Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

736 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
5 günde okudu
Patrick Rothfuss ile tanışmam gariptir ki 2017 yılında Locke Lamora'nın Yalanları sayesinde oldu. O gün bu gündür Rüzgarın Adı'nı okumak için sabırsızlanıyordum. Neden bu kadar bekledin diye soracak olsanız cevap veremem ama sonunda @kitapsoytarisi ile birlikle ağustos ayında yaptığımız maratonda seriyi okumuş oldum. Kitapları bu kadar uzun bir süre beklettiğim için kahrolmuş olsam da fazlasıyla keyif aldığım bir okuma oldu. Kralkatili Güncesi, benim için okurken kalbinizi ısıtan ve bittiğinde de okuyucunun kalbini kıran o nadir kitaplardan biri oldu. Uzun bir süredir böyle bir kitabı okumanın hasretini çeken bendeniz için şu iki kitap bana ilaç gibi geldi resmen. O yüzden de hazır bir kitabı bu kadar sevmişken, sevgime yaraşır bir yorum yazmak istedim. Bu yorum -veya yazı, siz nasıl adlandırmak isterseniz- Patrick Rothfuss'un Locke Lamora'nın Yalanları kitabına yazdığı -ve benim de her cümlesini ezbere bildiğim- önsözden ilham alınarak yazılmıştır, içinde herhangi bir spoiler yoktur. Keyifle okuyunuz. Önsözde bahsedilen ilk konu Rüzgarın Adı ve Locke Lamora'nın karşılaştırılması. Bu konuyu seriyi okurken Ece'yle de uzun uzadıya konuştuk fakat ben hala karşılaştırmanın sebebini çözebilmiş değilim. Evet, iki kitapta da benzerlikler var ama aynı zamanda iki kitap da birbirinden delicesine farklı. Bu yüzden bu karşılaştırmada bir anlam bulamıyorum çünkü kanımca sonuca bağlanması imkansız. Rothfuss yazdığı yazıda, kitabının girişinin bir tık zayıf olduğunu ve ancak elli sayfa geçtikten sonra hikayeyi anlatmaya giriştiğini söylüyor. Kendisinin bu yorumuna şiddetle karşı çıkmakla kalmıyor aynı zamanda da tam aksini savunuyorum. Bence Rüzgarın Adı çok sağlam bir girişine sahip. İlk on sayfadan bir kitaba tutulduğum çok nadirdir ama Rüzgarın Adı bunu gayet kolay bir şekilde başardı. Yanlış hatırlamıyorsam kitaba tam üç kere başladım ve başladığım üç seferde de tek oturuşta en az yüz sayfa okudum. Okuduğum çoğu kitapta, mesela Locke Lamora'nın Yalanları'nı ele alalım, en az bir yüz sayfa boyunca kitapla cebelleşiyorum. Yazarın yazım stiline alışmak, karakterleri tanımak, dünyaya adapte olmak ve hikayenin gidişatına ayak uydurmak gibi şeylere bir ton enerji harcıyorum. Rüzgarın Adı ise ilk on sayfa içinde merakımı uyandırmayı başardı, otuzuncu sayfaya geldiğimde kitabın içine çoktan girmiştim ve yetmişinci sayfaya geldiğimde -kendisi asıl hikayenin başladığı bölüm olur- yazar önüme ne koyarsa koysun beğeneceğimden yüzde yüz emindim. Yedi yüz sayfalık bir kitaba yetmişinci sayfasında düşmek de benim başarım ama neyse, devam edelim. Kitabı bu kadar çabuk sevmemin en önemli nedenlerinden diğer ikisi de yazarın hikayeyi anlatma şekli ve kullandığı dil. Nedenini ve nasılını anlatabileceğimi pek düşünmüyorum ama Rüzgarın Adı diğer kitapların sahip olmadığı ve asla sahip olamayacağı bir şeye sahip. Yazar, Kvothe'nin kendi hikayesini anlatması olayını öyle güzel işlemiş ki bir yerden sonra birinci ve ikinci kitabı birbirinden ayırması bile imkansız hale geliyor. Öykü içinize işliyor. Bu durum ne yazık ki yalnızca ve yalnızca kitabı okuyunca anlayabileceğiniz ve herkesin tatmasını istediğim bir his. Tarif