Rüveydâ
Fezâ'yı bağlayarak yorgun kanatlarına
Bir güvercin uçurup kıtalar arasından
Çağırdın beni...
Geçerek birer birer sürgün kanyonlarını
Derbeder koşup geldim ışıldayan tahtına
Yarım koyup bir bardak kurşun rengi çayımı
Yıkarak yalnızlığa kurduğum sarayımı
Yetim çığlıklarımı duyurmak üzre sana
Koşup geldim; iliştir beni memnû bahtına...
Adını söylemek istemiyorum!
Her hecesi amansız bir kor dudaklarımda
Her harfine yıllardır şimşeklerle yarıştım
Zindanlara karıştım, ölümlerle tanıştım...
Adını söylemek istemiyorum!
Rüveydâ dediğim zaman
Anla ki, senin için yürüyor kelimeler
Çığlığımın atardamarlarından...
Hangi yıldızdır bilmem, gözlerin
Kayar da üzerime Rüveydâ
Önce tuhaf bir deprem yayılır bedenime
Sonra açılır önümde ıstırab vadileri
Silik renkleriyle adımlarıma
Çözülmeye yüz tutan bir mazi mühürlenir
Hayâlin bittiği menfeze doğru
Alaca bir at koşar içimde
Zamansız, mekânsız, nefese doğru...
Uslanmaz bir yürek taşıdığıma dâir
Yaygın bir kanaat dolaşır aynalarda
Oysa Rüveydâ,
Baştanbaşa ben
Kevser akan, gül kokan bir kalbin filiziyim...
Kitaplara sürdüğüm kapkara lekelerden
Bir anlatsam nasıl utandığımı,
Bir doğrulsam eğildiğim yerlerden,
Ağarır tanyeri nilüferlerin,
Alaca bir at koşar içimde,
Ezer toynakları ile anılarımı...
Sular köpürmemeliydi Rüveydâ!
Kırılmamalıydı ıslak dalları hasret selvilerinin.
Ben zehire alışkınım, şerbete değil!
Rüyâlar nefret eder avâre duruşumdan,
Kâbuslar çeker ancak derdimi yeryüzünde.
Sen gün boyu simsiyah bir ufukla beraber,
Ben her gece bir Mehdi türküsüyle çilekeş,
Yargılamak için zevâl kayıtlarını
İnkılab bekliyorum...
Hangi umut çiçeğidir bilmem, ellerin
Uzanır da gönlüme Rüveydâ
Derinden bir ok saplanır bağrıma...
Beynimi çağıran bir sese doğru
Alaca bir at koşar içimde,
Zamansız, mekânsız, nefese doğru...
Varlığın cinâyettir memleketimde işlenen,
Akıtır kanını en asil pehlivanların.
Yokluğun sükûnettir kuşatır evrenimi,
Varlığın ve yokluğun ölümüdür baharın...
Artık eskisi gibi bakamıyorsun
Göklerinde bir Belkıs otururdu Rüveydâ
Binlerce gökkuşağı olurdu kirpiklerin
Güneş bir anne gibi dururdu başucunda
Artık dokunamıyor kâkülün bulutlara
Karalara bürünmüş saçlarında dolunay
Ben bu kadar zulme layık mıyım Rüveydâ?..
Hangi ressamı vurur bilmem, endâmın
Sarar da benliğimi.
Ben beni tanımam kaldırımlarda
Kafesleri yutan kafese doğru
Alaca bir at koşar içimde
Zamansız, mekansız, nefese doğru...
Kırmızı bir kurdela bağlayarak alnına,
Duydun mu orkideye duâ eden birini?..
Bu ısmarlama yüzler yok mu Rüveydâ,
Bu yapmacık bebekler,
Gözyaşı akıtırken gülenler yok mu?
Beni kahrediyor geceler boyu...
Hangi çağın gelişidir bilmem, gülüşün
Soluk bir Dünyâ'nın mezarlarına
Gömerek gurbetimi
Kapadı karanlığa Yesrip, kapılarını
Meydan okuyuşun çağın ordularına
Bilmem hangi mevsimin başlangıcıdır
Doruklardan öte hevese doğru
Alaca bir at koşar içimde
Zamansız, mekansız, nefese doğru...
Yasını tutuyorum kararttığım düşlerin,
Yıpranmış dîvâneler gibiyim sokaklarda...
Amansız bir ütopya üfleyen pencereler,
Lif lif yoluyor dram seyyahı bedenimi.
Önümde, haksızlığın hesaba çekildiği
Hiç kimsenin kimseyi tanımadığı Mahşer!
Arkamda, kare kare ömrümü belirleyen
Hatırladıkça yanıp tutuştuğum resimler...
Söyle, nasıl aşarım pişmanlık dağlarını?
Yeniden bir Nil olup taşar mıyım çöllere?
Kim giydirir başıma tâcını nihâyetin,
Kim takar bileğime hürriyet künyesini,
Karada balık gibi nasıl yaşarım, söyle?..
Rüveydâ, seziyorum; tahammülün kalmadı!
Ama dur, boşaltayım bütün çığlıklarımı.
Asırlardır köhne barınaklarda
Küflenen, çürüyen çığlıklarımı...
At vuruldu; içim paramparça Rüveydâ!
Gölgelerin ardına sakladım kusurumu...
Sen orda kayıtsızca gülümsüyor gibisin,
Ben burda damla damla eriyip akıyorum.
Yine de, çiğnetemem kimseye gururumu!
İstenmediğim yeri sessizce terkederim...
Hâtırâ kalsın diye bırakır da rûhumu
Mahzun bir derviş gibi boyun büker, giderim...
Nurullah Genç