Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

140 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
22 saatte okudu
Kesinlikle okunması gereken eserlerden biri. Yeraltından notlar-Alıntılar "Tek başımayım, ama onlar hep birlik." *** Kimseyle konuşmak istemezken birdenbire öyle değişiyordum ki, dairedekilerle yalnız konuşmak değil, artık arkadaşlık etmek istiyordum. Onlara karşı duyduğum soğukluk birden kayboluyordu. Kgkjhgk Bizim romantik, geniş bir adamdır, aynı zamanda madrabazın madrabazıdır... Bizde düşüşlerinin son basamağında bile ideallerini kaybetmeyen o "geniş yaradılışlılar"ın bu kadar çok olması da bu yüzdendir. Evet efendim, en kaşarlanmış ahlaksızların ruh bakımından son derece namuslu kalabilmeleri ancak bizde mümkündür. Tekrar ediyorum, romantiklerimiz arasından açıkgöz, düzenbaz (düzenbaz kelimesini iltifat olarak kullanıyorum) sık sık çıkıyor; gerçeklik duygusu, olumlu bilgileri birdenbire o derece kuvvetleniyor ki, şefleri şaşkına dönüyor, etrafın ağzı açık kalıyor. Evde en çok okumakla vakit geçiriyordum Okumak bana uygun tek dış etkiydi. Okumaktan başka yapılacak işim, gidecek tek yerim yoktu, çünkü çevremde saygıya layık, beni kendine çekebilecek bir meşguliyet bulamıyordum. Sarhoş değildim. Ama can sıkıntısı insanın başına böyle isterik haller sardırıyor! Yazık ki umduğum çıkmadı. Pencereden atılacak bir adam olmadığım anlaşıldı ve kimseyle dövüşemeden meyhaneden çıktım. O günkü çekingenliğim korkaklığımdan değil, hudutsuz gururumdan geliyordu. Gözümü korkutan ne subayın on verşok boyu, ne dayağın acısı ne de pencereden atılmaktı; bunları göze alacak kadar maddi cesaretim vardı, fakat manevi cesaretim yoktu. kalbim kâh durur gibi oluyor, kâh olanca hızıyla çarpmaya başlıyor, çarptıkça çarpıyordu!.. Kim bilir ne âlemdedir adamcağız? Kimleri ezip duruyordur. Hayaller beni şu miskin sefahat âlemlerinden sonra daha çok sarar, daha tatlı gelirdi; pişmanlık, gözyaşları, beddualar, coşkun sevinçlerle dolardım. Bazen bütün varlığımı öyle baş döndürücü bir sarhoşluk, öyle dört başı mamur bir saadet kaplardı ki, kalbimde istihza duygusunun izi bile kalmazdı. Baştanbaşa inanç, ümit, sevgi kesilirdim. Çünkü o anlarda bir mucizeyle, dıştan gelecek bir yenilikle her şeyin açılıp genişleyeceğine, önümde hayırlı, güzel ve bilhassa tamamıyla hazır bir çalışma ufku (ne olduğunu tam olarak kestiremiyordum, ama önemli olan da tamamen hazır olmasıydı) açılacağına körü körüne inanırdım; yani neredeyse, beyaz bir at üzerinde, başımda defne çelengiyle dünyanın orta yerine çıkıveriyordum Kendimi hiçbir zaman ikinci derece bir rolde göremiyordum. Gerçek hayatta en sonuncu kademeye isyansız katlanabilmem bu yüzdendi Ya kahraman ya da çamurdan; ikisinin ortası yoktu. Beni mahveden de buydu zaten. Bu âlemlerde beni gece vakti sokağa sürükleyecek bir cazibe bulmasam gider miydim hiç? Hoş Setoçkin’e de ancak arada bir, aklıma estikçe, hayallerimden duyduğum saadet, bende insanlarla, bütün dünyayla hemen kucaklaşma isteği yarattığında gidiyordum; bu arzuyu gerçekleştirmek için hiç olmazsa