Kesinlikle okunması gereken eserlerden biri.
Yeraltından notlar-Alıntılar
"Tek başımayım, ama onlar hep birlik."
***
Kimseyle konuşmak istemezken
birdenbire öyle değişiyordum ki, dairedekilerle
yalnız konuşmak değil, artık arkadaşlık etmek
istiyordum. Onlara karşı duyduğum soğukluk
birden kayboluyordu. Kgkjhgk
Bizim romantik, geniş bir
adamdır, aynı zamanda madrabazın
madrabazıdır...
Bizde düşüşlerinin son
basamağında bile ideallerini kaybetmeyen o
"geniş yaradılışlılar"ın bu kadar çok olması da
bu yüzdendir.
Evet
efendim, en kaşarlanmış ahlaksızların ruh
bakımından son derece namuslu kalabilmeleri
ancak bizde mümkündür. Tekrar ediyorum,
romantiklerimiz arasından açıkgöz, düzenbaz
(düzenbaz kelimesini iltifat olarak kullanıyorum)
sık sık çıkıyor; gerçeklik duygusu, olumlu
bilgileri birdenbire o derece kuvvetleniyor ki,
şefleri şaşkına dönüyor, etrafın ağzı açık kalıyor.
Evde en çok okumakla vakit geçiriyordum
Okumak bana uygun tek
dış etkiydi.
Okumaktan
başka yapılacak işim, gidecek tek yerim yoktu,
çünkü çevremde saygıya layık, beni kendine
çekebilecek bir meşguliyet bulamıyordum.
Sarhoş değildim. Ama can sıkıntısı insanın
başına böyle isterik haller sardırıyor! Yazık ki
umduğum çıkmadı. Pencereden atılacak bir
adam olmadığım anlaşıldı ve kimseyle
dövüşemeden meyhaneden çıktım.
O günkü çekingenliğim korkaklığımdan değil,
hudutsuz gururumdan geliyordu. Gözümü
korkutan ne subayın on verşok boyu, ne
dayağın acısı ne de pencereden atılmaktı; bunları
göze alacak kadar maddi cesaretim vardı, fakat
manevi cesaretim yoktu.
kalbim kâh durur gibi
oluyor, kâh olanca hızıyla çarpmaya başlıyor,
çarptıkça çarpıyordu!..
Kim bilir ne
âlemdedir adamcağız? Kimleri ezip duruyordur.
Hayaller beni şu miskin sefahat âlemlerinden
sonra daha çok sarar, daha tatlı gelirdi;
pişmanlık, gözyaşları, beddualar, coşkun
sevinçlerle dolardım. Bazen bütün varlığımı öyle
baş döndürücü bir sarhoşluk, öyle dört başı
mamur bir saadet kaplardı ki, kalbimde istihza
duygusunun izi bile kalmazdı. Baştanbaşa inanç,
ümit, sevgi kesilirdim. Çünkü o anlarda bir
mucizeyle, dıştan gelecek bir yenilikle her şeyin
açılıp genişleyeceğine, önümde hayırlı, güzel ve
bilhassa tamamıyla hazır bir çalışma ufku (ne
olduğunu tam olarak kestiremiyordum, ama
önemli olan da tamamen hazır olmasıydı)
açılacağına körü körüne inanırdım; yani
neredeyse, beyaz bir at üzerinde, başımda defne
çelengiyle dünyanın orta yerine çıkıveriyordum
Kendimi hiçbir zaman ikinci derece bir rolde
göremiyordum. Gerçek hayatta en sonuncu
kademeye isyansız katlanabilmem bu yüzdendi
Ya kahraman ya da çamurdan; ikisinin ortası
yoktu. Beni mahveden de buydu zaten.
Bu âlemlerde beni gece vakti sokağa
sürükleyecek bir cazibe bulmasam gider miydim
hiç?
Hoş Setoçkin’e de ancak arada bir,
aklıma estikçe, hayallerimden duyduğum saadet,
bende insanlarla, bütün dünyayla hemen
kucaklaşma isteği yarattığında gidiyordum; bu
arzuyu gerçekleştirmek için hiç olmazsa kanlı
canlı bir kişi olmalıydı.
