenle yerleştirildiği kitapları ve bu kitapların yazarını değerlendirmek cesaret isteyen bir iştir. Öncelikle, burada dile getireceğim düşünceler benim kitapla kurduğum kişisel ilişkiden ve deneyimlemelerden oluşturduğum izlenimlerdir. Bir başka değerlendirme bambaşka olabilir. Başka kitaplarını okurken edindiğim izlenime göre, kendi dilinin ilk oluşumu sırasında Murathan Mungan da Wittgenstein’a bakmadan edememiş ki eğer meseleniz dil ise Wittgenstein’a muhakkak uğramanız gerekir zaten. Dili yine dil ile, yani kendisi ile, anlatmanın paradoksunun farkına ilk varanlardan biri olan Wittgenstein’i dinlersek, Murathan Mungan’ın özenli dilini yine aynı dille anlatmaya kalkmak kendi içinde dönüp duran ve hep aynı yerlerden geçmekten kurtulamayan bir sarmala dönüşecektir. Bu konuda tek bir cümleden fazla etmemeye çalışarak diyebilirim ki dildeki özen kurgunun da (ve temsil ettiği gerçekliğin de) bağlamlarını öyle açık ediyor ki, siz ifade edilenlere katılmasanız da, farklı da düşünseniz; nerede farklılaştığınızı, nerede karşı çıktığınızı ve neye itirazınız olduğunu olabildiğince açık bir şekilde görebiliyorsunuz okuduğunuz cümlelerin karşısında. Her ne kadar siz öyle düşünmeseniz de, cümlelerle anlatılanın da kendisine bir karşılık bulabileceği, sizinkinden farklı, bir evrenin de mümkün olabileceğini teslim ediyorsunuz okumaya devam ederken. Kitapta temel olarak yedi öykü bulunmakta: Şahmeran’ın Bacakları, Ökkeş İle Cengaver, Kasım ile Nasır, Binali ile Temir, Ensar ile Civan, Yılana ve Geyiğe Dair. Öykülerin içeriklerine yeri geldikçe değinebilirim ama özel olarak konu konu ele almayacağım. İsimlerden de anlaşıldığı üzere, öykülerin hemen hepsi iki erkek arasında gelişiyor. Bu konuda Murathan Mungan’ın cinsel tercihlerinin etkisi olduğu pek ala düşünülebilir. Bu konuya daha sonra değinmek üzere bu düşünceyi ham haliyle bırakalım şimdilik. Öykülerde iki erkek arasında gelişen ilişkiler; usta-çırak ilişkisi, arkadaşlık, oyun arkadaşlığı, yoldaşlık, kardeşlik, uzaklık gibi bağlamlarda ele alınıyor. Coğrafya her daim var oluyor öykülerinde. Murathan Mungan’ın “Coğrafya kaderdir” sözünü bilenler buna şaşırmayacaktır. Bazen ekonomik sıkıntılarla, bazen törelerle, bazen sık ağaçlı bir ormanı delip geçebilen ince bir ışık hüzmesiyle, bazen de iki dostun arasına girmiş azgın bir ırmak olarak coğrafya kesintisiz olarak şekillendiriyor öyküleri. Öykülerin kahramanları arasındaki rekabet, yoldaşlık, sevgi, nefret ve mücadele birbirine girerek, ayırt edilmesi gittikçe zorlaşarak ilerliyor. Tüm bunların içinde biz kendimizi, daha öncesinden yaşadığımız, gördüğümüz ya da okuduğumuz az çok tanıdık sonlarla zırhlandırarak, öykünün sonuna doğru ortaya çıkacak sürprizlere olabildiğince hazır olmaya çalışırken; yazar da okuyucusunun, kendisini savunmasız bir halde bulmamak için, öykünün sonuna ilerledikçe hangi silahlarla kendisini korumaya çalışacağını bildiğini gösterircesine, yine de okuyucusunu kıskıvrak yakalamayı başarıyor. Öykülerin kurgusuna ve anlatısına daha değinmeden dahi, Murathan Mungan’ın ne kadar iyi bir gözlemci olduğunu buradan da anlamak mümkün oluyor. Salt kendisinden yola çıkarak böyle bir gözlem