kanlı canlı bir kişi olmalıydı. O kadar önemli olayları fark edemedikleri, insanı etkileyen, hayrete düşüren konulara ilgisiz kaldıkları için, ister istemez onları kendimden aşağı saymaya başladım. İğrenç derecede ahlaksızdılar. Ahlaksızlıkları gösteriş, yapmacık doluydu; elbette ahlaksızlığın arasında zaman zaman baş gösteren yapmacık bir kinizmle gençlik, tazelik de görünüyordu, ama bu tazelik dahi sevimsizdi, çünkü yaptıklarının hepsi yalana dayanıyor, yalana bürünüyordu. "Nasıl, korktun değil mi, korktun, tam manasıyla korktun!" diye kendi kendimi yerdim. Uygun bir an seçerek kendimi göstermeliydim; işte o zaman "Gülünçlüğüne gülünç ama zekâsına diyecek yok!" diyecekler ve... ve sonra da... Sonra hepsinin canı cehenneme!... Bazen yüreğimin ta derinlerine zehir gibi acı veren bir düşünce saplanıyordu: Bir an yalnız kaldım. Dağınık bir sofra, yemek artıkları, yerde kırılmış bir kadeh, şarap döküntüleri, sigara izmaritleri arasında kafamda bir sersemlik, heyecan, kalbimde dayanılmaz bir ıstırapla dikiliyordum; üstelik yanımda her şeyi görüp duyan ve meraklı gözlerini bana dikmiş bir garson da vardı. Oraya!.. diye bağırdım. Ya hepsi ayaklarıma kapanarak dostluğumu kazanmak için yalvaracaklar ya da... ya da Zverkov’u tokatlayacağım! — Al işte şimdi gerçekle yüz yüze geldin, diye mırıldanıyordum. Bu ne senin Como’yu bırakıp Brezilya’ya giden Papan, ne de Como Gölü’ndeki balo! ‘Çökmüş yanaklarıma, üstümden dökülen şu partallara bak! Senin yüzünden her şeyimi, istikbalimi, saadetimi, sanatımı, sevdiğim kadını hepsini kaybettim. İşte silahlar. Ben silahımı boşa atıyor ve... ve seni affediyorum!’ Bunu söylerken havaya ateş edip ortadan kaybolurum..." O aralık tesadüfen aynada kendimi gördüm. Karmakarışık saçlarım, altüst olmuş sapsarı, haşin, çirkin yüzümü son derece iğrenç buldum. "Pekâlâ, varsın öyle olsun." diye düşündüm, "Beni çirkin bulursa daha memnun olurum..." O anda, aşkın olmadığı yerde olanca kabalığı ve hayasızlığıyla başlayan fuhşun manasızlığını ve örümcek misali iğrenç bir şey olduğunu apaçık görebiliyordum. Peki, hastanede ölmek daha mı iyi sanki? — Hepsi bir değil mi? Hem durup dururken ne diye öleyim? — Şimdi ölmezsen bile sonunda olacağı bu. — O zaman düşünürüz... Hepsi olmaz, doğru; gene de evlilik buradaki hayatından daha iyidir. Kıyaslanmayacak derecede iyidir. Hele aşk olduktan sonra saadetsiz yaşanabilir. Hayat, kederiyle, acısıyla da güzeldir. Yaşamak nasıl olursa olsun arzu edilir. Halbuki burada... çirkeften başka ne var? Üf! Hem de kadınla erkek bir olmaz. Aralarında dağlar kadar fark var. Ben böyle yerlerde istediğim kadar kirleneyim, gene de kimsenin esiri olmadığımdan canım isteyince çeker giderim. Bir silkinişte üzerimde tek bir leke kalmaz, tertemiz olurum. Ama sen öyle değilsin. Sen esirsin. Evet, esir! İraden dahil, her şeyini teslim ediyorsun. İlerde zincirlerini koparmak istesen de elinden gelmez: Bunlar seni gitgide daha sıkı, kıskıvrak bağlar. Bu zincirlerin ne melun olduklarını gayet iyi bilirim. Sana daha başka şeylerden bahsetmeyeceğim, muhtemelen anlayamazsın