O kadar önemli olayları
fark edemedikleri, insanı etkileyen, hayrete
düşüren konulara ilgisiz kaldıkları için, ister
istemez onları kendimden aşağı saymaya
başladım.
İğrenç derecede ahlaksızdılar.
Ahlaksızlıkları gösteriş, yapmacık doluydu;
elbette ahlaksızlığın arasında zaman zaman baş
gösteren yapmacık bir kinizmle gençlik, tazelik
de görünüyordu, ama bu tazelik dahi sevimsizdi,
çünkü yaptıklarının hepsi yalana dayanıyor,
yalana bürünüyordu.
"Nasıl, korktun değil
mi, korktun, tam manasıyla korktun!" diye kendi
kendimi yerdim.
Uygun bir an seçerek kendimi
göstermeliydim; işte o zaman "Gülünçlüğüne
gülünç ama zekâsına diyecek yok!" diyecekler
ve... ve sonra da... Sonra hepsinin canı
cehenneme!...
Bazen yüreğimin ta derinlerine zehir gibi acı
veren bir düşünce saplanıyordu:
Bir an yalnız kaldım. Dağınık bir sofra, yemek
artıkları, yerde kırılmış bir kadeh, şarap
döküntüleri, sigara izmaritleri arasında kafamda
bir sersemlik, heyecan, kalbimde dayanılmaz bir
ıstırapla dikiliyordum; üstelik yanımda her şeyi
görüp duyan ve meraklı gözlerini bana dikmiş
bir garson da vardı.
Oraya!.. diye bağırdım. Ya hepsi
ayaklarıma kapanarak dostluğumu kazanmak
için yalvaracaklar ya da... ya da Zverkov’u
tokatlayacağım!
— Al işte şimdi gerçekle yüz yüze geldin, diye
mırıldanıyordum. Bu ne senin Como’yu bırakıp
Brezilya’ya giden Papan, ne de Como
Gölü’ndeki balo!
‘Çökmüş yanaklarıma, üstümden
dökülen şu partallara bak! Senin yüzünden her
şeyimi, istikbalimi, saadetimi, sanatımı, sevdiğim
kadını hepsini kaybettim. İşte silahlar. Ben
silahımı boşa atıyor ve... ve seni affediyorum!’
Bunu söylerken havaya ateş edip ortadan
kaybolurum..."
O aralık tesadüfen aynada kendimi gördüm.
Karmakarışık saçlarım, altüst olmuş sapsarı,
haşin, çirkin yüzümü son derece iğrenç buldum.
"Pekâlâ, varsın öyle olsun." diye düşündüm,
"Beni çirkin bulursa daha memnun olurum..."
O anda, aşkın olmadığı yerde olanca
kabalığı ve hayasızlığıyla başlayan fuhşun
manasızlığını ve örümcek misali iğrenç bir şey
olduğunu apaçık görebiliyordum.
Peki, hastanede ölmek daha mı iyi sanki?
— Hepsi bir değil mi? Hem durup dururken ne
diye öleyim?
— Şimdi ölmezsen bile sonunda olacağı bu.
— O zaman düşünürüz...
Hepsi olmaz, doğru; gene de evlilik
buradaki hayatından daha iyidir.
Kıyaslanmayacak derecede iyidir. Hele aşk
olduktan sonra saadetsiz yaşanabilir. Hayat,
kederiyle, acısıyla da güzeldir. Yaşamak nasıl
olursa olsun arzu edilir. Halbuki burada...
çirkeften başka ne var? Üf!
Hem de kadınla erkek bir olmaz. Aralarında
dağlar kadar fark var. Ben böyle yerlerde
istediğim kadar kirleneyim, gene de kimsenin
esiri olmadığımdan canım isteyince çeker
giderim. Bir silkinişte üzerimde tek bir leke
kalmaz, tertemiz olurum. Ama sen öyle değilsin.
Sen esirsin. Evet, esir! İraden dahil, her şeyini
teslim ediyorsun. İlerde zincirlerini koparmak
istesen de elinden gelmez: Bunlar seni gitgide
daha sıkı, kıskıvrak bağlar. Bu zincirlerin ne
melun olduklarını gayet iyi bilirim. Sana daha
başka şeylerden bahsetmeyeceğim, muhtemelen
anlayamazsın zaten; söyle bakalım: Şu patrona
borçlu musun? Gördün mü!