gücüne ulaşmak mümkün müdür? Kendimce olumsuz yanıtladığım bu soruyu bir de sizin düşün dünyanıza bırakıyorum burada. Hemen her öykünün içinde, aslında yabancısı olmadığımız ama ortaya çıkmasının olanağı olmadığını düşündüğümüz bir kapıyı açarak, kendimize seçtiğimiz tüm silahları geçersizleştiriyor yazar. Kendinizi bir anda yanlış silahlarla donanmış, üstelik o silahların bir de üzerinizdeki ağırlığıyla hareket edemez bir halde bulunca, teslim olmaktan başka bir çareniz kalmıyor. Teslim olurken eğer salt bir kabullenme düşünüyorsanız yanılıyorsunuz; evet her şey bir kabullenmeyle başlıyor, ancak sırası gelmiş yazar, sizi kendi dehlizlerine doğru çekmeye başlıyor. Bu açıdan bakınca kitap “Cenk Hikayeleri” olan isminin hakkını fazlasıyla veriyor. Sadece karakterler arasında değil okurla yazar arasında da bir cenk sürüp gidiyor. Teslim olmanız yetmiyor, bir sonraki öyküde başka bir cenk yeniden başlıyor. Buraya kadar, okur ile yazar arasındaki ilişki her ne kadar bir “cengetme” üzerinden kurulmuş olsa da; yazar sizi yendiği anda öykü boyunca akıp duran karakterlerinin içine girmeye de o kadar hazır olduğunuzu biliyor. Artık kendiniz olmaksızın bir Binali olabilirsiniz örneğin; Binali olmanın ne demek olduğunu her yerinizle hissetmeye hazırsınızdır artık. Yazarın sizinle cengi, karakterlerinin kapısını açmaya çalışırken sizin de o kapılardan hakkıyla geçebilmeniz içindir. Daha önce de yazdığım gibi; hemen her öyküde aslında hiç de yabancısı olmadığımız, ancak ortaya çıkmasına da olanak vermediğimiz bir duygunun, bir durumun kendisiyle avlıyor bizi yazar. Ustasını geçmekle hırslanmış bir çırak kendini işinde gün gün geliştirirken, ustasını geçmeye çalışarak ustasını içinde yeniden var ettiğini, o öldükten sonra da hikayesini üstelik kendisini de katarak başka zamanlara da taşıdığını görüyor. Hayatının düğümlenmiş ilmeği bunu kabullenmesiyle açılıveriyor. İnsanlarla kurduğu ilişkilerde esir alınan, diyar diyar gezdirilen Şahmeran, yeniden bir insanla karşılaştığında hem dostunun acısının hem de kendi ahalisinin canını korumanın gerilimde kıvranıyor ve ölümün de gerçek haliyle bir ihtimal olduğu bir yol seçiyor kendine. Töre gereği teni kadar kalbini de çürütecek denli dayak yediği yoldaşı Cengaver’e kırılmış kalbini yoklayan Ökkeş, aynı şekilde – töre gereği – onu dövmek için araya dursun, kendi içinin geçtiği yolculukları okurken her cümlede bir önceki silahınızın yetmeyeceğini düşünerek yeni yeni silahlar yüklenerek ilerliyorsunuz. Ökkeş Cengaver’i dövecek midir, yoksa töre karşısında rezil rüsva mı olacaktır? Bildiğiniz bütün sonlar aynı diyara çıkarken, Ökkeş’in ağzından dökülen bir kaç sözcükle yeniliyorsunuz ve işte artık Ökkeş sizsiniz. Temir Binali’yi esir almışken, öykünün bir kıvrımında tersine dönüyor kurgu Binali Temir’i esir etmişken görüyoruz. Hiddetle bağlanmış urganları çözebilecek hiç bir kımıltısı kalmamışken kalplerin, hiç beklemediğimiz bir sevgi, çözüyor o urganları. Artık hem Temir’iz hem Binali. Ama bitmiyor, yazarın bir oyunu daha gelip bizi hem Temir’ken Temir olarak, hem de Binali’yken Binali olarak vuruyor. Kendimiz olarak değil Temir ile Binali olarak vuruluyoruz. Yazar