zaten; söyle bakalım: Şu patrona borçlu musun? Gördün mü! İyilik bunun neresinde? Demin seninle... birleştik... Ama birbirimize tek kelime söylemedik; daha sonra sen de, ben de vahşiler gibi gözlerimizi dikerek birbirimize bakmağa başladık. Sevişmek bu mu? İnsanlar böyle mi birleşmeli? Buna rezaletten başka ne denir, rezalet işte! Bak Liza, sana kendimden bahsedeyim. Küçükken benim de ailem olsa, şimdiki gibi olmazdım. Bunu sık sık düşünüyorum. Bir ailenin hayatı ne kadar kötü gitse, gene de ana baba insana düşman, yabancı olmaz. Yılda bir olsun sevgi gösterirler. Hiç olmazsa o zamanlar bir yuvan olduğunu anlarsın. Ben ailesiz büyüdüm; belki de ondan böyle... duygusuz oldum. Bilmem, öyle işte Liza. Bir baba tanırdım, yüze gülmez, sert bir adamdı, ama kızının önünde diz çöker, ellerini ayaklarını öper, seyre doyamazdı. Kızı baloda dans ederken adamcağız beş saat aynı yerde gözlerini ona dikip hayran hayran seyrederdi. Kızının sevgisiyle aklını bozmuştu. Kızı eğlenceden sonra yorgun düşer uyur; babası uyanarak gider, mışıl mışıl uyuyan yavrusunu öpüp koklar, onu kutsardı. Kendisi yağlı elbiseyle gezer, kimseye zırnık koklatmazdı, fakat son parasını bile kızına harcar, pahalı hediyeler alırdı; beğendirince de sevincinden deli olurdu. Babalar, kızlarına daima annelerden daha düşkün olur. Bazıları kızlarını evlerinde prensesler gibi yaşatırlar! Zannederim, kızım olsa kocaya vermezdim. Namuslu insanlar fakirken de iyi yaşıyorlar Hatta acılı zamanlar bile iyidir, zaten acısız insan mı var? Aşkın insana böyle şeyler yaptırdığını, insanın sevdiği kimseyi üzmekten hoşlandığını bilir miydin? Bir de kavgadan sonra barışmak, sevgiliden özür dilemek ya da onu affetmek ne doyulmaz zevktir! Aşk kutsal bir sırdır Ortada aşk olduktan, sevişerek evlendikten sonra bu sevgi niçin sönsün? Bunu devam ettirmenin çaresi bulunamaz mı? Çaresiz haller pek nadirdir. Kadının kocası iyi kalpli, namuslu bir adamsa aşk niçin geçsin? Bazı kimseler çocuğu yük sayar, kim demiş bunu? Çocuk dünyanın en büyük saadetidir Küçük çocukları sever misin Liza? Düşün bir kere, şöyle pembe, minicik bir oğlan memeni emiyor; hangi erkek, kucağında evladını tutan karısına karşı kalbinde kötülük besleyebilir! Karıkoca ve çocuk tam bir saadet tablosudur. O anların hatırı için neler affedilmez. Siz şey... kitap gibi konuşuyorsunuz. Bu sözleri yüreğimi sıkıştırmıştı. Beklediğim bu değildi. Liza’nın alaycılığının, utangaç, kalbi temiz insanların, ruhlarına paldır küldür, izin almadan girmek isteyenlere karşı gururlarını korumak ve bir çeşit çekingenlik perdesinin ardına gizlenip hislerini açık etmemek için başvurdukları sıradan bir son çare olduğunu anlayamamıştım. Halbuki o alaylı sözleri söyleyinceye kadar geçirdiği kararsızlıktan, ürkeklikten bunu tahmin etmeliydim. Fakat edemedim işte ve kötü bir duyguya kapıldım. E yeter, bırak ama Liza, ne kitabından bahsediyorsun; anlattıklarımla hiç ilgim olmadığı halde bana dokundu. Hoş pek de ilgisiz sayılmam ya. Tüm bunlar yüreğime dokundu işte... Yoksa, yoksa sen bunalmıyor musun burada? Anlaşılan