İyilik bunun neresinde? Demin seninle... birleştik...
Ama birbirimize tek kelime söylemedik; daha
sonra sen de, ben de vahşiler gibi gözlerimizi
dikerek birbirimize bakmağa başladık. Sevişmek
bu mu? İnsanlar böyle mi birleşmeli? Buna
rezaletten başka ne denir, rezalet işte!
Bak Liza, sana kendimden bahsedeyim.
Küçükken benim de ailem olsa, şimdiki gibi
olmazdım. Bunu sık sık düşünüyorum. Bir
ailenin hayatı ne kadar kötü gitse, gene de ana
baba insana düşman, yabancı olmaz. Yılda bir
olsun sevgi gösterirler. Hiç olmazsa o zamanlar
bir yuvan olduğunu anlarsın. Ben ailesiz
büyüdüm; belki de ondan böyle... duygusuz
oldum.
Bilmem, öyle işte Liza. Bir baba tanırdım,
yüze gülmez, sert bir adamdı, ama kızının
önünde diz çöker, ellerini ayaklarını öper, seyre
doyamazdı. Kızı baloda dans ederken
adamcağız beş saat aynı yerde gözlerini ona
dikip hayran hayran seyrederdi. Kızının
sevgisiyle aklını bozmuştu. Kızı eğlenceden
sonra yorgun düşer uyur; babası uyanarak gider,
mışıl mışıl uyuyan yavrusunu öpüp koklar, onu
kutsardı. Kendisi yağlı elbiseyle gezer, kimseye
zırnık koklatmazdı, fakat son parasını bile kızına
harcar, pahalı hediyeler alırdı; beğendirince de
sevincinden deli olurdu. Babalar, kızlarına
daima annelerden daha düşkün olur. Bazıları
kızlarını evlerinde prensesler gibi yaşatırlar!
Zannederim, kızım olsa kocaya vermezdim.
Namuslu
insanlar fakirken de iyi yaşıyorlar
Hatta acılı zamanlar bile
iyidir, zaten acısız insan mı var?
Aşkın insana böyle şeyler
yaptırdığını, insanın sevdiği kimseyi üzmekten
hoşlandığını bilir miydin?
Bir de kavgadan sonra barışmak, sevgiliden özür
dilemek ya da onu affetmek ne doyulmaz
zevktir!
Aşk kutsal bir sırdır
Ortada aşk
olduktan, sevişerek evlendikten sonra bu sevgi
niçin sönsün? Bunu devam ettirmenin çaresi
bulunamaz mı? Çaresiz haller pek nadirdir.
Kadının kocası iyi kalpli, namuslu bir adamsa
aşk niçin geçsin?
Bazı kimseler
çocuğu yük sayar, kim demiş bunu? Çocuk
dünyanın en büyük saadetidir
Küçük çocukları
sever misin Liza?
Düşün bir kere,
şöyle pembe, minicik bir oğlan memeni emiyor;
hangi erkek, kucağında evladını tutan karısına
karşı kalbinde kötülük besleyebilir!
Karıkoca
ve çocuk tam bir saadet tablosudur. O anların
hatırı için neler affedilmez.
Siz şey... kitap gibi konuşuyorsunuz.
Bu sözleri yüreğimi sıkıştırmıştı. Beklediğim
bu değildi. Liza’nın alaycılığının, utangaç, kalbi
temiz insanların, ruhlarına paldır küldür, izin
almadan girmek isteyenlere karşı gururlarını
korumak ve bir çeşit çekingenlik perdesinin
ardına gizlenip hislerini açık etmemek için
başvurdukları sıradan bir son çare olduğunu
anlayamamıştım. Halbuki o alaylı sözleri
söyleyinceye kadar geçirdiği kararsızlıktan,
ürkeklikten bunu tahmin etmeliydim. Fakat
edemedim işte ve kötü bir duyguya kapıldım.
E yeter, bırak ama Liza, ne kitabından
bahsediyorsun; anlattıklarımla hiç ilgim olmadığı
halde bana dokundu. Hoş pek de ilgisiz
sayılmam ya. Tüm bunlar yüreğime dokundu
işte... Yoksa, yoksa sen bunalmıyor musun
burada? Anlaşılan hayır, alışkanlığın büyük
tesiri var! Alışkanlığın insanı ne hallere
getirdiğine şaşmamak mümkün değil doğrusu.
