Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

224 syf.
·
Puan vermedi
Bu yüzyılın insanlarını en iyi tanımlayan cümleye yer veren kitap; “Biz tarihin ortanca çocuklarıyız.” Her şey bu noktaya kadar biz henüz doğmadan gelişti ve bu karanlığın ortasına doğduk. Dünyada kahraman sayısı giderek azalmakta çünkü bu karanlığı alt edebilecek güçte olmak çok zor. Başta hepimizin hedefi sabit oluyor, kendimize ait bir yuva ve rutin bir hayat. Huzurun tanımını kişiye ait bilmem kaç m2 alan olarak değiştirmiş durumda çoğumuz. Çünkü bizi bizimle bıraksınlar istiyoruz, dünyayı bu hâle getirip yüzsüzce düzeltme sorumluluğunu hassas ruhumuza yük etmesinler istiyoruz. Evet, kitaptaki kahramanda kendine bir ev döşemekteydi. Kendi zevkini yansıtan koltuklar, tabaklar, halılar... Sadece o evde saklanıp bu çaresiz dünyayı aklama sorumluluğundan kaçmak için değildi insanın imrendiği bu alan. Birey olduğumuzu hissetmek için, bir kişi olduğumuza inanmak için hepimiz farklı materyaller satın alıyoruz, sürekli. Bunlara gerçekten ihtiyaç duymasak bile, tamamlanma isteği, kişiliğimizin olduğuna önce kendimizi sonra bizim için değersiz olsalar bile insanları ikna etme ihtiyacı devreye giriyor. Tyler bu evi havaya uçurduğu anda, kimliği yok olmalıydı tüm bu algıya göre fakat gerçek şu ki özümüze ulaşmanın yolu aidiyetlerden kurtulmaktır. Hiçbir şeyi havayı uçurmamız gerekmiyor, tüketmeyi durdursak ve kendimizi tüm bu mal mülkten bağımsız görebilsek yeterli. Ancak gelin görün ki kendimizi bu şekilde görebilmenin tek yolu evi havaya uçurmak gibi görünüyor. Aslında hepimiz kükremek istiyoruz, cesur olmak, bedenimizi ortaya koyabilmek ve yanlış giden her şeye karşı çıkmak. Bizi doğanın değil de insanların zorunlu kıldığı eylemlerden sıyrılmak. Bir topluluğun sesi olabilmek, güçlü olmak. Evet bir kalabalık gerekiyor ardınızda, güçlü olmak adına. Önceden insanların yaptığı da buydu, isyan. İçlerindeki kini, nefreti ve öfkeyi olduğu gibi aktarabiliyorlardı. Ancak günümüzde biz, geçmişin ve günümüzün hâlini tartışanlar arasında, bir ailenin ortanca evladı gibi dişimizi sıkıyoruz. İsyan etmenin bir çare olmadığının ve önünde konuştuğumuz bir topluluk olsa bile bu insanların da bizi terk edebileceklerinin bilinciyle, sadece yerimizde sayıyoruz. Haklı mıyız? Başka ne yapabiliriz? Bugün bu değil sorgulamalarım. Bugün neyiz, ne yapıyoruz, kendimize ve tüm bu kişisel gelişim çabamıza objektif bir bakış atacağız, cesur olma isteğiyle. Sesimizi çıkarmak istediğimiz anda kendimizi nerede ve nasıl bulacağımızı bilmek bizi korkutuyor ve biz korktukça onlara izin veriyoruz. Evet bu kitapta insanlar nihayetinde esip gürlüyor ve saf değiştiriyorlar ancak bunu gerçek hayata geçirmeyi hayal bile edemediğimiz durumdayız. Her şeyi bırakmamız gerekir çünkü. Bizi biz yaptığını düşündüğümüz evimizi, bizi “var” kıldığını saydığımız çevremizi, pek kıymetli görünüşümüzü. Kıymetli bir kar tanesi olmadığımız