“Yedi yıldır Uludağla göz göze bakışıp dururuz.
Ne o kımıldanır yerinden,
ne de ben,
lâkin birbirimizi yakından tanırız.
Bazan,
hele kışın, hele geceleri,
hele rüzgâr kıbleden estiği zaman,
karlı senaberlikleri, yaylaları, donmuş gölleriyle
uykusunun içinde şöyle bir kıpırdanır,
ve orda, en yukarda, en tepede oturan keşiş,
uzun sakalı darmadağın
ve etekleri savrularak
rüzgârın önünde haykıra haykıra iner ovaya.
Sonra, bazan,
hele Mayısta şafak vakitleri,
masmavi, uçsuz bucaksız, koskocaman,
hür ve bahtiyar
yepyeni bir dünya gibi yükselir.
Sonra bazan, gün olur,
gazoz şişelerindeki resimlerine benzer.
Ve ben anlarım ki, görmediğim otelinde
kayakçı bayanlar kanyak içerek
kayakçı baylarla dalga geçmekteler.
Ve gün olur,
şalvarı sarı pırpıt bezinden,
kara kaşlı dağlılarından biri
Mukaddes Mülkiyetin mihrabında
kesip komşusunu
misafir gelir bize,
71’inci koğuşta on beş yıl yatmaya.”