Gönderi

Atsız Bey nasıl öldü? Atsız'ın son 3 saati
1975 Yılı, On Aralık Çarşamba sabahı saat sekiz. Ankara'da, Refet KÖRÜKLÜ Beğ'in Küçükesat'taki evinin önündeyim. Birlikte otomobille İstanbul'a gideceğiz, bekliyorum. Ayrıca Adalet Hanım ve Faruk Çil Beğ de gidecekler. Arabanın aynasındaki arızalı vidayı tornavidayla sıkıştırmağa uğraşıyorum. Ayna birden fırlayarak düştü, kırıldı. Kırılan aynanın parçalarını topladıın. Fakat fena halde bozulmuştum. Bir felaket habercisiydi bu ... O anda bir sürü kara düşünceler kafamı sardı. Bir an İstanbul'a yalnız gitmeği düşündüm. Hava bozuk, yollar karlı ve tuzlu, tehlikeli bir yolculuk olacak. Bana bir hal olabilir! Neden arkadaşlarımı sürüklemiş olayım? Kararsızım .. Refet Beğ'e kıyamıyorum. Götürmesem belki kırılacak!... İşte bu kararsızlık içinde kırık aynayı bir beze sararak, torpido gözüne koydum. Allah'ın yüceliğine sığınarak yola çıktık. Ne hazin bir tesadüftür ki, aynanın kırıldığı anda ATSIZ Hoca 'ya da kalp krizi gelmiş!! On gün önce Ankara'ya dönerken Hoca'ya uğraınıştıın. Yanımda çocuklar da vardı. Onları arabanın içinde bırakarak, Rahmetli'nin bulunduğu daireye çıktım. Zili çaldımm. Kapıyı kendisi açtı. Karşısında beni görünce sevindi: "Buyur, içeri gir'' dedi. "Girmeyeyim, Ankara'ya gidiyoruz; çocuklar arabadalar, size vedaya geldim" dedim. Birden itiraz etti: "Hayır, sizi ben yolcu edeceğim" dedi. Yeni elbiselerini giyinmiş olarak geldi. Çocuklar O'nu görünce hemen arabadan indiler. Rahmetli, hepimizle ayrı ayrı vedalaştı. Torunum Selenge'yi kucağına alıp okşadı, sevdi. Benim boynuma sarılıp, yanaklarırndan öptü. İlk defa boynuma sarılıp öpüyordu. Hiç adeti değildi! Gayet sıhhatli ve neşeli görünüyordu. Aklıma bir şey gelmedi. Meğer bu hazin vedalaşma, ebedi yolculuğa bir işaretmiş ... Bunu birkaç ay önce yazdığı, "Sona Doğru" isimli şiiriyle de bize bildiriyordu. Akşamın saat altısında Bostancı'ya geldik. Hoca'nın evinin elli metre yakınından geçerken herşeyden habersiz, aramızda konuşuyoruz. "Yarın Hoca'yı hep birlikte ziyaret ederiz. Şimdi rahatsız etmeyelim" dedik ve birbirimizden ayrıldık. Ertesi günü saat 14.30'da Refet Beğ öğrenmiş Hoca'nın ağır hasta olduğunu; bildirince hemen aynayı hatırladım ve ürperdim. Gelen hastalık haberiyle kırılan ayna arasında bir yakınlık kurmağa çalışıyordum. Yarım saat içinde Sultanahmet'ten, Bostancı'ya vardık. Saat 15.00'de ATSIZ Hoca'nın evine geldik. Kapıyı Kamuran açtı. Kaniye postahaneye gitmiş. Hoca'nın durumunun ağır olduğunu, Buğra'dan mektup beklediğini öğrendik. Doktor, Hoca'ya konuşmayı menetmiş .. Biz bu yasağı duymamış görünerek, Refet Beğ'le odasına girdik. Hoca bitkin bir halde yatıyordu. Geçmiş olsun diyerek, bir iskemleye ilişir gibi oturduk. Bizi görünce gülümsedi. Teşekkür etti. İlk sözü: "Çok sancım var, tahammül edemiyorum" dedi. Alçak sesle devam etti: "Doktor Koroner yetmezliği diyor. Keşke enfarktüs olsa" dedi. Mektubunu alıp almadığımı sordu, "Aldım." dedim. Bir gün