edilmesi o kadar zor ki, insan bunu ben mi uyduruyorum diye düşünmüyor değil. Kullandığı dil kısmına gelecek olursak, daha önce bu kadar akıcı bir kitap okuduğumu düşünmüyorum. Eğer seriyi uzatarak okumasaydım iki kitabı bir haftada bile bitirebilirdim. Bu tür kitaplarda dilin ağır olmasını beklersiniz ama Rothfuss sanki kitaplarını da bu ön yargıya inat yazmış. Sayfa kalınlığı yüzünden gözü korkanlarınız varsa boşa korkuyorsunuz. Rothfuss'un önsözünde bahsettiği bir diğer şey de kitabın adıyla alakalı. Bu konu ve bu konuyla ilişkili diğer konular hakkında söylecek o kadar çok şeyim var ki nereden başlasam bilemiyorum. Öncelikle 'Rüzgarın Adı' ve 'Bilge Adamın Korkusu' gerçekten çok güzel isimler ama -üzülerek söylüyorum ki- kitabı neredeyse hiç yansıtmıyorlar. Evet, ikisi de kitabı sattıran isimler ama kitapta anlatılanların yüzde birini falan karşılıyorlar sanırım. Yani ben, kitapların adı Kansız Kvothe'nin Maceraları Vol 1 ve Vol 2 olsaydı yine alırdım. Orijinal isimlere göre daha otantik ama en azından kitapta anlatılanları karşılıyor. Seriyi bitirdikten sonra üçüncü kitabın adı doğrultusunda Ece ile kitabın içeriyle ilgili deli gibi teori üretmeye girişmiştik ama geçen gün uzun uzun neden böyle bir işe giriştiğimizi düşündüm çünkü muhtemelen üçüncü kitabın isminin de anlattıklarıyla alakası olmayacak. Hani, kitabı okurken bir süre sonra hikayeyi birinci ve ikinci kitap diye ayırmıyorsunuz demiştim ya bu durumla ilgili küçük bir sorunum var. Birinci kitabı bitirdiğinizde aklınızca bir ton soru oluşuyor ve siz bu soruların bir çoğunun cevabını ikinci kitapta alacağınızı düşünerek, çoğu destandan bile daha uzun olan Bilge Adamın Korkusu adındaki güzel tuğlay- pardon kitaba başlıyorsunuz. Sonra kitabı bitirdiğinizde bir bakıyorsunuz ki aklınızdaki o bir ton soru olmuş size iki ton. Yazarda inat etmiş serinin son kitabını yazmıyor ve son kitap olmadan da okumuş olduğunuz yaklaşık iki bin sayfalık öykünün hiçbir anlamı yok, hadi bakalım gelin bir de buradan yakın. Yazar bana çektirdiklerinden dolayı Dante'nin Cehennem'inde kendine ait bir yeri hakketti resmen. Evet, tadından yenmez bir öykü okuyoruz ve evet tabii ki de her detayı yazması imkansız ama öykünün başından beri bizi heyecanlandırdığı birkaç tane kilit nokta var ve serinin yüzde altmış beşlik kısmı bitmiş olmasına rağmen biz o noktalara asla olamayacağımız kadar uzağız ve bu durum bana asla düşünmek istemediğim şeyleri düşündürüyor. Gelecek kitap, serinin son kitabı ve büyük ihtimalle yazar ilk iki kitapta her konuyu ne kadar uzattıysa son kitapta da konuları bir o kadar kısa tutacak ve bu durumun düşüncesi bile beni kahrediyor. Böyle güzel bir seri ancak ve ancak yazılabilecek en güzel sonu hak ediyor, kimse de beni aksine inandıramaz. Seriye karşı beslediğim bu kucak dolusu sevgiye rağmen maalesef ki özellikle ama özellikle Bilge Adamın Korkusu'nu bana dar eden küçük bir detay var. O da aslında bir önceki paragrafta hafiften değinmiş olduğum yazarın her şeyi uzatarak anlatması mevzusu. Belki biraz haksızlık ediyor olacağım ama Kvothe'nin bütün seri boyunca sırf lavtasından bahsettiği yerleri toplasak Rüzgarın Adı'nın çeyreği eder. Yani Kvothe lavtasından bahsettikçe deli gibi içim sızlıyor ama bu örneği vermek zorundaydım. Kitapta 416 kere