Gönderi

Yeise karşı Nasrullah camii kürsüsünde Hakkı haykıran Âkif
“Ey cemaat-i Müslim’in! Milletler yalnız topla, tüfekle, zırhla, ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılamaz. Milletler ancak aralarındaki rabıta birliği çözülerek herkes başının derdine, kendi hevasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın ‘Kale içinden alınır’ sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. İslâm tarihini şöyle bir gözden geçirecek olursak Şark’ta-Garp’ta hepsinin tefrika, ayrılık, fitne, fesat, nifak, yüzünden istiklallerine veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görüyoruz. Biz Osmanlı Müslümanları dünyanın üç büyük kıtasına hakimdik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz, hükmümüz altında bulunan, cesim cesim memleketlerin ortasında bir göl gibi kalmıştı. Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind denizlerinde yüzerdi. Müslümanlık rabıtası, ırkı, iklimi, lisanı, adatı, ahlakı büsbütün başka olan birçok kavmiyyetleri yek diğerine sımsıkı bağlamıştı. Her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak, Halife-i Müslim’inin etrafında toplanmış, İla-ı Kelimetullah için canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti. Fakat sonraları aramıza, Avrupalılar tarafından türlü türlü şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesat tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeye, dallanmaya, budaklanmaya başladı. Bizim zaaflarımızdan faydalanan düşmanlarımızın, yerli işbirlikçilerden de faydalanarak Osmanlı döneminde Şam, Kudüs, Yemen, Güneydoğu Anadolu, Millî Mücadele yıllarında da Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga isyanlarının çıkışında da önemli rol oynadıkları görüldü. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir... Böylece düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak çekilip gitmek için arka tarafta bir karış toprağımız bile yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca memleketlerin halkları hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Neuzubillâh (Allah’a sığınırız) biz öyle bir akıbete mahkûm olursak başımızı sokabilecek bir delik bulamayız…” (Sebilürreşad 25 Kasım 1920) Cemaat son derece heyecanlıdır ve ağlayanlar vardır. Aynı heyecanı Mehmed Akif de yaşamakta, sesi titremekte, konuşma ilerledikçe kendini tutamayarak gözyaşlarına hakim olamamaktadır. Mehmed Akif konuşmasını; “Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu; Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu, Bu da çiğnendi mi çiğnendi demek Şer’i Mübîn; Hâk-sâr eyleme ya Rab onu olsun!” ifadeleriyle bitiriyordu. Tam 11 sayfasının bu konuşmaya ayrıldığı gazetenin basımı için Kastamonu’daki matbaada günlerce çalışılacak, sonunda binlerce basılan gazete, çoğaltılarak Anadolu’nun her köşesine dağıtılacaktı. ‘Nasrullah Kürsüsünde’ manşetiyle çıkan gazete, sadece, camilere, vilayetlere değil, cephelerde Mehmetçiğe de gönderilecekti. Mehmed Akif’in yine burada yaptığı, ‘Müslümanların Terakkileri (ilerlemeleri) İslam’a Sarılmalarına Bağlıdır’ başlıklı vaazı (3 Aralık 1920 tarihli 465. sayıda) ‘Tam Müslüman Olmadıkça Felah Yoktur’ başlıklı vaazı ise, (13 Aralık 1920 tarihli 466. sayıda) Ye’se (ümitsizliğe) Düşenler Müslüman Değildir’ konulu konuşması da, 3 Şubat 1921 tarihli 467. sayıda yayınlanacaktı.
4 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.