Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

131 syf.
9/10 puan verdi
·
3 günde okudu
Böll'ün gerek savaş hakkındaki düşüncelerini, gerekse de hayat hakkındaki görüşlerini çok beğeniyorum. Bana kalırsa kendisi zorlu bir dönemde birçok şeyi apaçık görebilen bir yazardı. İnsanlık olarak kimi boğucu dönemlerden geçerken, özellikle tam da o zamanlarda bazı gerçekleri fark edebilmek kolay olmadığı gibi ağır bir iştir de. Böll'ün kendisi de bizzat cephede bulunmuş biri. Yazdığı konuda tecrübeli. Savaşın ne denli kötü bir şey olduğunu yerinde tecrübe edip, o savaş şoku içerisinde gerçekleri seçebilmiş bir yazar kendisi. İşte özellikle savaş gibi yoğun olaylar insanlık olarak bizi adeta bir şoka sokar. Bu şokun etkisi altındayken işin mantıksal ve felsefi yönünü görebilmek; gerçekten de o şok içerinde, fark etmenin getirmiş olduğu yoğunluğu kaldırabilmek asıl meseledir. Böll bunu çok iyi başarıyor. Trenin Tam Saatiydi, cepheye gönderilen bir askerin öyküsünü anlatıyor. Askere zorla alınıp, kendi rızası dışında cepheye gönderilen masum bir insanın (asker değil, insan) öyküsüdür bu. Hikayenin bir kısmı cepheye giden trenin içinde, diğer kısmı da kendisinin ve asker arkadaşlarının vardığı mevkide geçer. Daha trene binmeden öylesine gergindir ki, yanındaki hiç tanımadığı yaşlı bir adama savaşın çılgınlık olduğundan söz eder. Hiç tanımadığımız bir insana içten bir şekilde mühim şeylerden bahsedebilir miyiz? Soruyu şu şekilde sormak daha doğru olacaktır belki de: Hangi koşullar altında hiç tanımadığınız birine dert yanarız? Hiçbir geri dönüş şansı yok. Eğer cepheye gitmeyi reddederseniz, hain ilan edilip, o halde karşı taraftaki ülkelerin düşmanı durumunda bulunurken, eğer bunu yaparsanız kendi ülkeniz tarafından da düşman olarak ilan edileceksiniz. Bu, insanların ve ülkelerin birbirini en ufak sebeplerden düşman ilan ettikleri bir ortamda, kimsenin düşmanı olmamaya çalışmak hainlik olarak nitelendirilebilir mi? Hayır, bunun tek bir ismi vardır; insanlık. Hikayemizin daha en başında sitemli, neredeyse kızgın halde olan kahramanımız trene binmek zorunda kalıp, cepheye yaklaştıkça içinde o sitemden eser kalmaz. Şikayetçi olmayı, sorgulamayı kesmez anlamı çıkmasın bundan. Cepheye yaklaştıkça içindeki sorgulamaların derinliği de artar. Öyle kötü hisseder ki kendini, ölüm zamanını bile hesaplamaya başlar trenle cepheye yaklaşırken. Yakında öleceğim, der ilk önce. Ama yakında kelimesinin gelecek olgusu üzerindeki etkisini fark eder bir anda. Yakında kelimesi geleceği sıkıştırıp ezmektedir. Şayet siz bir olay hakkında yakında kelimesini kullanırsanız geleceğin genişliğini daraltmış, kısıtlı hale getirmiş olursunuz. İşte yakında kelimesinin geleceği sıkıştırıp ezmesi gibi savaş da insanın geri kalan yaşamını; geleceğini sıkıştırıp ezmektedir. Çünkü insanların savaş karşısında kesin bir bilgileri yoktur. Cepheye giden her asker oraya son anlarını yaşamak için gidiyormuşcasına gider. Oraya neden, hangi amaçla gittiğini bile ölünceye dek anlamaz. Bildiği tek şey, 'birileri' tarafından emir verildiği ve gitmek zorunda olduğudur. Savaşın çılgınlık olduğunun farkında olan biri, bu