İstanbul'a bir ağıt olmasının yanısıra, bir insanlık ağıtı da diyebilirim. Hatta aynı zamanda her şeyin bu kadar otomatikleşmediği, sunileşmediği, çabuk tüketilmediği, yitip giden güzelim zamanlara da...
Hakan Bıçakçı öyle sakin sakin anlatmış ki çoğumuza bezginlik vermiş, nereye gitsek peşimizi bırakmayan inşaat seslerini, yavaş yavaş betona gömülen bir şehrin arkasından ağlama çağrısı okuduğumuzu hissediyoruz.
Kalabalık, gürültü, birbirimize nefes alacak fırsatı tanımayan hırslarımız, yorgunluğumuz, bıkkınlığımız... Zamanla olduğumuzu sandığımız insana bile yabancılık hissetmemiz...
Kitabın ana karakterinin tarihi İstanbul'un, tarihi mekanları üzerine bir kitap yazmak istemesi ile başlayıp kitabın içinde yer alacak olan mekanların bir bir kapanıp tarihe karışması ya da yerini bir bir yeni trend mekanlara bırakması üzerine ilerleyen bir kitap.
Bir yeri vardı kitabın, spoiler olmasın diye yazmayayım fakat okuyanlar verdiğim örnekten anlayacaktır neresi olduğunu, bu kısmı okurken çocukluğumda ölen muhabbet kuşumu annemle bahçemize gömdüğümüz geldi aklıma, benim gözyaşlarım eşliğinde. Sonra da bundan yıllar sonra ölen japon balığımızı çöpe atışımız... Bu kısım kitabın en üzücü kısmıydı sanırım benim için.
Bu ilk Hakan Bıçakçı kitabımdı. Hüzünlü buldum kitabı biraz ama bu hissi de sevdim aynı zamanda.
Kitapta adı geçen bir sürü müzik ve film ismi var, yazardan tavsiye niteliğinde. Hatta karakterin belirli bir tema üzerine film listesi yapması çok hoşuma gitti. Ben de en kısa zamanda kendi listemi oluşturmaya karar verdim.
Kendinizden, yaşadığınız muhitten, kendi cevrenizden mutlaka bir parça bulabileceğiniz bir kitap. Kesinlikle tavsiye ederim.