Gönderi

Soruşturma ve onu takip eden duruşma sonu-cunda on bir kişinin her biri idam mangasının önünde kurşuna dizildi.113 Bu davaya verilen önem, Batı Trakya’daki hükûmetin suçu araştırmak ve cezasını vermekte gayretkeş davrandığını veya en azından bu vakada gayretkeş görünmek istediğine işaret etmektedir. Fakat olan olmuş, şiddet yaşanmıştı. Daha sonra Yunanistan tarafından 1921 yılında Pontikia olarak yeniden adlandırılan Sıçanlı köyü,114 bu vahşetin ardından bugüne kadar ürkütücü bir şekilde nüfussuz kalmıştır.Bu gibi korkunç hadiselere rağmen, toy devlet adına haberler bütünüyle kötü değildi. Yunan politikasındaki değişiklik Gü-mülcine hükûmetine umut vermişti. Osmanlı-Bulgar uzlaşması ihtimali karşısında Atina, Bağımsız Trakya Cumhuriyeti’ni des-tekledi. Bağımsızlığını ilan eden devleti, Sofya ve İstanbul arasına ayrılık tohumları ekebilecek bir araç olarak gören Yunanlar, Dedeağaç’ı 2 Ekim 1913’te Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti’ne teslim etti, onunla görüşmelere başladı ve Gümülcine’ye destek çıktı. Eşref, kendisi ve arkadaşlarının yerel arabulucular aracılı-ğıyla Yunanlarla gayri resmî görüşmeler yaptıklarını belirtmek-tedir.115 Süleyman Askerî ise bu sırada Bulgarlarla doğrudan müzakereler yürütmekle görevliydi.116 İstanbul’un onaylama-masına rağmen, bu toy devletin Yunan ve Bulgar komşularıyla anlaşmaya vararak istikbalini emniyet altına alması mümkün görünmüştü. Aslına bakılırsa, bu safhadan sonra Osmanlı-Bulgar ilişkileri oldukça uyumlu gelişecekti. Askerî Şubat 1914’te bir Bulgar mevkidaşıyla birlikte bölgeyi gezdi ve nihayetinde iki devlet arasında, Birinci Dünya Savaşı’nda kuracakları ittifakın hazırlığı niteliğindeki gizli bir antlaşma imzalandı.Sonİstanbul ise bu kadar iyimser değildi. Gördüğümüz üzere, Osmanlıların anahtar konumdaki aktörleri Batı Trakya’daki harekâtın başlangıcından beri kendi içlerinde bölünmüşlerdi. İçlerinden birçoğu Batı Trakya’daki Müslüman nüfusu savuna-bilmek için bağımsız cumhuriyete gayri resmî olarak dönmeye heveslilerdi; fakat zaman içerisinde bazı eski destekçiler bile fikirlerini değiştirmeye başladı. Bağımsızlığını ilan eden devletin Osmanlı İmparatorluğu’nu ciddi bir diplomatik ve muhtemelen askerî tehlikeye atabileceğinden gittikçe endişe duyar olmuşlardı.Avrupalı güçler, Osmanlı hükûmetine yönelik baskılarını sürdürüyordu. Bu dönemde özellikle Fransa, teşvik babında büyük bir kredi önermek suretiyle İstanbul’a Bulgaristan’la bir anlaşmaya varması için baskı yapmış görünmektedir.117 Nihaye-tinde Osmanlı hükûmeti en iyi eylem planının, Batı Trakya’da elde edilen toprakların genel stratejik konumunu iyileştirmek ve özellikle de bu toprakları Edirne’yi elde tutmak için bir pazarlık kozu olarak kullanmak olduğuna karar verdi. Bulgaristan’la ger-çekleştirilen müzakerelere, daha sonra Batı Trakya’daki örtülü Osmanlı hareketinin müzakerelerde “bize somut siyasi faydalar getirdiği”ni yazacak olan önde gelen İttihatçı Cemal Bey başkan-lık etti.118 Bu müzakereler sonuçlandırıldıktan sonra, Osmanlı hükûmetinin Eşref ve Batı Trakya’daki arkadaşlarını projelerin-den vazgeçmeye ikna etmesi gerekiyordu. Eşref ve arkadaşları İstanbul’un ağır baskısına maruz kaldılar. Bağımsızlık ilanının ardından, görünüşe göre Enver bile artık bu misyonun aleyhine dönmüştü. Öte yandan, Enver’in apandisit yüzünden cerrahi müdahaleye ihtiyaç duyması onu bu süreçte