Hayatın asla fark edilemeyecekler evresinde, tutunamayanlara yakın, iç dünyasıyla yaşam arasında arafta... Hiçlik durumuna düşmemek için çırpınan, insanların varlığını bilen, hayvanlardan elinden geldiği kadar özür ve af dileyen nevi şahsına münhasır.
"Yıllar içinde evlerden kurmalı masa saatleri birer birer kayboldular. Tik tak, tik tak diye betimlediğimiz onların sesleri âdeta zaman bekçilerinin kalp atışlarıydı. Değerli olan şeylerin bekçisi olurdu, olmalıydı... Zaman değerliydi...
Gecenin ilerleyen saatlerinde sessizliğe bürünmüş mahallemizde geçmiş yıllara az önce sözünü ettiğim şeyleri düşündürerek beni götüren kitaplığımdaki saate bakıyorum, zaman yorgunu diye sesleniyorum ve tik tak seslerinin eşliğinde bilmediğim şeylerin bildiklerimden çok fazla olduğu yıllara doğru tersine yolculuk yapıyorum.
Ne çok özlemişim bu sesi, tik tak, tik tak... Çocukluğum, delikanlılığım ve elimde kitabımla şimdiki zamanım; biz, olup biten herşeyin farkındayız, güzel anlar hızla yok oluyor... 'Tik tak' tan 'Tik tok' a geçiş yaptığımız zamanlarda bir birini yaşayamayanlara ve kendime üzülüyorum...
Açılsa sandıklar, çıksa gün yüzüne eski dostlar, kurulsa yayları -tik tak, tik tak- zaman bekçileri olarak kalpleri tekrar atmaya başlasa... Elbette açılacak sandıklarımız kaldıysa..."
İhtiyar
Büyük zannettiği adamlar bazı büyük şeylere sahip olabilen küçük adamlar, bazıları büyüğe de sahip olmayıp iyi poz veren adamlar, bazısı iyi anlatan bazısı iyi dinleyen adamlar, bazısı bilgili ama çocuk kalmış, bazısı kimi bazısı neyi taklit edeceğini iyi bilen adamlar, her taklidi herkesin yanında yapmayacak kadar taklidi tanıyabilecekleri de tanıyabilen adamlar vardı.
Üniversitedeki bazı hocalar hiçbir keşfin olmadığı ama eski kıymetli keşiflerin üzerine yılmadan bıkmadan sıkılmadan hiç üstüne koydukları şeyin sahibine bakmadan âdeta kıymetli bir mobilyanın üzerine pat diye oturur gibi üç günde üç ayda üç senede hükmünü koyan, sadece bu hükmü koymak için yaşayan okula gelen talebelerden fevkalade yılgın ve tahammülsüz, dinlememeyi ve hor görmeyi kendilerinden memnuniyet duyarak olmasa da elbise olarak giyinmiş, baston olarak tutmuşlardı. Kant'ı, Comte'u, Decartes'ı, Lewis'ı, Durkheimii.....talebeden korumaktan bostan bekçisine dönmüşler, hiddet ve asabiyet, azaları olmuştu.
"Bir rüya sonrası uyandığında boşluğa düşersin, sersem bir şekilde idrak etmeye çalıştığın gerçeğindir; yaşadıkların yaşayacaklarının habercisidir, olacakları değiştirmek ancak mucizelere kalmıştır."
ihtiyar
Sonra insanın yalnuzken duyduğu mahzunluk çok bereketli. O vakit kulağıma dolanın zerresini kimse fısıldayamaz, bunu da yaşadım, halen söyleyebildiklerim, anlayabildiklerim o halde iken duyduklarımdır, bunu nasıl kenara bırakayım, nasıl bu kadarı yeter diyeyim. Katlanabilirim gibi geliyor, hatta bu suretle kendimi de ikiye, üçe, beşe katlayabilirim gibi geliyor. Yoksa sen daha iyi bilirsin ama adamı katlayıp kenara koyuyorlar, sen de buruşuğunla, çözülemeden, açılamadan, dökülemeden kalıyorsun, kalacaksın çaresiz. Bundan da korkuyorum çünkü ağzıma değen bir tat var, gördüğüm bir ihtimal var, zihnimde bir hayal var, ona yaklaşmaya hayatım demek istiyorum.
“Sen ne dedin, sen?” diye sorunca, “Ne diyeyim, o öyledir, bilen herkes biliyor sanır, anlayan herkes anlıyor sanır, bildiği ile konuşuyor ama bildiğini bilen yok diye söyledim,”...
İnsanlık yarım kalan sözü, geçmişten geleceğe, karanlıktan aydınlığa uzanan çağlarda tamamlayacaktır. Yeter ki, Mustafa Kemal'in şu yalın ilkesi akıllardan uzak tutulmasın: "Adalet ve merhamet dilenmek gibi bir prensip yoktur. Türk milleti, Türkiye'nin müstakbel çocukları bunu bir an hatırdan çıkarmamalıdırlar.”
Bu sözün anlamını, makamlara oturanlardan daha çok, bağımsız, özgür ve insanca yaşamak için “Hak, kuvvetin üstündedir” ilkesinin erdemliliğin temeli olduğuna inanan gençler değerlendireceklerdir. Zerre kadar kuşku yok!