Yoksa ciddi olarak, hiç ihtiyarlamayacağını, hep
böyle genç, güzel kalacağını, seni sonsuza dek
burada tutacaklarını mı sanıyorsun? Buranın
çirkefliğinden bahsetmiyorum artık... Yalnız
şimdiki hayatına dair şu kadarını söyleyeyim:
Genç, cazibeli, sevimli, iyi kalpli, hassas bir
kızsın; fakat biliyor musun, demin kendime
gelince burada, yanında bulunmaktan tiksinti
duydum! İnsan buraya ancak sarhoşken
düşebilir. Halbuki başka bir yerde
karşılaşsaydık, sen de namuslu insanlar gibi
yaşasaydın, seninle yalnız gönül eğlendirmek
yerine, basbayağı âşık olabilirdim. seni bekler, önünde diz çökerdim; sana nişanlım
gözüyle bakar, bunu kendim için büyük bir şeref
bilirdim. Hakkında fena düşünmeye cesaret
edemezdim. Halbuki burada bir ıslığımla istesen
de istemesen de peşimden geleceğini biliyorum,
çünkü burada ben değil, sen benim keyfime
uymak zorundasın. Bir köylü bile rençperliğe
kiralanırken ömrünün sonuna kadar
satılmadığını, bir müddet sonra gene serbest,
başına buyruk olacağını bilir. Peki senin
kurtuluşun ne zaman? Bir de şunu düşün:
Buradakilere teslim ettiğin, sattığın nedir, bilir
misin? Ruhunu; dilediğin gibi kullanmaya
hakkın olmayan ruhunu da vücudunla birlikte
satıyorsun! Rasgele bir sarhoşun, aşkını kepaze
etmesine göz yumuyorsun
Peki senin
kurtuluşun ne zaman? Bir de şunu düşün:
Buradakilere teslim ettiğin, sattığın nedir, bilir
misin? Ruhunu; dilediğin gibi kullanmaya
hakkın olmayan ruhunu da vücudunla birlikte
satıyorsun! Rasgele bir sarhoşun, aşkını kepaze
etmesine göz yumuyorsun.
Aşk! Aşk her şeydir;
en kıymetli elmastan üstündür, bir kızın tek
servetidir aşk!
Bu aşk için ruhunu veren, ölümü
göze alanlar vardır. Ya senin aşkının değeri ne?
Ya senin aşkının değeri ne?
Tependen tırnağına kadar satılıksın, aşkını
aramak gereksiz; bunsuz da her şey mümkün
oluyor. Bir genç kız için bundan ağır hakaret
olamaz, anlıyor musun
Bir düşün, burada hayatını
ne uğruna mahvediyorsun?
Peki, ama sizleri
beslemelerinin sebebi ne? Namuslu bir kızın
burada bir lokma bile boğazından geçmez,
çünkü neden yemek verildiğini hemen anlar.
Kimsenin senden yana çıkacağını da
umma; patrona şirin görünmek için hep birlikte
seni gagalarlar, çünkü buradaki herkes, vicdanı,
acıma duyguları çoktan silinmiş birer esirdir. Bu
çamura bulanmış mahlûkların hakareti de
dünyanın en adi, en iğrenç hakaretidir. Sağlığını,
gençliğini, güzelliğini, ümitlerini, sahip olduğun
her şeyi körü körüne bir sadakatle buraya
verecek, yirmi iki yaşında otuz beş gibi
görüneceksin; bir hastalık kapmamışsan, gene
Tanrı’ya şükret. Belki bugün, ağır bir iş
yapmadığını, rahat yaşadığını düşünüyorsun
Senin de tıpkı onun gibi
olacağına inanmıyorsun, değil mi? Ben de
inanmak istemezdim, ama kim bilir, belki o tuzlu
balıklı kadın da sekiz on yıl önce memleketin bir
köşesinden buraya taze, tertemiz, melekler gibi
saf gelmişti; kötülük nedir bilmez, konuşurken
yüzü kızarırdı. Belki senin gibi gururlu, alıngan,
başkalarına benzemeyen, kraliçeler gibi bakan
bir kızdı; gönlünü vereceği ve onu sevecek
erkeğiyle birlikte kendisini tam bir saadetin
beklediğini sanıyordu. Sonu nasıl çıktı, görüyor
musun? Bu saçı başı perişan, sarhoş kadın,
balığı kirli basamaklara vururken, baba evinde
geçirdiği temiz yılları, okula giderken yolunu
gözleyip onu ömrünün sonuna kadar
seveceğine, bütün geleceğinin ona bağlı
olduğuna, birbirlerini sevmekten asla
vazgeçmeyeceklerine, büyür büyümez onunla
hayatını birleştirmeye yeminler eden komşunun
oğlunu aklından geçirmiştir belki.