etkin bir şekilde yer almaktan alıkoymuştu. Daha önceden bağımsız devleti desteklemiş olan Yüzbaşı Sabit’in refakat ettiği Cemal Bey, Ekim ayının ilk günlerin-de Eşref’i bu projeden vazgeçirmeye geldi. Eşref bu sırada Dedeağaç’ta teftiş görevindeydi. “Sert” ve “şiddetli” tartışmalar yaşandı.119 Eşref’in belirttiğine göre, kendisine ve adamlarına kar-şı duyduğu büyük muhabbetten ötürü Sabit de yatağa düşmüştü. Bütün bu süre zarfında bağımsız hükûmet, Yunanlar ve Bulgarlar arasındaki müzakereler devam etti. Eşref, Yunanların “Mösyö Foti” isimli gayri resmî bir elçisiyle görüşmeler yaptıklarını ve müzakerelerde bir miktar mesafe kat ettiklerini aktarmaktadır.120 Bu sırada Süleyman Askerî ise Sofya’da Bulgarlarla müzakere etmekteydi. Fakat Cemal Bey, Askerî’nin Bulgar başkentinde münferit görüşmeler yürüttüğünü öğrenince “büyük bir öfkeye kapıldı” ve “çok ileri gitti.” “Çok ileri”nin ne kadar ileri olduğu muhtemelen hiçbir vakit bilinmeyecek, fakat çanların Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti için çaldığı açıktı.Osmanlı-Bulgar müzakereleri 29 Eylül 1913’te İstanbul Antlaşması’yla sonuçlandı. Osmanlı İmparatorluğu antlaşma koşullarına göre Edirne, Kırklareli ve Dimetoka dâhil olmak üzere Doğu Trakya’yı elinde tutacak fakat tüm Batı Trakya’yı Bulgaristan’a verecekti.121 Bu, Osmanlılara İstanbul’un batısında sadece küçük bir bölge bırakmış olan Londra Antlaşması’ndaki şartların iyileştirilmesi anlamına geliyordu. Fakat Batı Trakya için savaşmış olan Osmanlı subayları için ise gaddar açısından teslimdi. Kısa ömürlü küçük devletin kaderi mühürlenmişti. Eşref tiksinmişti. Bu, evvela Midye-Enez Hattı’nı sınır olarak kabul etmeye razı olan hükûmetti, diye eleştirdi. Batı Trakya’nın bekası için gösterilen bütün gayrete ve dökülen kana kayıtsız kalarak şimdi sadece Edirne’yi elde tutmaktan memnun olmakla kalmıyor, bir de bundan “fazlasıyla mutlu” oluyorlardı.122Bulgar kuvvetleri Ekim ayının ortasından itibaren kademeli olarak Batı Trakya’yı işgal etmeye başladı.123 Sersemleyen ve kendilerini kati biçimde desteksiz hisseden Eşref, Hacı Sami ve Çerkes Reşid İstanbul’a döndüler. Arkadaşlarının Osmanlı baş-kentine dönmüş olması karşısında keyfi kaçan Süleyman Askerî de Sofya’daki müzakereleri bitirip İstanbul’a döndü. Bağımsız devletin kurucuları, iktidarın Bulgarlara devrini denetlemek ve şimdi etkin biçimde terk edilen Müslüman ahalinin emniyeti-ni sağlamaya çalışmak için bazı bölgelerde arkalarında birkaç güvenilir subay bıraktılar.124 İçlerinde Fuat (Balkan), İskeçeli Arif ve Sadık gibi isimler bulunan bu subaylar, bölgede Bulgar kontrolü tesis edildikten sonra bir Osmanlı konsolosluğu kurup Süleyman Askerî’nin önderliği altındaki Batı Trakya komitesiyle iletişim kanalı görevi yaptılar.1251913 Ekim’inin sonlarına gelindiğinde Bulgar kuvvetleri Batı Trakya’nın tamamını işgal etmişlerdi. Balkan Savaşları’nın en önemli etkisinin, yani Balkanlar ve Avrupa’daki Müslüman Osmanlı hükmünün sonunun altına kuvvetli bir çizik atmış olan kısa ömürlü bağımsız devletin sonu gelmişti.Fakat Batı Trakya’daki Osmanlı angajmanının hikâyesi Ba-ğımsız Hükûmet’in çöküşüyle sona ermedi. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, çarpışmalar sona erdiği vakit Osmanlı toprakların-dan geriye kalanlara ne olacağı yönündeki tartışmalarda bölge yeniden ön plana çıkacaktı. Batı Trakya; Kuzey Irak’taki Musul, Kuzey Suriye’deki Halep ve Kuzeydoğu Anadolu’daki Batum’la birlikte önemli bir yaklaşım farklılığının kaynağı oldu. Osmanlı Meclis-i Mebusanı, Şubat 1920’deki son oturumunda genellikle Millî Ant diye sakarca tercüme edilen, Misak-ı Millî adlı bildi-riyi ortaya koydu. Bu bildiri, Batı Trakya da dâhil olmak üzere ateşkes hattının dışında kalan bazı topraklar üzerinde, bunları Osmanlı Devleti’nin ayrılmaz parçaları olarak niteleyerek hak iddia ediyordu.126 Aslına bakılırsa, Kemalist subaylar içindeki bir hizip Batı Trakya’da bir başka bağımsız hükûmet kurmaya çalıştı. Bu proto devlete kafa karıştırıcı bir şekilde Garbî Trakya Hükûmet-i Muvakkatesi denilecekti. Bazen de Batı Trakya Türk Cumhuriyeti olarak bahsi geçti. 25 Mayıs 1920’de ilan edilen devletin başrolünde, Balkan Savaşları’ndan sonra Batı Trakya’nın yeniden ele geçirilmesinde aktif rol alan Fuat Balkan vardı.127 Fakat bu teşebbüs bir öncekinden bile daha kısa ömürlü oldu. Düzgün bir devlet dinamiği inşa etmeye muvaffak olunamadı ve girişim “kısa zaman içerisinde Anadolu’daki seferle meşgul olan Yunan ordusuna karşı bir gerilla hareketine dönüştü.”128Türklerin Batı Trakya’daki hak iddiaları, Erzurum ve Sivas kongrelerinde toprak konusunda daha ihtiyatlı bir tutum be-nimseyen milliyetçilerin beyan ettikleri hedeflerden bir kopma-ya işaret etmiştir. Mustafa Kemal ve evlilik bağıyla tesadüfen Pervin’in akrabası olan Kâzım (Karabekir) gibi milliyetçiler, Mahmud Şevket Paşa’nın 1913’te yaptığı gibi, pragmatik ne-denlerden ötürü daha aşırı taleplere karşı çıktılar. Dolayısıyla, Lozan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları Batı Trakya ve diğer topraklar olmaksızın belirlendi. Ankara meseleyi önemsiz gibi gösterdi. Örneğin, Misak-ı Millî’nin Cumhuriyet dönemindeki versiyonlarında, dışarıda kalan topraklara atıfta bulunulmadı.129 Cumhuriyetçi rejim, nüfusunun çoğunluğu Müslüman ve/veya Türk olan Batı Trakya gibi toprakları terk etmiş gibi görünmek istemedi. Geride kalan nüfus ise hem Türkiye hem de komşuları için diplomatik bir sorun olarak kalacak ve sonraki yıllarda Türk milliyetçileri için bir odak noktası olacaktı.Daha da önemlisi, Balkan Savaşları ve müteakip süreçte ortaya çıkan etnik ve dinî şiddet vahşeti, halkların birbirinden ayrıl-maları doğrultusundaki akımı dallanıp budaklandıran talihsiz bir dönemeçti. Hâlihazırda dengesiz ve duygusal olarak yüklü olan atmosferi daha da ateşleyen bu hadiseler, gittikçe, “çözül-mesi” gereken “sorunlar” olarak görülen şeylere karşı şiddetli çözümler üretti. Basının yeni yeni ulaştığı yaygınlık ve cazibe sayesinde, savaşın ve diğer şiddet eylemlerinin kamusal alanda gözle görülür derecede daha çok yer etmesi de bu davul seslerini yükseltmekteydi. Belki de kısa vadede daha önemli olan, Balkan Savaşları’nın Osmanlı liderliği üzerindeki radikalleştirici etkisiydi. Yaklaşmakta olan Dünya Savaşı’nın çok çarpıcı bir şekilde vurgulayacağı gibi, her iki taraf için de, Batı Trakya’daki operasyonların demogra-fik sonuçları ile, etnik temizlik ve etnisiteler arası güven ve iş birliğinin sonunu getiren boykotların vuku bulduğu “millî” ekonomik politikalar arasında büyük bir mesafe yoktu. Birinci Balkan Savaşı’ndaki felaketin ve kısmen başarılı olduğu İkinci Balkan Savaşı’nın ardından Osmanlı İmparatorluğu’nda çok daha büyük bir yangın için sahne hazırdı.
·
28 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.