sanki bize, kendimizi onların içinde bulmamıza rağmen, Temir ya da Binali olmadığımızı tekrar hatırlatıyor gibi vuruluyoruz. Belki biraz da safça ne olduğunu anlamaya çalışırken, anlıyoruz ki bu cenk bizim cengimiz değil. Bizi içine alan öykü, yine de bizim olmayanı bize vermiyor, kendini bize teslim etmiyor. İki erkek arasında başlayan öykü, hiç birinde onlarla sınırlı kalmıyor: İki erkek de kendilerinden daha büyük bir kurgunun içine doğru çekiliyorlar. Şahmeranlar, dolandırıcılar, vezirler, coğrafya, kuduz, zaman, bu erkeklerin anaları, köylüleri olabildiğince büyütüyor kurguyu; bir zaman sonra kuşatılmış iki erkek oluveriyorlar. Yoksa Cengaver dövmeyecek Ökkeş’i, Temir içindeki kötülükten kör olmayacak, Ensar dalgaların içine atmayacak kendini. Öyküler coğrafyasına olduğu gibi zamanına da sıkı sıkıya bağlı kalarak ilerliyor. Kendi sıkıntılarını, iç yolculuklarını, dolambaçlarını yaşarken karakterler; hınçlarını da, yoldaşlıklarını da, cenklerini de en derinlerine kadar yaşıyorlar. Yaşıyorlar yaşamasına da, karanlıkta bir yer kalıyor yine de. Ökkeş yanan canıyla kızıyor, kırılıyor, hınçlanıyor Cengaver’e. Kalkan ellerinin inen yumruklarının tenine değil en çok yoldaşlıklarına vurmasına inciniyor da anlam vermediği bir şeyler kalıyor yine de Cengaver’in yokluğu düşüncesinin bile büyük bir cehennem olmasında. Binali sevgisiyle çözerken Temir’i bağladığı urganları, ikinci cenginin döndüğü mecra karanlıkta kalıyor. Öykülerin geçtiği zamanlarda “eşcinsellik”, “homoseksüellik” ve hatta “ibnelik” gibi kelimeler yokmuş gibi düşünüyor okur. Yazar da bu zamana sadık kalıyor; ne bu kelimelere ne de onları çağrıştıracak hiç bir oyuna başvurmuyor. Karikatürize edilerek, üzerine güldürülerek bize gösterilen eşcinsellik burada kesinlestirilmiyor, bir yer karanlıkta bırakılarak okura teslim ediliyor. Öyle belli belirsiz bir karanlık değil, yazar bunda işini şansa bırakmıyor, geride şekli, çizgileri, sınırları belli bir boşluk bırakıyor ve okura kalıyor doldurmak. Bu boşluğa eşcinselliği yerleştirecek okurlarsa – belki dönüp baktıklarında kendileri de farkederler – yolun başında bildiklerini düşündükleri şey, bambaşka bir şey olmuş o boşluğu doldurduktan sonra. Tüm bu anlatılanları klişeler olarak yorumlamak da mümkün. Hele ki onlarca kitap yazmış bir yazarın klişelere düşmemesinin çok zor olacağını da düşünebilirsiniz. Klişeler kötü değildir der Barry Sanders “Öküzün A’sı” kitabında. Kötü olan klişelerin yeni şeylermiş gibi bize sunulmasıdır diye de ekler. Murathan Mungan bilmediğimiz şeyler söylemez bize. Hele ki öykülerin geçtiği coğrafyalarla bir yakınlığınız varsa; öykülerin sizin teninize işlemiş kelimelerle yazıldığını bile hissedebilirsiniz. Kitaplarında bizim için yeni olabilecek şeyler yeniden tanımlanmış olasılıklarıyla; kelimeler, cümleler, olaylar ve olgular arasında kurulmuş bağlamlardır. Çok iyi bildiğinizi düşündüğünüz bir sevginin daha once hiç görmediğiniz dehlizlerinde bulursunuz kendinizi. Eğer yenildiğinizi hissediyorsanız, yürümeye devam ediniz.
Cenk Hikayeleri
Cenk HikayeleriMurathan Mungan · Metis Yayınları · 2020729 okunma
··
76 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.