çılgınlığın kendi ülkesine de bulaştığını pekala fark edecektir. Bu açıdan da bir karşı çıkma vardır savaşa. Bir çılgınlık virüsüdür savaş. Bu, kendi ülkeniz bile olsa hiçbir farklılık göstermez. Bu virüsten haklı olarak kaçmaya çalışan insanın, umutsuz kaçışıdır işte bu hikaye. Silahını almayı bile unutur kahramanımız. O denli derin bir iç sorgulaması içindedir ki, savaş için bir numaralı gereç olan silahını bile unutur. Ama onlarca kişilik kalabalık arasında kimse fark etmez bunu. Cepheye giden bir askerin gelecek kavramı onun için devre dışı kalır. Bir 'geleceksizleştirme zorbalığıdır' savaş. Kahramanımız barış nasıl bir şeydir bilemeyeceğim, der trende iken. Barış kavramını kutsal yapan şey savaş değildir. Savaş gibi kirlenmiş bir kavram başka hiçbir kavramı kutsallaştıramaz. O yüzden barışın askerleri olmaz. Geçmişte, belki de lisede, ders kitabında dünyadaki çeşitli ordulardan bahseden bir metinde 'barış askerleri' diye bir ordu, oluşum görmüştüm. İsimsel ve mantıksal açıdan öylesine saçma bir tabir ki bu. Barış kavramı hakkında birazcık derine inip düşündüğümde hep bu gelir aklıma. Barış için savaş mı gerekir? Barışı korumak için silah mı gereklidir? Kritik sorular sormaktan çekinmemeliyiz hiçbir zaman. Savaşta ölen insanlar için barış kavramı geçersiz hale gelir. Bir asker hayal edin, zorla geleceği elinden alınıyor, cepheye gönderiliyor İkinci Dünya Savaşı sırasında. Bu asker cephede körü körüne ölüyorsa, yıllar sonra bu gibi milyonlarca körü körüne ölmelerin sonucunda barış geliyorsa, bu barış, körü körüne ölen 'insanların' geleceklerinin ellerinden zorla alınmasını haklı çıkarabilir mi? Yoğun bir iç sorgulama içersinde olan bir insanın tasvir edilmesi her zaman zor bir meseledir. Bana kalırsa Böll, bu konuda da farkını ortaya koyuyor. Bir anda eski anılarına kapılıp giden kahramanımızın bu kapılmaları öylesine iyi anlatılmış ki, bir anda siz de kitabın isminde bile bulunan o treni unutup, kahramanımızla onun anılarına gidiyorsunuz. Kalan günleri, kendi hesabıyla ve tren yol aldıkça azalan kahramanımız, trende de onlarca hiçbir şeyden habersiz insanla karşılaşıyor. O gözükmez insanlar emir verirler, bu emrin bir ölüm kararı olduğunu da sadece kendileri, en iyi ihtimalle bir alt rütbeli olanlar bilir. Ama bu emrin kapsadığı insanlar bu emre uyarken göğüslerini kabartarak uyarlar bu emre. Çünkü verilen emrin vahşeti henüz onlara gözükmez. Savaş alanında ölmeden önceki belki de on saniye önce anlar emri uygulamak zorunda kalan insan; savaşın bulaşıcı bir çılgınlıktan başka bir şey olmadığını, savaş alanında ölemeyecek kadar 'değerli' olan birtakım rütbelerin (insanların, askerlerin değil; yalnızca rütbelerin) hiçbir hakla başka insanları ölüme gönderemeyeceğini ve insan hayatının bir kağıt üzerinde kalem oynatmak kadar önemsiz hale geldiğini. Kahramanımız göğüslerini o anda kabartmakta olan hiçbir şeyden habersiz insanlarla karşılaşır işte. İnsan hayatı savaş dönemlerinde bu yüzden değersizleşmiştir. Bir kalem çiziğine, ağızdan çıkan birkaç kelimeye bakar hiçbir şeyden haberi olmayan bir askerin hayatı. Kim için neden savaşıyor, neden karşısındaki insanları