Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Amerikan karşıtlığı/ BOP / Kürtler/ Esad
Süleymaniye olayının öncesinde bile hükümet AB’ye giriş müza-kerelerine Türkiye’yi hazırlamak konusunda ordunun desteğini ka-zanmıştı. 30 Mayıs’ta Başbakan Erdoğan, hükümetinin AB yolundaki kararlılığını vurguladı ve “halkımıza ve ülkemize borcumuzdur," dedi. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt, ordunun AB için desteğini tekrar teyit etti ve “bu Atatürk’ün yoluydu ve biz de AB’ye karşı olamayız,” dedi. İki gün Öncesinde Milli Güvenlik Konseyi insan haklarını ihlal eden yasaları değiştirmek ve Kürtçenin özel ka-nal yayınlarında kullanılmasına izin vermek konusun anlaşmış ve AB’nin bazı taleplerini karşılamıştı. Ticaret, sanayi ve işadamları ör-gütleri hükümete destek olmak için basında tam sayfa ilanlar vererek “6. uyum paketini ve Türkiye’nin AB üyeliği için atılacak tüm adımları destekliyoruz”, dediler. Temmuz ayının başlarında Dışişleri Bakanı Londra’daki Royal Institute of International Affairs’e hitaben Türki-ye’nin AB tarafından belirlenen Kopenhag kriterlerini karşılamak için kararlı ve devamlı bir reform programı uygulayacağını beyan etti. Daha sonra yine Temmuz ayında “Turkish-US Relationship: Prospects and Perils” başlıklı bir konuşmayla muhafazakar düşünce kuruluşu [think-tank] Washington Institute of Near East Policy’ye hitap etti. Partisinin yönetimi altında eski elitlerin artık iktidarda olmadığını ve Türkiye’nin dışında bulunanların yeni bir ülkeyle karşı karşıya oldu-ğunu belirtti. Reformlar siyasal manzarayı değiştiriyor ve daha de-mokratik bir hale getiriyordu. AB’ye katılmak hükümetin gündeminin en üst sırasındaydı ve AB’nin diğer itirazlarını karşılamak üzere ye-dinci reform paketinde MGK reforma tabi tutulacaktı. Türk-Amerikan ilişkileri konusunda ise çaba göstereceklerdi, çünkü her iki ülke de-mokrasi, özgürlük ve piyasa ekonomisi gibi ortak değerler üzerine kurulmuştu. Aslında Türkiye’nin ABD ve AB ile ilişkileri birbirini ta-mamlar nitelikteydi. Meclis, 7. reform paketini muhalefet ve TÜSİAD’ın desteğiyle 31 Temmuz’da geçirdi. MGK’nın yapısı değiştirilmişti. Genel Sekreter bazı güçlerini kaybetmişti ve Başbakan tarafından atanacak, ataması da Cumhurbaşkanı tarafından onaylanacaktı. Konsey her ay yerine iki ayda bir toplanacaktı ve sadece tavsiye niteliğinde kararlar çıkartabilecekti. Askeri harcamalar sivil teftişe açık olacaktı. AB paketin geç-mesinden memnun oldu, ancak diğer reformlar konusunda olduğu gibi Türkiye’nin katılımıyla ilgili kararı vermeden önce yasaların nasıl uygulandığını görmek istedi. Kuvvetli ordu kurumunun etkisi bu re-formlarla azaltılabilmiş miydi? Çoğunlukla bu reformların etkili oldu-ğu konusunda bir görüş birliği olsa da, bazıları ordunun hâlâ istihba-rat etkinliklerinin ve dolayısıyla devlet içinde bir devlet olan, siyasi otoritenin kontrolünün dışında ve hiçbir üst otoriteye karşı sorumlu olmayan “derin devletin” kontrolünü elinde tuttuğuna işaret ediyor-du. Başbakan Erdoğan’a ordunun rolüyle ilgili bir soruya, oldukça muğlak bir şekilde kâğıt üzerinde NATO ve AB standartlarıyla bir fark olmadığı şeklinde cevap verdi. Washington ile ilişkilerdeki gerginlik devam etti ve 7 Kasım'da Irak yönetimi Türk askerlerinin topraklarına girmesini reddedince Ankara Irak’a asker gönderme kararını rafa kaldırdı. Karara kuzeyde-ki Kürtler ve güneydeki Şiiler karşı çıkmıştı. Sünni üçgeni olarak bil-men bölgede bile, Felluce’nin valisi Türk askerlerinin işgalci olarak görüleceğini açıkladı. Bu koşullar altında Washington, Kürt müttefik-lerine daha fazla güvenmeyi tercih ederek Ankara’nın kararını mem-nuniyetle karşıladı. 