hayır, alışkanlığın büyük tesiri var! Alışkanlığın insanı ne hallere getirdiğine şaşmamak mümkün değil doğrusu. Yoksa ciddi olarak, hiç ihtiyarlamayacağını, hep böyle genç, güzel kalacağını, seni sonsuza dek burada tutacaklarını mı sanıyorsun? Buranın çirkefliğinden bahsetmiyorum artık... Yalnız şimdiki hayatına dair şu kadarını söyleyeyim: Genç, cazibeli, sevimli, iyi kalpli, hassas bir kızsın; fakat biliyor musun, demin kendime gelince burada, yanında bulunmaktan tiksinti duydum! İnsan buraya ancak sarhoşken düşebilir. Halbuki başka bir yerde karşılaşsaydık, sen de namuslu insanlar gibi yaşasaydın, seninle yalnız gönül eğlendirmek yerine, basbayağı âşık olabilirdim. seni bekler, önünde diz çökerdim; sana nişanlım gözüyle bakar, bunu kendim için büyük bir şeref bilirdim. Hakkında fena düşünmeye cesaret edemezdim. Halbuki burada bir ıslığımla istesen de istemesen de peşimden geleceğini biliyorum, çünkü burada ben değil, sen benim keyfime uymak zorundasın. Bir köylü bile rençperliğe kiralanırken ömrünün sonuna kadar satılmadığını, bir müddet sonra gene serbest, başına buyruk olacağını bilir. Peki senin kurtuluşun ne zaman? Bir de şunu düşün: Buradakilere teslim ettiğin, sattığın nedir, bilir misin? Ruhunu; dilediğin gibi kullanmaya hakkın olmayan ruhunu da vücudunla birlikte satıyorsun! Rasgele bir sarhoşun, aşkını kepaze etmesine göz yumuyorsun Peki senin kurtuluşun ne zaman? Bir de şunu düşün: Buradakilere teslim ettiğin, sattığın nedir, bilir misin? Ruhunu; dilediğin gibi kullanmaya hakkın olmayan ruhunu da vücudunla birlikte satıyorsun! Rasgele bir sarhoşun, aşkını kepaze etmesine göz yumuyorsun. Aşk! Aşk her şeydir; en kıymetli elmastan üstündür, bir kızın tek servetidir aşk! Bu aşk için ruhunu veren, ölümü göze alanlar vardır. Ya senin aşkının değeri ne? Ya senin aşkının değeri ne? Tependen tırnağına kadar satılıksın, aşkını aramak gereksiz; bunsuz da her şey mümkün oluyor. Bir genç kız için bundan ağır hakaret olamaz, anlıyor musun Bir düşün, burada hayatını ne uğruna mahvediyorsun? Peki, ama sizleri beslemelerinin sebebi ne? Namuslu bir kızın burada bir lokma bile boğazından geçmez, çünkü neden yemek verildiğini hemen anlar. Kimsenin senden yana çıkacağını da umma; patrona şirin görünmek için hep birlikte seni gagalarlar, çünkü buradaki herkes, vicdanı, acıma duyguları çoktan silinmiş birer esirdir. Bu çamura bulanmış mahlûkların hakareti de dünyanın en adi, en iğrenç hakaretidir. Sağlığını, gençliğini, güzelliğini, ümitlerini, sahip olduğun her şeyi körü körüne bir sadakatle buraya verecek, yirmi iki yaşında otuz beş gibi görüneceksin; bir hastalık kapmamışsan, gene Tanrı’ya şükret. Belki bugün, ağır bir iş yapmadığını, rahat yaşadığını düşünüyorsun Senin de tıpkı onun gibi olacağına inanmıyorsun, değil mi? Ben de inanmak istemezdim, ama kim bilir, belki o tuzlu balıklı kadın da sekiz on yıl önce memleketin bir köşesinden buraya taze, tertemiz, melekler gibi saf gelmişti; kötülük nedir bilmez, konuşurken yüzü kızarırdı. Belki senin gibi gururlu, alıngan, başkalarına benzemeyen, kraliçeler