İçimde durmadan kabaran, dinmek bilmeden
sızlayan bir şey vardı. Eve son derece huzursuz
döndüm. Ruhumda, cinayet işlemişim gibi bir
ağırlık vardı.
Liza’
Dün geceden aklımda
kalan en kuvvetli intiba, kibrit çaktığım zaman
beti benzi uçmuş, ıstırapla buruşmuş yüzü,
kederli bakışıydı. Çarpık gülümsemesi ne
zavallı, ne gayritabiiydi o anda! Ama Liza’yı on
beş yıl sonra da o zavallı, çarpık, lüzumsuz
gülümsemesiyle hatırlayacağımı henüz
bilmiyordum.
"Gelecek, mutlaka gelecek!" diye bağırıyordum.
"Bugün olmazsa yarın gelecek; ne yapar eder,
bulur! Şu temiz kalplerin romantikliğine lanet
olsun! O ‘kirlenmiş, hassas ruhlar’ın iğrençliği,
ahmaklığı, darlığı yok mu! Halbuki
anlaşılmayacak nesi var, nesi?.." İşte tam burada
büyük bir şaşkınlıkla duruyordum.
Büyük bir şaşkınlıkla duruyordum.
"Bir insanın hayatını istediği yola sokmak için
ne kadar az söz, ne cılız (hem de yapmacık,
kitaptan alma, uydurma) bir idil kâfi geldi!" diye
düşünüyordum, "İşte bakirelik budur! Tam
manasıyla işlenmemiş bir toprak!"
"Aşkını anlamadığımı mı sandın
Liza?"
artık
benimsin, bütün temizlik ve güzelliğinle benim
eserimsin, sevgili karımsın.
Evime hür, başın dik olarak,
Evimin kadını olarak gir!
aptal, aptal, aptal, aptal,
aptal!
— Birisi sizi istiyor; dedi ve yana çekilerek
Liza’ya yol verdi. Odadan çıkmak istemediği
belliydi; bizi alayla süzüyordu.
Evime hür, başın dik olarak
İnsan hem fakir, hem
asil olabilir. Şey... çay içer misin?
Bunun nasıl bir kadın
olduğunu bilemezsin... O... her şeydir! Belki
aklından kötü düşünceler geçiyor... Ama onun
nasıl bir kadın olduğunu bilemezsin!..
Mesele bundan ibaret,
yoksa sen oraya seni kurtarmak için geldiğimi
mi sandın? Böyle mi düşündün? Böyle mi ha?
Kurtarmakmış! diye devam ettim. Neden
kurtaracakmışım seni? Belki ben senden de
fenayım. Niye o gün karşına geçmiş maval
okurken suratıma, "Ya senin ne işin var burada?
Ahlak hocalığı taslamaya mı geldin?" diye
haykırmadın? O gün bütün istediğim, bir kuvvet
gösterisi yapmaktı; seni ağlatıp ezmekten,
buhrana sürüklemekten başka düşündüğüm
yoktu. Ama miskin, mendeburun biri olduğum
için dayanamadım, korktum ve şeytan bilir
hangi sebepten sana adresimi verdim.
Hepinizin
yerin dibini boylamanız, işte o kadar!
Huzur,
sükûnet istiyorum ben. Beni rahatsız etmesinler
diye bütün dünyayı bir kapiğe satarım.
