Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Bir gönlü şiirle çalmak
Lermontov'un birçok şiirini ezbere bilen bu genç; bana onun “Mtsïri” adlı şiirini okudu. Tavırları ve duruşu, 19. yüzyıl subaylarını hatırlatıyordu. O, Peçorin gibi hayattan bitkin; Byrond gibi dünyadan elini eteğini çekmiş birine benziyordu. Çalan müziğin eşliğinde herkes tango yapıyorken, o bana memleketini, Kafkasya’yı anlatıyordu: - “Bizde Lezginka adlı dans sırasında kıza dokunmak kesinlikle yasaktır! Böyle bir şey, bütün aileye yapılmış bir hakaret sayılır.” Sonra durdu, müziğe kulak verdi ve aklıma her geldiğinde bana onun hüznünü ve solgun yüzünü hatırlatan şu sözler döküldü dudaklarından: “Yabancı şarkılar beni hem güldürüyor hem de ağlatıyor.” Sergey Yesenin’e ait bu mısra, onun dudaklarında gerçek manasını buluyordu. O, bütün hayat boyunca ardında bıraktığı mavi gökyüzünün, dağların ve kanyonların hasretiyle yandı durdu. Bazı konularda çok ayrı düşüyorduk. “Bir zamanlar asillerde var olan şeref ve cesaret halkta anlamlarını yitirdi,” diyordu. Ben ise onu anlamıyor, dediklerine karşı çıkıyor, kızıyor ve tartışıyordum. Bana, “Çocukların terbiyesi, sizde her ailenin kendi insafına kalmış bir meseledir. Her aile, kendince bazı usuller takip eder” diyordu. Bense, Çeçen toplumunda bir çocuğun nasıl olup da içtimai bir terbiyeden geçebildiğini anlayamıyordum. Beni çok seven bir ailem vardı, çok iyi bir eğitim almıştım. Bu yüzden kendime toz kondurmuyor ve onun anlattıklarına da dudak büküyordum. Anlattıklarına anlam verememiştim doğrusu. Cevher, beni eve kadar uğurladı. Ayrılmadan önce, ertesi sabah saat 10’da nehir kenarında buluşmayı teklif etti. Askeri Garnizon kenti Şaykova’da, bölge sakinlerinin en çok sevdikleri eğlence yeriydi nehir kenarı. Her Pazar, daha sabah vakti orada toplanılır, akşama kadar voleybol oynayarak, güneşlenerek ya da bir köşede dinlenerek zaman geçirilirdi. Ona hiç tereddüt etmeden “evet” dedim. Her zaman böyle yapıyordum: “Evet” diyor, sonra da gitmiyordum! Dolayısıyla ertesi sabah, nehre falan değil, kız arkadaşlarımdan birinin evine gittim. (...) Kız arkadaşımla nehir kenarına ancak öğlen vaktinde varmıştık. Bir kenarda kumlara uzanmış kitap okuyordum. Yeni tanıştığım genç aklımdan daha yeni çıkmıştı ki, kitabımın üzerine bir gölge düştü; bu Cevher’in gölgesiydi! Hem yakıcı öğle güneşinden hem de kızgınlıktan dolayı yüzü kıpkırmızı olmuştu, gözlerini, beni delercesine üstüme dikmişti. “Dün şeref yoksunluğu hakkında konuşmuştuk yanılmıyorsam! Bu davranışınızla düşüncelerimi doğrulamış oldunuz!” diye çıkıştı. Hayretten donup kaldım. İlk defa bu şekilde azarlanıyordum. Beni tanıyan herkes gayet iyi bilirdi ki, peşimdeki bir erkeğin bırakın azarlamayı, bana karşı çıkması bile her şeyin bitmesi demek olurdu. Ama bu sefer öyle olmadı. - “Ben, bana teklifte bulunanları kırmak istemediğim için, gitmeyeceğim halde tekliflerini kabul ettiğimi söylerim. Bana kalırsa bu bu bir inceliktir,” diye açıklamada bulunmak zorunda hissettim kendimi. - “Demek, bu konuda tamamen farklı düşünüyoruz küçük hamın!” diye karşılık verdi Cevher; ama bu sefer sesinde öfke değil hüzün vardı. “Sizi görebilmek ve bunları söyleyebilmek için bu saate