Ne yat limanı vardı o zamanlar, ne restoranlar, ne de bu geniş cadde…
Ama o zaman da deniz çamur rengindeydi.
Kumsalın yerini çoktan zift ve moloz yığını almıştı. Kötü koku dayanılmazdı.
Şehrin göbeğindeki muhteşem koy göz göre göre ölüme terk edilmişti.
Ama gün batımları hâlâ inanılmayacak kadar güzeldi.
Gökyüzü önce kızıla çalıp sonra hafifçe morardığında ortaya çıkan manzaraya
bayılıyorduk.
Semtin insanlarını, havasını, suyunu seviyorduk. Oysa yat limanı inşaatının
başlamasına az kalmıştı.
Bir greyderin gelip her şeyi yıkacağı güne kadar kıyıdaki Köhne adlı kahvede
nöbet tutmaya kararlıydık.
O sıralarda serserinin tekiydim.
Vakit öğleyi geçti mi, Todori’nin yanından aşağı doğru kıvrılır, sağ tarafta
Kalamış Yelken’in bahçesine; Hulusi Baba’nın kulübesine bir göz atar, sonra
Köhne’de oturup arkadaşlarımın işten çıkıp gelmesini beklerdim.
Fakat bir iki haftadır hayatımda olağandışı kıpırtılar vardı.
Aşk kapıyı zorluyordu!
En son Fenerbahçe burnunda bir kayaya oturup onun suluboya desenlerine
bakmıştık.
Edip Cansever’den şiirler okumuştuk birbirimize.
Dünmüş gibi hatırlıyorum…
Kalbimizin gümbürtüsü dalga seslerini bastırıyordu.
Sonra ne olmuşsa olmuş, " bu iş yürümez, bu ilişki olmaz" düşüncesi geçivermişti
içimden. Sert, hırpalayıcı bir rüzgâr esmişti sanki aramızda.
Kocaman gözleriyle bana bakmış, anlamıştı.
Yavaşça elindeki kâğıtları denize bırakmıştı.
Koyu kırmızı gül şekillerinin suyun içinde çözülüp silinişini izlemiştik
sessizce.
Sonra ayrılmıştık.
Ses çıkmamıştı ne ondan ne benden..
Zaten cep telefonu, mail, MSN yoktu o zamanlar! Normal telefon da ağırımıza mı
gidiyordu ne! Telepati ve "kader nereye götürürse, oraya" yöntemini seçiyorduk
daha çok!
Ve üç gün sonra bir akşamüstü yine Köhne’de oturmuş ve çay bardağını avuçlarımda
sıkarak dalıp gitmiştim ki..
İçimden bir ses, "kalk " dedi, " biraz iskelede yürü!"
Upuzun iskelede biraz yürüyüp durdum.
Gözlerimi ovuşturdum. Yanlış mı görüyordum?
Yıkık dökük iskeleden arta kalmış ahşap duvara kıpkırmızı ve kocaman harflerle
bir şeyler yazılmıştı.
Siyasi bir slogan olamazdı! Duvarlara yazı yazan çocuklar duvarlar ardına
kapatılmışlardı. O dönemdeydik.
Yürüdüm, biraz daha yürüdüm yazıya doğru.
Ve…
Okudum.
"Özür dilerim dünya
Ben bu otelden çıkamam.
İmza: Seniha."
O’ydu. Gelmiş, kırmızı rujuyla Edip Cansever’in Bezik Oynayan Kadınlar’ından bu
dizeleri yazıp gitmişti.
Anladım. Sarsıldım.
"Otel" sakinleri arasına katılmaya karar verdim.
(Haşmet Babaoğlu)