15 Kasım’da İstanbul’da gerçekleştirilen ve iki sinagogu, İngiltere konsolosluğunu ve bir İngiliz bankasını hedef alan intihar eylemleri Türkiye’yi terörizme karşı bir cephe olarak Avrupa’ya daha fazla ya-kınlaştırdı. İngiltere’nin Dışişleri Bakanı Jack Straw ve dönemin Al-man Şansölyesi Gerhard Schröder, Türklerin saldırıları Türkiye’nin 11 Eylül’ü olarak tanımlamasıyla Türkiye’yi hızla AB’yle bütünleştir-mekten söz etmeye başladılar. Ankara, AB ile giriş müzakerelerinin açmak ve Avrupa ve Ortadoğu arasında bir köprü olmak konusunda daha da istekliydi ki bu rol Soğuk Savaş’ın başlangıcından bu yana Avrupa’nın ve özellikle de İngiltere’nin Türkiye’nin oynamasını istediği bir roldü. Bu yüzden Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın Türkiye’ye resmi ziyarette bulunması siyasi açıdan önemliydi. 6 Ocak 2004’te Türkiye’ye gelmeden önce Esad Türk gazetecilere geçmişteki sorunları ge-ride bırakmak istediği konusunda güvence verdi (Hatay’ın 1939’da Türkiye’ye katılmasını kastediyordu) ve Türkiye-Suriye sınırını bir kardeşlik sınırı olarak tanımladı. Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin Suri-ye’ye de faydalı olacağını, Suriye’yi AB’nin sınırına getireceğini söyle-di. Dahası, ne Türkiye ne de Suriye Irak bölünmesini ve bir Kürt dev-letinin kurulmasını istiyordu. Yıl boyunca AB ile müzakerelere yönelik kampanya ivme kazan-maya devam etti. Generaller Kıbrıs’ı yeniden birleştirmeye dönük Annan planı çerçevesinde çalışmayı kabul ettiler ve Erdoğan da pla-nın tüm koşullarını 30 Ocak’ta kabul etti. Kıbrıs’ın 1 Mayıs’ta AB'ye katılabilmesini sağlamak için Kofi Annan’a adanın her iki tarafında referandum yapılması için tam yetki verildi. Ocak ayının sonunda Erdoğan’ın ABD ziyareti Türk-Amerikan ilişkilerindeki bazı çatlakların üzerini örttü. Dışişleri Bakanı Türk- Amerikan ilişkisinin artık sadece stratejik olmadığını, insan hakları ve demokratikleşmeye dayandığını belirtti. Türkiye’de bu durum, Anka-ra’nın bölgede “ılımlı bir İslâm ülkesi” rolünü oynayarak demokratik “Büyük Ortadoğu Projesi” için bir model olup olmayacağı sorusunu gündeme getirdi. Birçok kişi bu rolün, İslâm dünyasında Amerikan hegemonyasını tesis etmek için Ankara’ya verdiği bir görev olduğunu düşünüyordu. Fakat generaller ve entelektüeller Türkiye için “ılımlı İslam” fikrini reddetti. Ülke aynı anda hem İslami hem de laik ola-mazdı. Erdoğan da aynı fikirdeydi ve Türkiye’nin laik ve sosyal bir devlet olduğunu, laik bir devlet içinde de İslami bir devlet olamayaca-ğını belirtti. Başkan Bush’un “Büyük Ortadoğu Projesi” ve Türkiye’nin bu projedeki rolü tartışılmaya devam etti. 28 Mart 2004 yerel seçimleri iktidar partisinin konumunu güç-lendirirken muhalefetin konumunu zayıflattı. AKP’nin oy oranları yaklaşık rakamlarla yüzde 34’ten yüzde 43’e yükselirken, CHP’nin oyları yüzde 19’dan yüzde 15’e geriledi. Hatta seçimin öncesinde, medya muhalefetsiz bir iktidar sorununu tartışıyordu. Sorun seçim-den sonra daha ciddi bir hal aldı. Fakat araştırmacılar Türkiye’yi gerçekte kimin yönettiğine, seçimlerin iktidarı kazanan partiye verip vermediğine veya hükümetin devleti gerçekten kontrol edip etmedi-ğine dair önemli sorular sordu. Başbakanlığının ilk dönemlerinde Erdoğan’ın partisinin iktidar olduğunu ama muktedir olamadığını söylemesinden bu soruları her zaman anladığı belli oluyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi devletin kontrolünü kazanmaya çalışıyordu ve yavaş yavaş bunu başarabilecek gibi görünüyordu.
·
36 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.