Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Şiir Üstüne Bir Konuşma
Şair arkadaşımız Edip Cansever, 25 Şubat Çarşamba günü Türk-Alman Kültür Derneği salonunda kendi şiir anlayışı ve sanatı üzerine bir konuşma yapmış, daha sonra da bazı şiirlerini okumuştur. Bu konuşmanın ilgi çekici bir kısmını okuyucularımıza sunuyoruz(Yeditepe). Buraya şiir üzerine, daha doğrusu kendi şiirlerim üzerine konuşmaya geldim. Yalnız, söze başlamadan önce bir noktayı açıklamak istiyorum: Benim hiç bilmediğim, ya da bilmek istemediğim şeylerden biri de, kalabalık önünde düzenli sözler etmektir. Çünkü her zaman için, karşımda iki engel vardır: Kendim ve dinleyiciler. Dinleyicileri de birkaç bölüme ayırmak gerekir. Bazıları ortaya konan bir düşünüyü, bir duygu bildirisini hemen önemsemeye, konuşana da bir bilgelik yakıştırmaya savaşırlar. Bazıları da vardır ki, onların doğruları dışında bir söz ettiniz mi, dudaklarının ucuna hafiften bir gülümseme yerleştirip, sizi, en azından küçümsemeye çalışırlar. Oysa ben kimsenin bildiğine, kimsenin öğrendiğine yeni bir şey katmak için gelmedim buraya. İstediğim, bütün şu ortak düşüncelere bir kendilik verebilmektir. Çünkü her sanatçının bir kendine özgü olmak isteyişi vardır. Buysa onun en doğal hakkıdır. O halde, beni konuşurken yanılmış görürseniz kınamayınız. Ya da kınasanız bile, kendi doğrularınızı sağlamlaştırmış olursunuz ki, bunun da faydası dokunur size; kişiliğinize, değer yargılarınıza güveniniz artar. Söze başlarken konuşmamı tıkayan iki engelden bahsetmiş, bunlardan birinin de kendim olduğunu söylemiştim. Demek oluyor ki biraz da kendime yüklenmeliyim. Öyle ya, ben susmanın, içe kapanıklığın ayrı bir değeri olduğuna inanmıyorum ki. Şiir yazan kişi, şiir üzerine düşünür. Bu düşündüklerini de her fırsatta açıklamak ister. Sanatçı bir bakıma tedirgin adamdır. Bundan kurtulmak için de konuşmaya, yani düşündüklerine bazı kelimeler giydirmeye mecburdur. Öyleyse neden mi korkuyorum düzenli sözler etmekten? Doğrusunu isterseniz, ben, şu en beylik deyimle, şiirden anladığımı sanmıyorum. Hatta kendi şiirlerimi bile anlamıyorum ben. Onlar hiçbir şey anlatamadıkları için değil, benliğimi ortaya koydukları için; şu her mısrada biraz daha yadırgadığım benliğimi... Beni şaşırtan, “ben bu muyum” dedirten şiirleri gördükçe, daha bir çıkmaza girdiğimi anlıyorum. Valéry’nin bir sözü var: “Kendimizden ne kadar habersiz olduğumuzu, yazdıklarımızı tekrar okurken anlarız”. Galiba şiirin serüveni de bu. Ya da benim en gerçek hayatım şiir de onun için. İşte konuşurken bir yığın korkuyu bu yüzden duyuyorum. Yani öz varlığım yerine, üvey varlığımla görünmekten çekiniyorum. Elbette öz varlığım çok önemli. Gelgelelim onunla o kadar az barışığız, o kadar az karşılaşıyoruz ki, sizi bu öz varlığımla tanıştırmam hemen hemen imkânsızdır. Benim olmayan, ya da sindiremediğim fikirler yok mu? Onlardan edindiğim izlenimlerle