İncelemece Değil, Yorumlamacadır.
"Aramızda bir yazar var, okumak boynumuzun borcu olsun” dedim ve Mehmet Yılmaz okuma etkinliğine katıldım. Yazarımız etkinliğe katılan yirmi kişiye kitap hediye edecekti, dedim belki o şanslı kişiler içinde bende olurum çıkıp kitap aramak zorunda kalmam. Ama kısmet değilmiş. (Zaten şu çekiliş ya da kura şeysilerinde pek kısmetli sayılmam. Piyango biletime amorti bile çıkmıyor.) Kitap aramak sıkıntı değil ama ellerinizden öper 2,5 yaşında bir kızım var ve onunla dışarıya çıkıp, kitap almak artık benim için çok lüks. Ufak bir fırsat yaratıp, canhıraş bakmadığım kitapçı, gezmediğim D&R kalmadı ama maalesef bulamadım. En son kendime, ne diye internetten sipariş vermiyorsun diye baya sövdükten sonra derhal siparişi verdim ve bir kaç gün sonrasında nihayet kitaba kavuştum ve yolculuk da başladı. Bunları niye anlatıyorum? Çünkü incelemeye nasıl başlayacağımı bilemedim. :)
Bu bir inceleme değil, yorumlama dedim. Belki de didikleme desek daha doğru olur zira haşlanmış tavuğu didikler gibi, kitabı didiklemeyi düşünüyorum.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki, kitabın giriş bölümleri, en az final bölümleri kadar önemlidir çoğu okur için ve okuyacağı ilk sayfalar kitaba devam edip etmeyeceğine karar vermek için büyük bir referanstır. Hani ilk intiba önemlidir deriz ya işte bu kitaplar için de geçerli bir durumdur. Yola Düşen Gölgeler'in bende ki ilk intibası pek olumlu olmadı. Kitabın ilk 40 sayfası diyebileceğim kadar bölümü, okuru içine almıyor ya da devamını okumak için bir istek uyandırmıyor. 144 sayfalık bir kitabın ilk 40 sayfasında okuru tavlayamamak büyük bir risk bence ve o 40 sayfa kitabın üçte birini oluşturuyor neredeyse. Eğer kitap 144 sayfa değil de 340 sayfa olsaydı buna müsamaha gösterebilirdim çünkü okuyacağım daha 300 sayfa vardır ama 144 sayfalık bir kitapta ilk kırk sayfanın yavan olması dediğim gibi yazar için risk, okur içinse kitabı yarım bırakma sebebidir. İlk bölümleri yavan bulmamın sebebi ise, bilindik şeylerin bilindik şekilde anlatılması ve hem kurgu olarak hem de anlatım olarak okuru heyecanlandırmaması. Bunu bir örnekle açıklamak istiyorum; kadınlar makyaj yaparken bazı püf noktalara da dikkat ederler. Örneğin gözleri ön plana çıkartacak bir makyaj yapılmışsa dudaklara açık tonlu bir ruj kullanılır. Ya da dudaklar ön plana çıkartılacak bir ruj kullanılacaksa göz makyajı daha hafif tutulur ve bu sayede abartıdan uzak daha zarif bir görüntü ortaya çıkar.Hem gözlerin, hem dudakların vurgulanmadığı makyajlar ise kadında yorgun bir görüntü oluşturur ve var olan ışıltısını da kaybetmesine sebep olur. İşte kitabın ilk bölümünün yavan olmasına sebep olan şey de vurgulanması gereken iki şeyden birinin vurgulanmayıp, her ikisinin de yavan bırakılması. Nedir bu iki şey? Kurgu ve anlatım. Bu iki şeyden biri mutlaka vurgulanmalıydı. Kurgu sıradan ise anlatım güçlü olmalı ve okur öyle tavlanmalı, kurgu sağlam ise anlatım sıradan tutularak, kurgu merkez alınıp okur kurgunun içine girmeli. Hem kurgu hem anlatım güçlü olursa okur boğulabilir, her ikisi sade tutulursa okur, kitabı okumasam da olur diyebilir. Maalesef ki bu kitabın ilk 40 sayfası diyebileceğim bölümü her ikisinin de sade tutulduğu bir bölümdü. Neyseki durum Abdullah Sami'den sonra değişiyor.
Kitapta Postmodernizmin izdüşümlerini görmek mümkün. Yazarımız yeni bir şeyler denemeye çalışmış ama Postmodern anlatım kitabın tamamına hakim olamadığı için havada kalmış. Hikaye içinde hikayeler, katman katman gelişen olaylar, anlatıcının anlattığı kişininin ruhuna kadar her şeyi bilip anlatması, ufak tefek postmodern etkiyi hissettiriyor ama di-li zamandan şak diye miş-li zamana geçmesi yazarın hatası gibi görünüyor. Bunun yerine 1. tekil şahıs ile 3. tekil şahıs arası gidip gelinseydi daha postmodern bir anlatım ortaya çıkabilirdi. Bunların haricinde hata olarak gözüme çarpan bir kaç çelişki de vardı. Anlatıcı şoförün, kalbinden geçenleri biliyor ama dışarıda muavinle konuşan sakallı adamın ne konuştuğunu duymuyor. Duymaya gerek var mıydı? Anlatıcı zaten her şeye hakim değil miydi?