önce gelen doktor, kalp mütehassısıymış: saat l6.00'da yine gelecekmiş, oksijen verilmesini söylemiş ve gitmiş. Talebesi Makine Mühendisi Adnan Besen Beğ, bir yerden oksijen verme cihazı bulmuş, getirmiş. Nasıl takılacağını Reşide Yenge biliyor, onu bekliyoruz. Bu arada Hoca'ya yaklaşarak sordum: "Bu krizin gelmesine sebep ne, üzücü bir şey mi oldu?'' Elini manalı ve sert bir şekilde sallayarak: "Muzaffer; kaç tane. neler neler!." Pazartesi günü bir ahbabına gitmiş. Orada birisiyle sert bir münakaşaya tutuşmuş, ona çok sinirlenıniş .. Üzülmüş de .... Bu sırada Kaniye, elinde bir sürü mektupla postahaneden geldi. Hoca: ''Buğra'dan, mektup var mı?" diye sordu. "Yok'' cevabını alınca çok üzüldü. Başını duvara çevirdi. Bir ay önce Buğra'ya mektup yazmış: doktorun kanserden şüphelendiğini, parça alındığını ve neticenin birkaç güne kadar belli olacağını bildirmiş. Buğra iki gün sonra İstanbul'a geldiğinde, mektubu alıp almadığını sordum. "Almadım" dedi. Halbuki onbeş gün sonra Fethi TEVETOGLU'nu Ankara'da dinlerken, kanser ihtimaline dair haberi Münih'te, ATSIZ'ın Buğra'ya yazdığı mektuptan öğrendiğini ve Hoca'ya hemen bir teselli mektubu yazdığını öğrenmiştim. Yazık, Buğra'dan beklediği ilgi, son saatlerinde de yoktu ... * * * Reşide Yenge geldi. Hoca'ya oksijen veriyor. Ayrıca sancısını dindirınek için Panaljin verilmiş, bir iğneci hanım aranıyor .. Hanımın da enjektörü komşuda kalmış.. O da evinde bulunamıyor .. Hemen eczahaneden bir enjektör aldım, iğne yapıldı. Refet Beğ ve ben, Reşide Yenge ile birlikte, Hoca'yı hastahaneye götürmeyi düşünüyoruz. Doktor, hastanın radyografısini almaya saat 1 6.00'da gelecek. Hastahaneye götürürken ya yolda ağır bir kriz gelirse ne yaparız? En iyisinin doktoru beklemek olduğuna karar veriyoruz. Aksiliklerin sonu gelmiyor; bu sefer de doktorun gelmesi gecikti. Rahmetli, doktorun gecikmesine sinirlenerek "Laubalilik" dedi. Doktor saat beşe dogru geldi. Aletini hazırlayarak hastaya bağladı. Ve çalıştırmağa başladı. Hayret! Aletin 40 cmlik bandı kalmış, o da onbeş saniye içinde bitiverdi. Doktor çantasında, ceplerinde bant arıyor, bulamıyor. Yok! Ben acele ediyorum. "Eczahaneden şimdi alıp, gelirim" dedim. "Bulamazsın .. " dedi. Doktor bant almak için evine gitti. Çaresizlik içinde bekleşiyoruz. Hoca sinirli, doktorun bu tedbirsizliğine kızarak, "Böyle doktorluk olur mu?" diye söyleniyor. Kalbi takviye için bir iğne, bir kaşe verilebilir mi bilmiyoruz. Avrupa'da enfarktüsten ölen yokmuş. Çok tesirli haplar varmış. Bizim doktorlar uyuyor mu? Yoksa .. yoksa bu işte bir ihanet mi var?! diye aklıma bir soru takılıyor... Hoca yattığı yerden, "Memleketin mukadderatı işte bu gibilerin elinde" dedi. Yüzüme baktı. Doktor yine gecikti. Nihayet 1 7.30'da geldi, bandı taktı, birkaç dakikada yeterli kayıtları aldı. Bandı tetkik etti. Hoca'ya dönüp sordu: "Çarpıntı fazla. Ne zamandanberi devam ediyor?" Hoca'nın cevabı: "Dün öğlenden beri". Doktor tansiyonunu ölçtü. "Dünkü