konuşmaksa yılgınlık veriyor bana. Demek oluyor ki, şiirin genel sorunları üzerinde durmak en iyisi... Ama, bu arada inandığımı sanıp da, inanmadığım bazı yargılara saplanırsam beni de küçümsemeyin sakın. Dedim ya, şiirlerimle konuşmam arasında daima bir mesafe kalacak. Belki de, bilmeden gösteri yöntemlerimi kullanacağım. Bilgisizliğim somutlaşmayacak. Kendimi örtmeye, yüce göstermeye çalışacağım. Zaten şu da var: “Biz kendimizden hiçbir zaman hoşnut olmuyoruz ki, kendimizi gizlemeyelim”. Bakıyorum da, sözü nereye bağlarsam bağlayayım, buraya kendimi anlatmak için gelmişim. Hiç değilse kendim hakkında ne düşündüğümü, büsbütün doğru olmasa da, aydınlatmaya özenmişim. İlkin şunu belirtmek isterim: Amaçlarımdan söz açmak istemiyorum. Bunun da sebepleri var, önce kendimi sınırlamak niyetinde değilim. Amaçlarımın ne olduğunu saptasaydım bile, onları sayıp dökmeye çekinirdim gene de. Hayatımın ne olacağını kestirmek, sonra da o hayatı sürdürmek kolay mı sanki? Şiir için de aynı şeyleri düşünüyorum: Ben deneylerime önem veriyorum daha çok. Benim için değerli olan hareket noktasıdır. Bilimde bile öyle değil mi? Nesnenin en ufak parçasının ne olduğunu kendine soran ilk bilgin, bir gün olup da atomun parçalanacağını düşünüyor muydu acaba? Dahası var: Ben her gün bir başka türlü yaşadığımın farkındayım. İsteklerim bir yana, bir yerde kendimi fark etmek bile zorlaşıyor. Hani Kafka’nın bir öyküsü vardır: “Kilisede Dua Eden Biriyle Konuşma”. İşte o garip dünya yabancısı gibi, kafamı döşeme taşlarına vurmak bile geliyor aklıma. Hem düşünüyorum da, çizgilerin belirlenmesi, kişiliğin anlatılır olması biraz tuhaf değil mi? İşi bitmemiş bir resim karşısında duyulan aşırı heyecana benziyor bu. Kendim için gene kendim düşüneceğim! Kafamın zenginliğini de yoksulluğunu da ben açığa çıkaracağım! Eğer bunda bir doğruluk payı varsa, olağanüstü bir iş yapıyorum demektir. Buraya gelirken, ya da, daha doğrusu şu notları yazarken, bir yığın kuşkuya tutsak olduğumu biliyordum. Oysa gördüğünüz gibi yolları karıştırıyor, kendimi anlatmak yerine, kendimi anlatmayı anlatıyorum. Belki de bir alışkanlık bu. Yani kendim hakkında bir yoruma mı varacağım, gelsin alışkanlık. Ne olduğumu, nice olduğumu saklayan tek kavram bu. Belki de şiiri aynı engele karşı kullanıyorum. Ya da kendiliğinden böyle oluyor. Tıpkı o kilisedeki adam gibi... Bakın ne diyor: “İnsanları kendime baktırmanın, hayatımın gayesi olduğunu söylersem, sakın kızmayın bana!” İşte o garip kilise mahlûku nasıl döşeme taşlarını kullanıyorsa, ben de aynı şekilde şiiri kullanıyorum. Yani şiir beni iyiye iten, bana mut kazandıran bir düşman sanki. Belki de düşmanlarımın en iyisi. Çünkü ben gizleri kurcalamak, insanlar hakkında bir yoruma, ama kendimden başlayan bir yoruma varmak istiyorum. Şiirse bu denklemin ilk meçhulünü çözüyor: Ne olduğumu, nice olduğumu bir o gösterebiliyor ancak. Bu böyle