Tatvan’da, sene 1999, Tank Bölük Komutanıyım. Bitlis, Muş, Tatvan arasında, terörist geçiş yollarına hakim yüksek bir tepede görevli olan tankımdan arızalandı mesajı aldık. Teknisyen ve bakım ekibimle gittik, tankın yanına. 400-500 metrekarelik bir alanda, tel örgülerle çevrili, iki barakanın ve bir televizyon vericisinin olduğu bir yer. Bakım ekibim tankla ilgilenirken, ben de Karakol Komutanı ile iki barakanın arasında çay içiyor, sohbet ediyoruz. Gencecik bir Astsubay. İlk görev yeri burası. Hâl hatır faslından sonra, diğer barakanın ne olduğunu sordum. “K omutanı m, bu vericinin çalışanı dört tane Kürt var.; bizi de hiç sevmiyorlar, onun için çok muhatap olmuyoruz” dedi.“Oğlum, öyle deme, bak gelmişler; Allah’ın bu dağında, Devletimiz, milletimiz için çalışıyorlar. Teröristler şu yukarıdan bırak mermiyi, kaya yuvarlasalar, hepinizin başına beraber düşer, aynı kaderi paylaşıyorsunuz” dedim. Tam bu sırada, o barakanın kapısından, 50-55 yaşlannda bir kişi çıktı. Bize doğru bakıyor, ama ürkek balkıyordu.Ayağa kalkarak, “Selâmünaleyküm Em m i!” diye seslendim. “Aley- küm selaaam, Kumandan” diyerek bize doğru gelmeye başladı. Ben de ona doğru giderek, elini tuttum, öptüm başıma koydum.Ağlamaya başladı. “Emmi, ne oldu, bi hatamız mı oldu?” diye sordum. “Yok Kumandan, estağfurullah! Burada er’i, onbaşısı bile bizi adam yerine koymazken, Devletin koca(!) yüzbaşısı elimi öptü, ona duygulandım. ”“Emmi öyle deme, onlar da sizi sever, sayar, bir kusurları varsagençliklerine ver, çektikleri sıkıntılara, aile hasretine ver!”*“Yok, Kumandan yok, biz her şeyin farkındayız, Inşaallah, Halid Beyler gene yetişecek!” dedi gözlerini kurulayarak.“Deli Halid’den mi bahsediyorsun, Em ...” lafımı bitirmeye fırsat bırakmadan, “Deli değildir” diye celallendi.“Emmi, yiğit namıyla anılır, ona akıl noksanlığından değil, yiğitliğinden, cesaretinden dolayı deli denmiş. ”“Yok Kumandan, bize dedelerimiz, babalarımız anlatmış, O Veli’dir, deli değil! Bi çayımızı içer misin Kumandan?”“Şeref duyarım, tavşan kanıdır şimdi, sizin çayınız” diyerek onların barakasına girdim. Diğer çalışanlarla da tanıştırdı. Orada kaldığım bir saat boyunca, dördü de, “Veli H alid Bey’i” anlattılar bana, sobanın üstünde ısıttıkları köy ekmeğine dürdükleri otlu peynir ve çay üstüne çay ikram etmenin verdiği hazzı yaşayarak! İlginç bir sohbet olmuştu.
Asıl ilginç olan şey şuydu ki; kendi yaşlan, onu bizzat görmeye tanımaya yetmemesine rağmen, babalanndan, dedelerinden duydukları, dinledikleri Deli Halid’i, bu insanlar biliyor, tanıyor, hasretle, rahmetle yâd ediyorlar, onun gibi liderlerin, yöneticilerin, komutanların hasretini çekiyor, onun gibileri bekliyorlardı. Ama ben bilmiyor, tanımıyordum. Hiç duymamıştım bile. Üstelik ben, güya, İnkılâp tarihinin en iyi okutulduğu Askeri Lise ve Harp Okulu’ndan mezun olmuştum. İşte, bende bu yüzden Şark görevimi tamamlayıp Batıya döndükten sonra, araştırmaya, öğrenmeye çalıştım, Deli Halid’in kim olduğunu, neler yaptığını veya yapmadığını...Deli Halid’in hayatıyla ilgili, yapmaya çalıştığım araştırmalarda, maalesef hep kalın bir sis perdesiyle karşılaştım. Böylesine önemli bir kahramanın bütün hayatı hakkında, değil derli toplu bir çalışma, doğru dürüst bir biyografi dahi yapılmadığı gerçeğiyle karşılaştım. Sadece Dr. Gürsoy Solmaz Beyefendi’nin “Deli Halid Paşa” isimli, Kültür Bakanlığınca 1996’da yayımlanan bir kitap vardı. O kitapta, gene Gürsoy Solmaz Bey’in kendi ifadeleriyle “ bütün hayatım değil, genellikle Doğu Anadolu’da görev yaptığı sınırlı ytlları” kapsamaktadır.