yazıyor kitapta. Doğru, bizim tek yaptığımız kelebek olmak adına yıllarımızı kozada harcamak, biz kozadayken dünyayı daha da batırmalarına fırsat sunar gibi. Kelebek olmak gerektiği tabusu iyice kuvvetlensin ister gibi. “O bir tek yuva. Olmasa o bir tek yuva. Kuşun yuvası, olurdu bütün dünya.” Gariptir ki, özümüze, o savaşçı ve kendine hayran kılan ruh kırıntılarından ne kaldıysa, buna ulaşsak ve asıl arzularımız doğrultusunda hareket etsek, hakkımızdan geleceklerdir. Ancak o öze ulaşmakla var oluyorsak eğer, var olmamız bir ölüm demek olabilir. Ancak bir kez şu zincirleri kırmak, kısa bir an için var olmak bile bizi kahraman kılabilir. Ölümsüz kılabilir. Belki de bu yüzden “Sonsuzluğa kadar yaşamak istiyorsan ilk adım olarak ölmek zorundasın.” İsmimiz değiliz, geçmişimiz veya malımız mülkümüz değiliz diyor kitap. Belki de tüm bunlar olmalıydık ancak hayatın ne kadar kısa olduğunu biliyorken nasıl benliğimizi bir şey ilan etme cesaretine sahip olabiliriz? Bunu da bir alıntıyla özetleyelim, “8G’de oturan kız... ne yapacağını bilmiyor ve yanlış şeye bağlanmaktan korktuğu için hiçbir şeye bağlanmıyor.” “...ve yaşlandıkça seçeneklerinin azalmasından korkuyor.” Sahi, bu kadar çok seçeneğin olduğu bu yorucu yüzyılda seçimlerine güvenmek ne zor, güvenen insanlar ne aptal/ne yüce. “Napolyon, bir kurdele parçası uğruna hayatlarını feda edebilecek insanlar yaratabilmekle övünürdü.” İyi insanlar olmaya çalışıyoruz ama mükemmeliyetçiyiz, en fazla iyi olabileceğimiz nokta ne ki? Tarih boyunca birileri kurban edilmek zorundaydı ve bunlara gıkımızı çıkarmadan göz yumduk. Kurbanlar sebebiyle elden edilen sonuçlardan yararlanmaktan geri durmadık. “Ürün testlerinde kullanılan hayvanları düşün.” “Uzaya fırlatılan maymunları düşün.” “Onlar ölmeseydi” diyor Tyler, “onlar acı çekmese, onlar kurban edilmeseydi, bugün hiçbir şeyimiz olmayacaktı.” Kendimizi süslemeyi keselim. İnsan aklına kendi varlığı geldiği ana kadar iyidir. Her şeyi kontrol etme peşindeyiz, evet bunu eleştirebiliriz. Ancak yarın ölecek gibi yaşayıp yıllarca yaşama riskini kim göze alabilir? Dövüş Kulübü’ndekiler, var olma yollarını seçmişlerdi. Tüm aidiyetlerinden ve bağlarından kurtul, kaybedecek bir şeyin kalmasın. Karşı çık. “Tanrı’nın can düşmanı ya da hiçbir şey olacak olsan, hangisini seçerdin?” “Louvre’yu yakacaksın... Böylece en azından Tanrı isimlerimizi bilecektir.” Tüm bunları düşünmek nasıl da tehlikeli... Soğumak ve soyutlanmayı tercih etmek veya belki de en azından savaşmak. Hangi kararı vereceğiz, bir karar verebilecek miyiz, tarihe yön verebilecek miyiz, zaman gösterecek. Umuyorum ki etkili olabilelim, insan hayatının değerini umuyorum ki eskisi gibi yüksek kılabilelim.. Ve evet, hâlâ umut ediyorum... “Bütün umutlarınızı kaybetmek özgürlüktü.”
Dövüş Kulübü
Dövüş KulübüChuck Palahniuk · Ayrıntı Yayınları · 20209,6bin okunma
··
80 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.