gibi bakan bir kızdı; gönlünü vereceği ve onu sevecek erkeğiyle birlikte kendisini tam bir saadetin beklediğini sanıyordu. Sonu nasıl çıktı, görüyor musun? Bu saçı başı perişan, sarhoş kadın, balığı kirli basamaklara vururken, baba evinde geçirdiği temiz yılları, okula giderken yolunu gözleyip onu ömrünün sonuna kadar seveceğine, bütün geleceğinin ona bağlı olduğuna, birbirlerini sevmekten asla vazgeçmeyeceklerine, büyür büyümez onunla hayatını birleştirmeye yeminler eden komşunun oğlunu aklından geçirmiştir belki. İçimde durmadan kabaran, dinmek bilmeden sızlayan bir şey vardı. Eve son derece huzursuz döndüm. Ruhumda, cinayet işlemişim gibi bir ağırlık vardı. Liza’ Dün geceden aklımda kalan en kuvvetli intiba, kibrit çaktığım zaman beti benzi uçmuş, ıstırapla buruşmuş yüzü, kederli bakışıydı. Çarpık gülümsemesi ne zavallı, ne gayritabiiydi o anda! Ama Liza’yı on beş yıl sonra da o zavallı, çarpık, lüzumsuz gülümsemesiyle hatırlayacağımı henüz bilmiyordum. "Gelecek, mutlaka gelecek!" diye bağırıyordum. "Bugün olmazsa yarın gelecek; ne yapar eder, bulur! Şu temiz kalplerin romantikliğine lanet olsun! O ‘kirlenmiş, hassas ruhlar’ın iğrençliği, ahmaklığı, darlığı yok mu! Halbuki anlaşılmayacak nesi var, nesi?.." İşte tam burada büyük bir şaşkınlıkla duruyordum. Büyük bir şaşkınlıkla duruyordum. "Bir insanın hayatını istediği yola sokmak için ne kadar az söz, ne cılız (hem de yapmacık, kitaptan alma, uydurma) bir idil kâfi geldi!" diye düşünüyordum, "İşte bakirelik budur! Tam manasıyla işlenmemiş bir toprak!" "Aşkını anlamadığımı mı sandın Liza?" artık benimsin, bütün temizlik ve güzelliğinle benim eserimsin, sevgili karımsın. Evime hür, başın dik olarak, Evimin kadını olarak gir! aptal, aptal, aptal, aptal, aptal! — Birisi sizi istiyor; dedi ve yana çekilerek Liza’ya yol verdi. Odadan çıkmak istemediği belliydi; bizi alayla süzüyordu. Evime hür, başın dik olarak İnsan hem fakir, hem asil olabilir. Şey... çay içer misin? Bunun nasıl bir kadın olduğunu bilemezsin... O... her şeydir! Belki aklından kötü düşünceler geçiyor... Ama onun nasıl bir kadın olduğunu bilemezsin!.. Mesele bundan ibaret, yoksa sen oraya seni kurtarmak için geldiğimi mi sandın? Böyle mi düşündün? Böyle mi ha? Kurtarmakmış! diye devam ettim. Neden kurtaracakmışım seni? Belki ben senden de fenayım. Niye o gün karşına geçmiş maval okurken suratıma, "Ya senin ne işin var burada? Ahlak hocalığı taslamaya mı geldin?" diye haykırmadın? O gün bütün istediğim, bir kuvvet gösterisi yapmaktı; seni ağlatıp ezmekten, buhrana sürüklemekten başka düşündüğüm yoktu. Ama miskin, mendeburun biri olduğum için dayanamadım, korktum ve şeytan bilir hangi sebepten sana adresimi verdim. Hepinizin yerin dibini boylamanız, işte o kadar! Huzur, sükûnet istiyorum ben. Beni rahatsız etmesinler diye bütün dünyayı bir kapiğe satarım. Miskin kocakarılar gibi, karşında gözyaşlarımı tutamayışım yüzünden de affetmeyeceğim seni! Şu anda itiraf ettiklerim yüzünden de s e n i affetmeyeceğim! Evet sen, yalnız sen, bütün bunların hesabını vereceksin, çünkü karşıma