Miskin kocakarılar gibi, karşında
gözyaşlarımı tutamayışım yüzünden de
affetmeyeceğim seni! Şu anda itiraf ettiklerim
yüzünden de s e n i affetmeyeceğim! Evet sen,
yalnız sen, bütün bunların hesabını vereceksin,
çünkü karşıma sen çıktın, çünkü ben alçağın
biriyim, yeryüzündeki solucanların en iğrenci,
en gülüncü, en miskini, en ahmağı, en
kıskancıyım; gerçi diğerlerinin de benden daha
iyi tarafları yok, ama gene de hiçbir şeyden
utanmıyor şeytan alasıcalar! Halbuki ben ömrüm
boyunca en ufak bir bitten bile fiske yerim;
benim karakterim de bu işte! Bunların hiçbirini
anlamasan da bana vız gelir! Senin orada
mahvolup gitmen de vız gelir!
İnsan hayatta bir kere,
o da buhrana tutulunca, olduğu gibi içini
döker!.. Daha ne istiyorsun? Bu olanlardan
sonra hâlâ ne diye karşıma dikilmiş canımı
sıkıyorsun, neden çekip gitmiyorsun
Liza, beni tahmin ettiğimden daha çok
anlamıştı. İçten seven her kadının hemen fark
edeceği şeyi, karşısında bedbaht birisi olduğunu
anlamıştı.
Birden oturduğu sandalyede doğrularak içten
kopan bir taşkınlıkla bana atılmak istediyse de,
hâlâ benden çekindiği için daha fazla
yaklaşmaya cesaret edemedi ve durduğu yerden
çekingen, ürkek bir halle ellerini uzattı... O anda
içimde bir şey kopmuştu sanki. Liza birden bana
doğru atıldı ve boynuma sarılıp ağlamaya
başladı. Ben de kendimi tutamadım ve daha
önce hiç ağlamadığım kadar, katıla katıla
ağlamaya başladım...
hükmetmek, sahip
olmak arzusunun, sırf kızın yüzüne bakmaktan
utandığım için alevlendiğine eminim.
Gözlerimde şehvet parıltıları belirdi, Liza’nın
ellerini hızla sıktım. Ondan son derece nefret
ettiğim halde öyle arzu duyuyordum ki! Bu iki
duygu birbirini körüklüyordu. Bir çeşit intikam
duygusuydu neredeyse!.. Liza’nın yüzünde önce
şaşkınlık, hatta biraz da korku belirdi, ama bu
sadece bir an sürdü. Coşkunluk ve tutkuyla bana
sarıldı.
Yeraltı
hayallerimde bile aşkı nefretle başlayan ve
manevi zaferimle biten bir mücadeleden başka
şekilde kuramıyordum, ama dize getirdiğim
varlığı ne yapacağımı hiç bilemedim. Kadını
canlandıran, onu uçurumun dibine kadar
yuvarlanmaktan koruyarak yeniden doğmasını
sağlayan biricik kuvvetin aşk olduğunu
biliyorum, ama manevi varlığım o derece
bozulmuştu ve "canlı hayattan" o kadar
uzaklaşmıştım ki, demin bana "dokunaklı sözler"
dinlemeye geldiğini sanıp kızı rezil etmeye
kalkmamın da, dokunaklı sözler dinlemeye
değil, bana olan sevgisi yüzünden geldiğini
anlayamamamın da garipsenecek yanı yok
bence
Bir an önce ondan
kurtulmak istiyordum. "Sükûnet"e kavuşmayı,
yeraltımla baş başa kalmayı istiyordum.
Alışmadığım "canlı hayat", beni öyle bir
sıkıştırmıştı ki, soluğum kesilecek gibi oluyordu.
Az kalsın şu anda bile yalan söyleyecek, bu
hareketi kazara, kendimi bilmeden,
düşüncesizliğimden yaptığımı yazacaktım. Fakat
yalan istemiyorum artık; bu yüzden açıkça
söylüyorum ki, avucunu açıp para sıkıştırmamın
tek nedeni... kötülüğümdür. Bunu daha Liza
paravanın arkasındayken ve ben odanın içinde
aşağı yukarı dolaşırken düşünmüştüm. Yalnız
şunu da söylemeliyim: Bu kötülüğü bile isteye
yapmıştım, ama içimden, kalbimden
gelmediğine, muzır kafamın işi olduğuna
eminim. Merhametsizliğim o kadar yapmacık,
zoraki, sadece kafa mahsulü ve kitap gibiydi ki,
yaptığıma bir dakika bile dayanamadım; önce
yüzünü görmemek için kendimi bir köşeye
attım, sonra utanç ve ümitsizlikle Liza’nın
peşinden koştum. Antre kapısını açıp dinledim.
uzaklaşmamış olmalıydı.