kadar bekledim,” diye de ekledi. Bütün erkeklerin aynı olduğunu zannederken, Cevher’in bana böyle çıkışması doğrusu beni çok şaşırtmıştı. O zamanlar, sevebileceğim bir erkekte aradığım bütün özellikleri Lilian Voyniç’in Ovod” adlı romandaki Arthur karakterinde buluyordum. Solgun yüzlü Artur! İncecik parmaklarıyla çiçek yapraklarını okşayan, kalbinde her zaman dinmez bir sızı olan Artur! O kitabı ilk okuduğum ikinci sınıftan beri, Artur, rüyalarımdaki erkekti. Neredeyse kitabı ezberlemiştim ve alabildiğine umutsuzdum. Aradığım erkeği bulamayacağımı düşünüyor, onu ancak düşlerimde yaşatabileceğimi sanıyordum. Hayallerimdeki gibi yüce duygulara sahip, müstesna ruhlu, yılmaz cesaret sahibi bir insan gerçekte var olabilir miydi? Bu konudaki bütün karamsarlığıma rağmen bu genç ilgimi çekiyordu. Öfkesinde çok samimiydi, daha da önemlisi tamamen haklıydı. İnsanlara acı vermemek gerekir! Hemen barıştık. Yerimden kalktım ve o günü onunla birlikte akşama kadar nehrin yeşil kıyıları boyunca yürüyerek geçirdim. Bir ara, her yanda peygamber çiçeklerinin yetiştiği bir alana vardık. Birlikte çiçekleri toplamaya başladık. İşin ilginç yanı, onun elinde tuttuğu buketin benimkinden çok daha zarif olmasıydı. Elimde tuttuğum çiçekleri görünce güldü bana. Gülüşü, nehrin dibi gibi berraktı. Güneş gökyüzünde değil de içinde ışıyormuşcasına parlak olan gözleri, şu masal gibi gözleri beni büyülüyordu! O bana bakarak gülmeye devam ederken, ben, “Nasıl da resmime benziyorlar! Bu gözlere dalıp, onlarda kaybolsam!” diye hayaller kuruyordum. Elimden çiçekleri aldı, kuru olanları ayıklayıp, geri kalanları tekrar düzenledi. Benim elimde her biri bir tarafa sarkmış duran çiçekler, onun ellerinde muntazam bir bukete dönüşüverdiler kolayca! Bakir arazilerde özgürce esen rüzgar, yüzlerimizi yalayıp geçiyordu. Biz ise taştan taşa atlayarak, bazen sekerek, bazen koşarak gezmeye, sohbet etmeye devam ediyorduk. Yüzlerce yıldır birbirimizi tanıyormuşcasına rahat anlaşıyorduk. Tek bir kelime yetiyordu kendimizi ifade etmek için. O günden sonra da konuşmalarımızdaki sadelik, bizi ömür boyu terk etmedi. Ayrılırken çiçeklerimizi değiş tokuş yaptık. Fakat o sırada ne bunun aslında hangi manaya geldiğinin farkındaydık, ne de peygamber çiçeğinin “aşk” demek olduğunu biliyorduk. Cevher’le, yaz boyunca her akşam görüştük. Utanarak itiraf etmeliyim ki, çok fazla kitap okumuş biri olmama rağmen, bırakın dünyada olan biteni, burnumun dibinde yaşananlardan dahi haberdar değildim. “Herkesin eşit olduğu ülke”de, gerçekte hiçbir hakları olmayan mahzun insanların yaşadığını bile bilmiyordum. Bilmiyordum, onbinlercesi katledilen Çeçen ve İnguşlar’ın Kazakistan’a, Sibirya’ya sürüldüklerini. Kırım Tatarları’nın, Povoljye Almanları’nın, Yunanlar’ın başına gelenlerden de; Estonyalılar’ın, Letonya ve Latviyalılar'ın, Baltık Ülkeleri’nden Sibirya’ya sürüldüklerinden de haberim yoktu; ailem yedi yıldır Zabaykalye’de bu insanlarla birlikle yaşamasına rağmen! Hayatın gerçeklerine dair bütün bilgim, babamın çocukluk zamanına dair ağlayarak anlattığı korkunç anılarıydı; yaşlanmaya başlayan babamın giderek daha az anımsadığı anıları...
·
53 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.