sen çıktın, çünkü ben alçağın biriyim, yeryüzündeki solucanların en iğrenci, en gülüncü, en miskini, en ahmağı, en kıskancıyım; gerçi diğerlerinin de benden daha iyi tarafları yok, ama gene de hiçbir şeyden utanmıyor şeytan alasıcalar! Halbuki ben ömrüm boyunca en ufak bir bitten bile fiske yerim; benim karakterim de bu işte! Bunların hiçbirini anlamasan da bana vız gelir! Senin orada mahvolup gitmen de vız gelir! İnsan hayatta bir kere, o da buhrana tutulunca, olduğu gibi içini döker!.. Daha ne istiyorsun? Bu olanlardan sonra hâlâ ne diye karşıma dikilmiş canımı sıkıyorsun, neden çekip gitmiyorsun Liza, beni tahmin ettiğimden daha çok anlamıştı. İçten seven her kadının hemen fark edeceği şeyi, karşısında bedbaht birisi olduğunu anlamıştı. Birden oturduğu sandalyede doğrularak içten kopan bir taşkınlıkla bana atılmak istediyse de, hâlâ benden çekindiği için daha fazla yaklaşmaya cesaret edemedi ve durduğu yerden çekingen, ürkek bir halle ellerini uzattı... O anda içimde bir şey kopmuştu sanki. Liza birden bana doğru atıldı ve boynuma sarılıp ağlamaya başladı. Ben de kendimi tutamadım ve daha önce hiç ağlamadığım kadar, katıla katıla ağlamaya başladım... hükmetmek, sahip olmak arzusunun, sırf kızın yüzüne bakmaktan utandığım için alevlendiğine eminim. Gözlerimde şehvet parıltıları belirdi, Liza’nın ellerini hızla sıktım. Ondan son derece nefret ettiğim halde öyle arzu duyuyordum ki! Bu iki duygu birbirini körüklüyordu. Bir çeşit intikam duygusuydu neredeyse!.. Liza’nın yüzünde önce şaşkınlık, hatta biraz da korku belirdi, ama bu sadece bir an sürdü. Coşkunluk ve tutkuyla bana sarıldı. Yeraltı hayallerimde bile aşkı nefretle başlayan ve manevi zaferimle biten bir mücadeleden başka şekilde kuramıyordum, ama dize getirdiğim varlığı ne yapacağımı hiç bilemedim. Kadını canlandıran, onu uçurumun dibine kadar yuvarlanmaktan koruyarak yeniden doğmasını sağlayan biricik kuvvetin aşk olduğunu biliyorum, ama manevi varlığım o derece bozulmuştu ve "canlı hayattan" o kadar uzaklaşmıştım ki, demin bana "dokunaklı sözler" dinlemeye geldiğini sanıp kızı rezil etmeye kalkmamın da, dokunaklı sözler dinlemeye değil, bana olan sevgisi yüzünden geldiğini anlayamamamın da garipsenecek yanı yok bence Bir an önce ondan kurtulmak istiyordum. "Sükûnet"e kavuşmayı, yeraltımla baş başa kalmayı istiyordum. Alışmadığım "canlı hayat", beni öyle bir sıkıştırmıştı ki, soluğum kesilecek gibi oluyordu. Az kalsın şu anda bile yalan söyleyecek, bu hareketi kazara, kendimi bilmeden, düşüncesizliğimden yaptığımı yazacaktım. Fakat yalan istemiyorum artık; bu yüzden açıkça söylüyorum ki, avucunu açıp para sıkıştırmamın tek nedeni... kötülüğümdür. Bunu daha Liza paravanın arkasındayken ve ben odanın içinde aşağı yukarı dolaşırken düşünmüştüm. Yalnız şunu da söylemeliyim: Bu kötülüğü bile isteye yapmıştım, ama içimden, kalbimden gelmediğine, muzır kafamın işi olduğuna eminim. Merhametsizliğim o kadar yapmacık, zoraki, sadece kafa mahsulü ve kitap gibiydi ki, yaptığıma bir dakika bile dayanamadım; önce yüzünü görmemek için kendimi bir