Gönderi

Atlıkarınca
“Salonun ortasında beyaz atlas kumaşla kaplı bir tabut... Tabutun dört bir yanı çelenklerle doluydu. Tabutun içinde çiçeklerle arasında beyaz tül giysileriyle mermerden yontulmuş gibi bembeyaz kollarını göğsünün üzerine kavuşturmuş bir kız çocuğu yatıyordu. Ama darmadağınık sapsarı saçları ıslaktı. Çiçeklerden yapılmış bir taç vardı başında. ciddi, artık sertleşmeye yüz tutmuş yüz çizgileri mermerden yontulmuş gibiydi ama rengi gitmiş dudaklarında donup kalmış hiçte çocuksu olmayan gülümsemede sonsuz bir hüzün, büyük bir yakınma vardı. Tanıyordu bu kızı; tek bir tasvir tek bir mum yoktu tabutun çevresinde. doğa da duymuyordu. Kendini suya atıp intihar etmişti bu kız. Daha on dört yaşındaydı ama paramparça bir yüreği vardı. Kendi kendini perişan etmiş, hakarete uğramış bir yürek. Bu tertemiz ruh hiç de hakkı olmayan bir utançla doğmuş, attığı son umutsuz çığlığı kimse duymamış, karanlık, ıslak bir gecede rüzgarın uğultuları arasında kaybolup gitmişti. Uyandı, yataktan kalktı, pencerenin önüne gitti. El yordamıyla sürgüyü buldu, pencereyi açtı, rüzgar amansızca saldırdı dapdaracık odaya. Kız hemen her seferinde yalvaran gözlerle bakıyordu ama adamın elleri durmuyordu. Kız kurtulmak istiyor ama işe yaramıyordu. Kız bunu hak edecek ne yaptığını anlamıyordu. Gördüğü babasının yüzüydü ama bunu ona yapan babası olamazdı.”
·
4 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.