öldürmek zorunda, bunların cevabını alamaz asla. O yüzden kahramanımızın da yaptığı iç sorgulamalar kendi hesabına göre olan daralan zamanında sonuçsuz kalır. Zaman daraldıkça daha da çok şeyi düşünmeye çalışır ama böyle olunca da zihninde her şey birbirine karışır. En sonunda tren kahramanımızın zamanının bitmesine bir gün kala, ertesi gün cepheye gidecekleri yere varır. Orada üstündeki asker onu ve birkaç arkadaşını randevu evine götürür. Orada kahramanımız hayat için bir umut bulur. Aşık olur. Savaş zamanları gibi insanlığın şok yaşadığı zamanlarda insanlar en ufak şeylere bile tüm güçleri ile sarılırlar. Bu, kahramanımız için yıllar önce yine askerken bir dinlenme yerinde yalnızca gülüşünü görmüş olduğu bir kadındır, kimileri içinse sevgilileri ile çektirdikleri o siyah beyaz, asker kaputunun içinde buruş buruş olmuş fotoğraflardır. Savaş alanında çamura bulanmış olan buruş buruş siyah beyaz fotoğraflar... Kahramanımız o ana tek tutunmuş olduğu tek şeyi randevu evindeki o tanıştığı kadında bulur. Bu öylesine ani bir aşk olmuştur ki normalde cinsellik için oraya gidilmesine karşın onların tasarladıkları tek şey beraber kaçıp gidebilmek olmuştur. Kaçmak, savaşın; virüsün henüz ulaşamadığı ya da hiç ulaşamayacağı bir yere. Bir sahne beni çok etkiledi kitabın bu kısmında. Kahramanımız aşık olduğu kadınla birlikte odada konuşurken kapı çalar ve başka bir askerin kahramanımızın aşık olduğu kadını istediğini söyler. Bu asker oldukça yüksek bir fiyat vermektedir. Ama kahramanımız onun gitmesine izin veremez, yanında fazlaca parası da yoktur. Yaptığı şey, üzerindeki tüm değerli şeyleri çıkarıp vermek olmuştur. Saatini çıkarır, kalemini, maaş defterini bile çıkarıp verir kapıya gelen görevliye. Kaputunu, hatta botlarını bile çıkarıp verir. En azından hayatının son üç saatini aşık olduğu kadınla geçirmek için. Bu kısımda kahramanımız aşık olduğu kadının ve onun benzeri insanların yoksulluktan yaşamak zorunda kaldığı o kötü yaşamı da askerliğe benzetir. Askerlerin cephelere zorla gönderildiği gibi, bu yerlerde de kadınlar birtakım odalara zorla gönderilir. En az savaş kadar dehşet vericidir bu da. Bu açıdan Böll gerçekten de bahsettiği mühim meselenin de hakkını verir. Aslında savaş yalnızca silahlı olan türden savaş değildir. Her yerde bir savaş vardır toplumda. Toplumdan tekme atılıp üzerine basılan insanların içinde bulunduğu durum bir savaştır. Üstte bahsettiğimiz yerlerde çalıştırılan kadınlar için hayat bir savaştır. Ağır işlerde çalışanlar için hayat bir savaştır. Savaşlar üzerine kuruludur yaşamın bütünü. Önemli olan bu savaşların hepsini bitirebilmektir. Çünkü bu savaşların hepsi bitmediği sürece biri bitse bile, diğeri yine onu tetikleyecektir. Başka bir deyişle yine 'bulaşacaktır'. Çünkü savaş bir virüstür. Trenin Tam Saatiydi, Böll'ün savaşları yine bol bol eleştiriye tuttuğu bir eseri. Silahını dahi geride unutan, kimseye düşman olmamaya çalışan, masum hayallere, en önemlisi de aşık bir 'insanın' hikayesidir bu.
Trenin Tam Saatiydi
Trenin Tam SaatiydiHeinrich Böll · Can Yayınları · 2019466 okunma
··
386 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.