Sokak sessizdi; hızını artıran ve dimdik yağan
kar, beyaz bir çarşaf gibi tenha sokağı,
kaldırımları örtmüştü. Yollarda tek bir canlı
yoktu, etrafta çıt çıkmıyordu. Hüzün dolu sokak
fenerleri boş yere göz kırpıyordu. Kavşağa
kadar iyi yüz adımlık mesafeyi koşarak
geçtikten sonra durdum.
"Ne yana gitti? Hem ne diye peşinden
koşuyorum? Niçin? Önünde diz çöküp
pişmanlık gözyaşları dökmek, ayaklarını öpüp
affedinceye dek yalvarmak için mi?" Evet, bunu
istiyordum; göğsüm parçalanacak gibiydi ve o
anı asla ama asla soğukkanlılıkla
hatırlayamayacağım. "Fakat ne lüzumu var?"
"Belki hemen yarın, sırf bugün
ayaklarını öptüğüm için ondan nefret etmeyecek
miyim? Onu mesut edebilir miyim hiç? Bugün
belki de yüzüncü olarak değerimi anlamadım
mı? Hayatını cehenneme döndürmez miyim
kızın?"
"Hakaretin silinmemesi onun için daha
iyi, değil mi? Hakaret en yakıcı, en azaplı duygu
da olsa, bir arınmadır! Nasılsa yarın gene ruhunu
kirletecek, kalbini kıracaktım. Fakat uğradığı
hakaret artık asla içinden çıkmayacak; düştüğü
batak ne kadar zorlu olursa olsun, ruhunu
yükseltecek, kinle arındıracak olan da yine
hakaretimdir... hımm... belki de bağışlar... İyi
ama bütün bunların ona ne faydası olur ki?"
Kolay elde edilmiş bir saadet mi,
yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir?
zira hepimiz yaşamla
bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare
eden insanlarız.
Peki neden bazen telaşa kapılır, kimi
kaprisler, çılgınlıklar yaparız? İstediğimiz nedir?
Kaprislerimiz,
isteklerimiz yerine gelse bundan ilk biz zararlı
çıkarız. Bize daha fazla serbestlik vermeyi,
ellerimizi çözmeyi, hareket alanımızı
genişletmeyi, üstümüzdeki vesayeti kaldırmayı
deneyin bir... sizi temin ederim, o anda tekrar
vesayet altına girmeye can atarız.
Ben kendi hayatımda, sizin cesaret
edemeyip yarıda bıraktığınız şeyleri sonuna
kadar götürdüm, o kadar; üstelik siz
tabansızlığınıza sağduyu diyor, böylece kendi
kendinizi aldatarak avunuyorsunuz. Buna göre
ben sizden daha "canlı"yım. Daha yakından
bakın! Biz bugün "canlı"nın nerede yaşadığını,
neden ibaret olduğunu, adını sanını bile
bilmiyoruz. Bizi tek başımıza bırakın, elimizden
kitapları alın o saat şaşkına döner, ne yana
gideceğimizi, kimden yana çıkacağımızı, kimi
sevip, kimden nefret edeceğimizi bilemeyiz.
İnsan olmak, yani gerçek, kendi vücuduna
sahip, kanlı canlı bir insan olmak dahi bize güç
geliyor; bundan utanıyor, ayıp sayıyor, bildik,
genel anlamda insan olmaya çabalıyoruz hep.
Aslında biz ölü doğmuş yaratıklarız; zaten
çoktandır canlı olmayan babalardan dünyaya
geliyoruz ve bundan da gittikçe daha çok
hoşlanıyoruz. Bundan zevk alıyoruz.
Yakında.
ir kolayını bulup doğrudan doğruya fikir dölleri
olarak dünyaya geleceğiz. Ama yeter bu kadar;
daha fazla "Yeraltından" yazmak istemiyorum...
"