İşte bu sebeple adeta samanlıkta iğne aramak, iğneyi bulduktan sonra da, o iğneyle kuyu kazmak gibi meşakkâtli bir çalışmaya başladım. Onlarca kitaptan, dergiden, gazeteden, makaleden ve o devrin tanıklanndan dinlediklerimle, bazen bir kitaptan bir cümle, bazen bir satır bulmaya çalıştım. Tabiî bu esnada mesaime de devam ettiğimden dolayı bu kitabın ortaya çıkması tam 16 yıl sürdü. Bu zorlu ve meşakkâtli yolda, iki düstûrum, rehberim oldu. Birincisi Özel Kuvvetlerimiz’in “zoru başarırız, imkânsız zaman alır” parolası, İkincisi de, yüce Mevlâ- na’nm: “Vazifesini tam yerine getirememiş olanın vicdan rahatsızlığına ne ilacın şifası, ne mazeretin duası kâr etmezn sözleridir.Düşünmeye, anlamaya çalışan her Türk evladı gibi benim de yüreğim, gönlüm, beynim yargılı... Kınk dökük de olsa, layık olamasam da, dilim döndüğü, gücüm yettiğince, yazayım, anlatayım istedim, bulabildiklerimi, öğrenebildiklerimi...Vefakâr milletim tarafından benim zayıf omuzlanma, kınk gönlüme, günahkâr nefsime yüklenen bu ağır emaneti, profesyonel araştırmacılara, tarihçilerimize, daha bilgililere, daha ehil ellere, daha geniş gönüllere, teslim edebileyim, Doğulu, Batılı ayırt etmeden, analanmızm gözyaşla- nnı dindirmeye katkım olsun istedim! Bu insanlann bilerek veya bilmeyerek bana emanet ettikleri bu büyük sorumluluğun gereğini yerine getirmeye çalışırken; bu yiğit, serdengeçti cihangirin, bu koca Şehit’in aziz hatırasını yâd edebilecek, onun istediği gibi bütün vatandaşlarımız arasında yeniden gönül köprüleri kurabilecek, bozulan yolları yeniden tamir edebilecek insanlarımıza, küçücük de olsa, bir pencere açabilmek, “Bütün yokluk da olsa her yer, Bari yok der bir sadâ” , olabilmek, ümit verebilmek bütün gayretim...Günümüz insanının, özellikle gençliğinin, okumaya yazmaya tahammülü ve belki de zamanı olmadığından, lafı eğip bükmeden, öğrenebildiklerimin zekâtını vereyim istedim. Elbette zekâtta düstur, yakından uzağa doğru olduğundan zekâtımı öncelikle, fikir ve şuur yakınlığım bakımından;Gül goncasını, ciğerparesi evladını toprağa emanet ederken, “Vatan sağolsun, Ben artık şehit anasıyım, ne mutlu bana” diyebilen analara,“Bir oğlum daha var; o da vatana feda olsun" diyerek, gözyaşlarını kan çanağı olmuş gözlerinden, yanakları yerine içine akıtarak, her türlü ihanetlere, aymazlıklara, nemelazımcılıklara inat, şerefle, dimdik ayakta durmayı şiar edinmiş babalara,Vatanına ve milletine karşılıksız hizmet aşkıyla dolu ruhlarının rehberliğinde, gönül ve bilim şuuruyla kanatlanıp, yurdun ve dünyanın dört bir tarafında, “bu milleti yeniden hak ettiği zirvelerdeki yerine çıkarmak” için çalışan asker, sivil yüce gönül sahiplerine gönderiyorum. Kabul ederlerse bahtiyar olur, şeref duyarım. İşte zekatım!Tarihi şan ve şerefle dolu, 1000 yıldır İslâmm bayraktarlığını yapmış ve “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Onlar m ü’min/ere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfü geniş olandır, hakkıyla bilendir.'' (Ma- ide: 54) Ayet-i Kerimesi’nin şehadetiyle, Alemlerin Rabbi Allah (c.c)’ın övgüsüne, sevgisine ve inşaallah rızasına mazhar olmuş Necip Türk Mil- leti’nin ve onun, şerefle, haysiyetle birarada yaşama ideâllerinin, hizmetkârı olmak durumunda olan Devletimizin, özellikle son üç asırdan beri tedricen ve hissettirilmeden içine düşürüldüğü üç temel meselesi veya hastalığı vardır: İradesizlik, Hedefsizlik, Aşağılık duygusu.