On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda siyaset ve tüketim
alanında gerçekleştirilen devrimler insanlığın maddi gelişimine büyük katkı sağlarken aynı zamanda psikolojik bir acının da doğmasına neden oldu; çünkü bu devrimler yepyeni
bir idealin etrafında vücut buluyordu: bütün insanların doğuştan eşit oldukları, herkesin her şeye ulaşabilmek için sınırsız bir güç taşıdığı inancı. Oysa bundan önce tarih boyunca tam tersi bir inanç hakim
olmuştu: eşitsizlik normal, beklentisizlik erdemdi. Hayatta
tatmin olmaya ve zenginliğe heves edenler azınlıktı. Çoğunluk, sömürülmeyi ve mahrumiyeti kabullenmişti.
Aristo, Politika'sında (M.Ö. 350), "Şu kesindir ki bazı insanlar doğaları gereği özgür,diğerleriyse köledir. Köleler için kölelik doğru ve uygun olandır" demiş, bütün Yunan ve Romalı düşünürler ve liderler de bu görüşü onaylamışlardır. Antik
dünyada kölelere ve çalışan sınıfa akıl yürütmeden yoksun yaratıklar gözüyle bakılmış, yük hayvanlarının tarla sürmeye
koşulması gibi, onlar da zorlu yaşamlar sürmeye mahkum
edilmişlerdir. Kölelerin bazı haklara ve beklentilere sahip olabilecekleri düşüncesi elitler için son derece absürddü. Bir çekicin ya da tırpanın zihinsel durumunu ya da mutluluk düzeyini sorgulamak kadar saçma olurdu bu. Eşitsizliğin adil ve değiştirilemez olduğu düşüncesi çoğu zaman ezilenler tarafından da paylaşılıyordu. Roma İmparatorluğu'nun ileriki dönemlerinde Hıristiyan öğretilerinin daha da yayılmasıyla birçok kişi gördükleri eşitsiz muamelenin
doğal ve değiştirilemez bir düzenin parçası olduğuna inandı.İsa'nın öğretilerindeki eşitlikçi ilkelere karşın, Hıristiyan siyaset kuramcıları dünyevi sosyal yapının değiştirilmesi, böylece toprağın ve malların toplum üyeleri tarafından daha adilce paylaşılması için herhangi bir öneride bulunmuyorlardı. İnsanlar Tanrı'nın önünde eşit olabilirlerdi; ancak bu eşitlik,
pratikte de eşitlik aranması gerektiği anlamına gelmiyordu.Bu kuramcılara göre iyi bir Hıristiyan toplumu, sınıfsal
katmanların kesin çizgilerle birbirinden ayrıldığı mutlak bir
monarşi formundaydı; bu mutlak monarşi gökyüzü krallığının düzenini yansıtıyordu. Tanrı'nın, meleklerden küçücük
kurbağalara kadar yarattığı her varlığın üzerinde kadir olması gibi, bazı kullar da Tanrı tarafından yönetici olmak üzere dünyaya atanmışlardı ve onlar, toplum üzerinde söz sahibi
olma hakkını taşıyorlardı. Toplumdaki herkesin, asillerden
rençperlere kadar herkesin yeri Tanrı tarafından belirlenmişti. Ortaçağ' da bir İngiliz aristokratını, sosyal hiyerarşide kendisinden aşağıdaki konumdaki insanları aşağılamakla ve
snopça davranmakla suçlamak hiçbir anlama gelmezdi.
ON BEŞİNCİ YÜZYIL hukukçularından Sir John Fortescue,
toplumsal hiyerarşiyle ilgili görüşlerini anlatırken Ortaçağ'a
damgasını vurmuş bir düşünceyi yeniden ifade etmiş oluyordu sadece: "Bütün melekler sırayla bir merdivenin basamaklarına dizilmişlerdir, her bir meleğin alt ve üst basamağında
bir başka melek bulunur. Benzer bir şekilde, insanından tutun
solucanına kadar bütün canlılar hiyerarşik bir sıra içinde varolur." Orta çağ' daki egemen ideolojiye göre neden bazı insanların tarla sürdüğü ve diğerlerinin bu sırada ziyafet salonlarında süzülerek gezindiğini sorgulamak, Tanrı'nın gücüne
meydan okumak anlamına gelir.