Ceylan'ın anlatıldığı bölümde ise Ceylan'ın Türkiye’ye geliş kısmı geçiştirilmiş. Halbuki en kritik nokta orası ve belki ufak bir aksiyon katılarak okuru sürükleme adına bir lokomotif oluşturulabilirdi.
Musa bölümü ile ilgili de bir kaç şey söylemek istiyorum. Burada yazarı çok taraflı gördüm. Sadece Musa'nın yaptığı kötülükler anlatılmış. Ben insanların doğuştan kötü olduklarına inanmıyorum, genetik bir kaç kod belki bazı şeylere bizi meyilli yapabilir ama Musa gibi kötü biri de yapmaz. Musa'nın öyle biri olmasına sebep olacak şeyler, birey-alie, birey-toplum ilişkisi içinde neden-sonuç kullanılarak anlatılmalıydı. Elbette Musa'yı aklayacak sebepler yazılmamalıydı ama Musa'nın öyle biri olmasına sebep olan şeyler okura sunulmalıydı. Sunulmalıydı ki okuyan kişiler yeni Musaların oluşmasına sebep olacak şeylerden kaçınsınlar. Musa mantar gibi birden bire bitmedi, onu öyle biri yapan bir çok sebep vardır mutlaka. Keşke bilebilseydik. Keşke kitap daha da katmanlaşabilseydi bu bölümde.
Çok mu eleştirdim? :) Tamam. Bir kaç şey daha söyleyip güzel şeylere geçeceğim.
Kitabı okurken yazarımızın uzun cümleleri pek tercih etmediğini gördüm. Kitabın geneli kısa cümlelerden oluşuyor. Tek nefeste dört, beş cümle rahatlıkla okunabiliyor. Acaba tek cümleyi, tek nefeste bitiremeseydik nasıl olurdu? Bence müthiş olurdu. Ama Mehmet Hoca diyaframımızı düşündüğü için hiç o toplara girmemiş. :) Ama olur da bir kitap daha yazarsa aralara uzun bir kaç cümle serpiştirmeli mutlaka. Hani “Bakın istesem uzun cümle yazarım, elimden öyle şeyler de gelir ama sizi zorlamak istemiyorum.” mesajı vermeli. :)
Ve son olarak eleştireceğim konu sansürlenen ve sansürlenmeyen bazı küfürler. ‘İbne’ kelimesi sansürlenirken haşa huzurdan ‘orospu’ kelimesi sansürlenmiyor. :) Böyle olmasında yazarın mı yoksa yayınevinin mi etkisi var bilmiyorum ama gözüme batan bir detaydı, söylemek istedim.
Gel gelelim güzel şeylere... İlk bölümleri yavan bulmuşsam da Abdullah Sami'den sonra tabiri caizse yazarımız, sazı eline alıyor. Yer yer anlatımı, yer yer kurgusu ile tüm samimiyetimle söylüyorum ki çok beğendim. Aralarda yazar devreye girip kalbini açsaydı çok daha beğenebilirdim ama yazarımız satır aralarına sığdırmış kalbinden geçenleri. Halbuki insan olmak ve adalet, kitabın baştan sona kilit taşlarıydı. Yazarımız bu iki şey hakkında salt kendi görüşlerini yer yer o güzel üslubuyla anlatsaydı bize, işte o zaman tadından yenmezdi bu kitap.
Final bölümü benim için gayet tatmin ediciydi, yolculuk bitti kitap da bitti. Olması gereken de buydu. Okur en başta belli bir finale hazırlanmıyor hatta ben otobüse dönmeden, herhangi bir hikayeyle final olur sanmıştım ama insanın kalbinde ince bir keder bırakan sonu ile finali gayet iyi kotarılmış oldu.
Kitabı bir okur olarak umduğum ve bulduğum şeyler doğrultusunda yorumlama ya çalıştım verdiği mesajları, yazarımızın satır aralarına sığdırdıklarını da anladım hatta çok iyi anladım. Sesi Hilmiye benzeyen karakterin, haksıza karşı durup haklıyı savunmamasını da gayet iyi anladım. Yani demem o ki biz sizi anladık Mehmet Hocam.
Ve son. Kitaba puanım 10 üzerinden 8 ve bu puanı hatır için vermiyorum içimden gele gele, gönül rahatlığıyla veriyorum Helal-i hoş olsun.
Bunca söylediğim şey içinde Zülfü yare dokunacak bir şey söylemişsem yazarımızın affına sığınıyorum. Böyle güzel kitaplarının devamını diliyorum. Hayırlı bereketli bol satışları ve kıymetini bilen bolca okuru olur inşallah.
Herkese selam ve sevgilerimle… Keyifli okumalar.