olunca işler de kolaylaşıyor; başka “ben”lerle ilgiler kurmak hakkını kazanıyorum. Rilke, bir kitabında şöyle diyor: “İnsanda kendi ölümüyle ölmek arzusu azaldıkça azalmaktadır. Bir süre daha geçsin, kendi hayatını yaşamak kadar seyrekleşecek böyle ölümler”. Gerçekten de öyle oluyor; kendi hayatımızı yaşamak gün günden zorlaşıyor. Şiirse benliğimizi ayıklamaktan, ona bir ad koymaktan öteye geçemiyor. Yani bir bakıma durduruyor bizi. Her şey gibi o da durduruyor. Bir süre geçsin, ne denli eskidiğimizi anlayıveriyoruz hemen. Öyleyse nedir bu kendi hayatını yaşamak? Soruyu yanıtlamak yerine, sıkıntılarımızı, bunaltılarımızı, tedirginliklerimizi, hatta yalnızlığımızı biçimlesek daha yerinde olmaz mı? Çünkü görüldüğü gibi insan hayatı gün geçtikçe soyutlaşmaktadır. O, etiyle kanıyla, iç dünyasıyla varolamamaktadır. Ne yazık ki, çoğu zaman sanatın çizdiği, sanatın belirdiği insan da budur. Alabildiğine bir soyutlamanın karşısındadır. Hatta acılar, kıyımlar, ölümler bile soyutlaşmıştır artık. Bize gelince, salt bu etkiler yüzündendir ki büyük kişiliklere varamıyoruz. Edebiyata egemen olacağımız yerde, onun boyunduruğunda küçülüyoruz. Bir düşünce özgürlüğü, dolayısıyla bir düşünce bütünlüğü yaratamıyoruz. Ne var ki günümüz yazarlarının çoğu, bakışlarını bu sorunlara çevirdiler. Dikkatlerini geleneklerin, alışkanlıkların, zorunlu bağlılıkların gizlediği insana yönelttiler. Bireyi, önce bu toplum yükünden kurtarıp, kişisel özgürlüğüne ulaştırma yolunu seçtiler. Toplumsal mutluluğun bu yolla sağlanacağına inandılar. Kimileri de bir hiçlik, bir yabancılaşma duygusunun tutsağı oldular. Oldukça anlamsız bir “anlamsızlık” politikasını benimsediler. Şimdi şu var: Biz insanız. Bir yığın ilgilerin kölesiyiz. Doğmakla, o bir yığın bağlılık ipini de birlikte getiriyoruz. Ama kişiliğimize uymayan, bizi kendimizden eden fazlalıkları atmak da, her zaman olmasa bile, elimizdedir. Hiç değilse böyle düşünmek, bizi bir aşamaya getirir; insanın kendini seçmesini kolaylaştırır. Öyleyse bir soru daha beliriyor şimdi: Biz o kopardığımız ilgileri, bir başka yanda biriktirmek zorunda değil miyiz? Geleneklerden, alışkanlıklardan, zorunlu bağlılıklardan kopmakla, sürekli bir boşluğa katlanabilecek miyiz? Ne kadar “hayır” desek, gene de bir hareket noktası ele geçirmiş oluyoruz ki, bu da tek cümleyle “insanın yeniden keşfedilmesidir”. Görüldüğü gibi, bağlanmaktan ne denli korkarsak korkalım, ister istemez bir seçime gidiyoruz gene de. Olaylara dıştan bakmıyoruz; içindeyiz çünkü. Gene bakıyoruz da, bu günün gençliği hiçlikten, mutsuzluktan, bunaltıdan bir öfke alanına kaymaya başladı. Sebebi meydanda işte; gene Rilke’nin bir sözü: “Korkuyorum diyoruz, korkusu oldu mu, insan buna bir çare düşünmelidir”. Yeditepe 1 (1-15 Nisan 1959)
Şiiri Şiirle Ölçmek
Şiiri Şiirle Ölçmek
Edip Cansever
Edip Cansever
··
67 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.