köşeye attım, sonra utanç ve ümitsizlikle Liza’nın peşinden koştum. Antre kapısını açıp dinledim. uzaklaşmamış olmalıydı. Sokak sessizdi; hızını artıran ve dimdik yağan kar, beyaz bir çarşaf gibi tenha sokağı, kaldırımları örtmüştü. Yollarda tek bir canlı yoktu, etrafta çıt çıkmıyordu. Hüzün dolu sokak fenerleri boş yere göz kırpıyordu. Kavşağa kadar iyi yüz adımlık mesafeyi koşarak geçtikten sonra durdum. "Ne yana gitti? Hem ne diye peşinden koşuyorum? Niçin? Önünde diz çöküp pişmanlık gözyaşları dökmek, ayaklarını öpüp affedinceye dek yalvarmak için mi?" Evet, bunu istiyordum; göğsüm parçalanacak gibiydi ve o anı asla ama asla soğukkanlılıkla hatırlayamayacağım. "Fakat ne lüzumu var?" "Belki hemen yarın, sırf bugün ayaklarını öptüğüm için ondan nefret etmeyecek miyim? Onu mesut edebilir miyim hiç? Bugün belki de yüzüncü olarak değerimi anlamadım mı? Hayatını cehenneme döndürmez miyim kızın?" "Hakaretin silinmemesi onun için daha iyi, değil mi? Hakaret en yakıcı, en azaplı duygu da olsa, bir arınmadır! Nasılsa yarın gene ruhunu kirletecek, kalbini kıracaktım. Fakat uğradığı hakaret artık asla içinden çıkmayacak; düştüğü batak ne kadar zorlu olursa olsun, ruhunu yükseltecek, kinle arındıracak olan da yine hakaretimdir... hımm... belki de bağışlar... İyi ama bütün bunların ona ne faydası olur ki?" Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir? zira hepimiz yaşamla bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare eden insanlarız. Peki neden bazen telaşa kapılır, kimi kaprisler, çılgınlıklar yaparız? İstediğimiz nedir? Kaprislerimiz, isteklerimiz yerine gelse bundan ilk biz zararlı çıkarız. Bize daha fazla serbestlik vermeyi, ellerimizi çözmeyi, hareket alanımızı genişletmeyi, üstümüzdeki vesayeti kaldırmayı deneyin bir... sizi temin ederim, o anda tekrar vesayet altına girmeye can atarız. Ben kendi hayatımda, sizin cesaret edemeyip yarıda bıraktığınız şeyleri sonuna kadar götürdüm, o kadar; üstelik siz tabansızlığınıza sağduyu diyor, böylece kendi kendinizi aldatarak avunuyorsunuz. Buna göre ben sizden daha "canlı"yım. Daha yakından bakın! Biz bugün "canlı"nın nerede yaşadığını, neden ibaret olduğunu, adını sanını bile bilmiyoruz. Bizi tek başımıza bırakın, elimizden kitapları alın o saat şaşkına döner, ne yana gideceğimizi, kimden yana çıkacağımızı, kimi sevip, kimden nefret edeceğimizi bilemeyiz. İnsan olmak, yani gerçek, kendi vücuduna sahip, kanlı canlı bir insan olmak dahi bize güç geliyor; bundan utanıyor, ayıp sayıyor, bildik, genel anlamda insan olmaya çabalıyoruz hep. Aslında biz ölü doğmuş yaratıklarız; zaten çoktandır canlı olmayan babalardan dünyaya geliyoruz ve bundan da gittikçe daha çok hoşlanıyoruz. Bundan zevk alıyoruz. Yakında.   ir kolayını bulup doğrudan doğruya fikir dölleri olarak dünyaya geleceğiz. Ama yeter bu kadar; daha fazla "Yeraltından" yazmak istemiyorum... "
Yeraltından Notlar
Yeraltından NotlarFyodor Dostoyevski · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 2020127,7bin okunma
·
667 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.