tansiyonunuz kaçtı?" diye sordu. Hoca'nın cevabı: "Dün sabah 16 idi. öğleden sonra 15" Bu sefer Hoca doktora sordu: "Şimdi kaç?" Doktor, "DOKUZ" sonra ''ON" dedi. Hoca gür bir sesle, "ENFARKTÜS", dedi. Doktor, her ani tansiyon düşmesinin enfarktüse delalet etmeyeceği karşılığını verdi. Hoca yanılmadığını ifade ediyor, gtilümsüyor, doktora bir şeyler demek ister gibi bakıyordu. Bu sırada talebesi, Mak. Yük. Müh. Adnan Besen geldi. Başucunda Adnan Beğ'i görünce, "Adnan hoş geldin", dedi. Yüzü yorgun bir hal alıyordu. Doktor hole doğru yürüdü. Biz de arkasından çıktık. Bandı inceleyen doktordan bir ümit ışığı veya bizi sevindirecek bir işaret bekliyoruz. Birden Kaniye'nin çığlığı: "Babam .. Babam fenalaştı". Hemen koştuk. Hoca baygın! Doktor sun'i tenefftis yaptırıyor, bir yandan da oksijen verilmeye çalışılıyordu. Doktor nabzına bakarak, "Çok zayıf," dedi. "Ümit var mı?" Sorum cevapsız kaldı. Holden hıçkırık sesleri geliyordu. Reşide Yenge, Kaniye boğulurcasına ağlıyorlardı. Kendilerini teselli etmeğe çalışıyorduın. "Atsız Hoca sakinleşti, ağlamayın" diyordum. Yine Hoca'nın yanına döndüm. Sun'i teneffüse devam ediyordu. Refet Beğ'le birlikte doktorun gözünün içine bakıyoruz. Birşeyler yapmasını bekliyoruz. Fakat nafile ... Bir ara doktor, Atsız'ın gözkapaklarını kaldırıp baktı: "Göz bebeği büyüyor." Ümit yok demek istiyordu. Tam bu sırada Rahmetli Hoca, üç defa derin derin nefes aldı VE HAYATA EBEDiYEN VEDA etti. Kendimi tutamayarak ağlamağa başladım. Salona geçip, bir koltuğa yığılır gibi kendimi bıraktım. Gözlerimden sessiz yaşlar dökülüyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Tekrar Hoca'nın yanına döndüm. Başını avuçlarıının içine aldım. Bir tülbentle çenesini bağlamağa çalışan Refet Beğ'e yardım ediyordum. Doktor, Hoca'nın gözlerini kapadı. Körüklü ile birlikte Hoca'nın başucunda, bildiğimiz ayetleri okuyoruz. KOCA ATSIZ TANRISl'NA KAVUŞTU, diye düşünüyorum. 1975, ON BİR ARALIK PERŞEMBE, SAAT; 18.10. Acı haberi arkadaşlara duyurmak için salona döndüm. Reşide Yenge buna itiraz etti: "Olmaz!" dedi. "Vasiyeti var, bana söyledi. Kimseye haber verilmeyecek. Muzaffer'e, Refet'e ve Zeki'ye haber vermeyin diye tasrih etti." Reşide Yenge'ye, - BİRKAÇ KiŞiYLE BENi KALDIRTIRSIN- demiş ... Biz bunu dinlemedik. Ve Refet Beğ'le karar verdik: "Bütün günahlar bizim olsun, biz bu vasiyeti yerine getirmeyeceğiz." dedik. Telefonun başına geçtim. ATSlZ Hoca'nın dostlarının telefon numaralarını önüme koydum. Başladım numaraları çevirmeğe... Kara haberi duyanlar tafsilat istiyorlardı. Hemen telefonu kapatıyordum. Bende takat yok! İçim kan ağlıyor .. Yarım saat içinde haberi duymayan kalmamıştı. Herkes duymuştu ... 13 Aralık Cumartesi günü, Kurban Bayramı'nın ilk günü, çok sevdiğimiz ATSIZ Hoca'yı Karacaahmet'deki yerine; kardeşi, kendi tabiriyle Ülkü Arkadaşı Sançar'ın yanına bıraktık.
Hüseyin Nihal Atsız
Hüseyin Nihal Atsız
·
28 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.