Denna'nın adı geçiyor yahu, ne gerek var ki şimdi bu kadar kelime istafına? Şaka bir yana Kvothe'nin ana öykünün haricinde çıktığı maceraların çoğu aşırı uzatılmıştı ve bir Üniveriste aşığı olarak ben oraları okurken sıkıldım. Üniversite demişken azıcık Üniversite övmezsem aynada kendi yansımama bakacak yüzüm olmaz. Sanırım kendisini çoğu kurmaca mekandan daha çok seviyorum. Hocalar, karakterler, Kvothe'nin Üniversite'deki yaşamı, Auri... Hepsini teker teker övmeye başlasam bir otuz gün daha bu yazıyı bitiremem, o derece çok sevdim hepsini. Üniversite'de geçen bölümlerin kitaptaki favori kısımlarımı oluşturduğunu söylesem kimse şaşırmaz herhalde ama bunun nedeni sadece Üniversite ortamını ve karakterlerini çok sevmiş olmam değil, bu kitapta -ve okuduğum her kitapta- aradığım birkaç unsuru bana eksiksiz vermiş olması. Mesela kitaplarda arkadaşlık ilişkileri aşırı değer verdiğim bir noktadır ve Üniveriste bölümleri bana beklediğimden daha çok ve sağlam bir sürü arkadaşlık ilişkisi sundu. Onun dışında hocaların her biri okuması aşırı zevkli ve doyumsuz sahneler görmemizin sebebi, Auri hakkında ürettiğim/ürettiğimiz -Ece n'abersin?- teorilerin haddi hesabı yok ve Kvothe'nin her dönem sonu ve başında yaşadıkları hem üzüntüden hem de kahkahalara boğulmaktan gözümden yaş getiriyor. Uzun lafın kısası çok seviyorum işte ya, ne var yani? Hem Rothfuss'un hem de benim bahsedeceğimiz son nokta ise karakterler ve espiri unsurları. Sizi bilmiyorum ama ben bir insanı güldürebilmenin tek yolunun küfür yoluyla olduğunu sanan insanlara biraz -böyle azıcık- gıcık oluyorum. Normalde böyle şeylere hiç takılmam ama nasıl küfür edilmeden rap yapılabiliyorsa mizah da yapılabilir ve Kralkatili Güncesi bunun en güzel örneklerinden biri. Biriciğim Kvothe, nükte nedir çok iyi bilen biri ve kumpanyacı olmuş olmasının verdiği özgüvenle de bunu etrafındakilere her zaman hatırlatıyor. Mesela ikinci kitapta, Ambrose'a "Gören de bir gizemiye mensubunun daha dikkatli olacağını sanır." demesi bir şaheser değil de nedir? Kitabı okumayanlar pek anlamayacak ama dert etmeyin, müthiş kitap alın okuyun işte. Son olarak da biraz karakterlerden konuşalım istiyorum. Kvothe zaten bir sanat eseri, ona diyecek sözüm yok fakat yazarın, kitabın yüzde beşlik -Denna hariç, o nankör her yerde var ay- bir kısmını oluşturmalarına rağmen yan karakterlere de Kvothe kadar önem vermiş olması ve onlara okuyucunun gözünce parlamaları için kendi özel bölümlerini vermiş olması çok hoş bence. "Oo sanat eseri gibi karakter yarattım diğerlerini pek öne çıkarmasam da olur. Bir taneyle yetinsinler işte." de diyebilirdi çünkü günümüz yazarları sürekli böyle bir tavır takınıyor. Gerçi ilk kitap taa kaç yıl önce çıktı ama olsun, hala yaşadığına göre kendisi de günümüz yazarı. 🤷‍️ Sadece Kvothe'nin ana öykü haricindeki maceraları bu kadar uzatılmasaydı da keşke her birini bol bol görebilseydik diyorum. Hani ne bileyim, Fela falan yani. Hoş olurdu. Kitabı yeteri kadar övdüğümü düşünüyor ve yorumunu Patrick Rothfuss'un çok sevdiğim bir sözüyle bitirmek istiyorum. "...Kitabı okumadıysanız, okumalısınız. Okuduysanız, muhtemelen yeniden okumalısınız…"
Rüzgarın Adı
Rüzgarın AdıPatrick Rothfuss · İthaki Yayınları · 20193,774 okunma
·
40 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.