Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

382 syf.
10/10 puan verdi
“Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır.” diyor Ahmet Hamdi Tanpınar. Akla hoş gelen, idrak ettikçe daha da güzelleşen bu cümle Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde geçen unutulmaz cümlelerden biri. Romanlar isimleriyle insana bir fikir verir; bu roman da öyle: Okumadan önce mizah yönü yüksek ve zaman konusunda felsefi derinliği olan bir eser izlenimini edinmiştim. Yanılmadığıma sevinmiş olsam da beni daha çok sevindiren şey romanın bundan çok daha fazlası olması. Romanda Osmanlı’dan Türkiye’ye dönüşüm, ezeli çıkmazımız bürokrasi ve renkli karakterler aracılığıyla Batılılaşma sonucu meydana gelmiş acayip kültür mozaiğimizden de bolca anlatı var. Bunlar ayrı ayrı durmuyor ve beklenmedik güzellikte bir bütüne kavuşuyorlar. Not: İnceleme kurgu ile ilgili ayrıntılı bilgi içermektedir. Roman Hayri İrdal adlı karakterin ağzından yazılmış. Romanda çok önemli yeri olacak Halit Ayarcı’nın ölümünden sonra Hayri İrdal kendi hayatını kaleme alma kararı almış. Başlarda Halit Ayarcı’ya dizilen övgüler sonrası roman ilgi odağı olacak enstitünün çok öncesine, Hayri İrdal’ın çocukluğuna gidiyor. Hayri İrdal’ın çocukluğu Osmanlı’nın son zamanlarına denk geliyor. Evdeki koca saat Mübarek, babası, çakma derviş Seyit Lütfullah, saat ustası Nuri Efendi, nemrut halası var bu zaman diliminde. Hayri İrdal, Nuri Efendi’nin yanında çalışıyor. Nuri Efendi saatin, zamanın kıymetini bilen, ehil bir insan. Hayri İrdal’ın saatlere olan ilgisini oluşturan; aynı zamanda romanın ilerisinde uydurulacak olan Ahmet Zamani Efendi adlı karakterin de temeli. Nuri Efendi, aynı zamanda romana zaman, saat, ayar hakkında felsefi derinliklerin katıldığı karakter. Aslında romanın bir anlamda ideali. Seyit Lütfullah ise romana İslami mistisizm getiren bir tip. Çakma derviş gibi davranışlarıyla karikatürize edilen Seyit Lütfullah bir anlamda çöküş halindeki İslam toplumunun bir fotoğrafı. Bu fotoğraf önemli, çünkü Hayri İrdal’ın hayatı Türk milletinin büyük bir dönüşüm geçireceği çağa denk geliyor. Bu fotoğrafın bir önemi de romana mizah aktarılan kanallardan biri olması: Mistisizm kullanılarak çoğu komik olaylar gelişiyor romanda. Ölüp dirilen hala olsun, eski bir arsada hazine iddiası olsun; hepsi dini mistisizmden çıkan ve her biri ayrı talihsiz ve komik olaylar. Bu olaylar Hayri İrdal’ı kafamızda şekillendirmeye başlıyor ve ortaya çıkan sonuç biraz sıradan: Hayri İrdal düz bir insan, ne biraz fazlası ne de biraz eksiği. İleride Halit Ayarcı ile çok ters düşecek bir hevessizliği, umutsuzluğu da günümüz insanına pek uzak değil. Bu sebeple, aslında bu roman bir anlamda sizi Hayri İrdal’ın acayip dünyasının merkezine koyuyor. Hayri İrdal’ın başına gelenler size gelmiş gibi oluyor; Hayri İrdal ile aranıza bir mesafe koyabilmek pek mümkün değil. Bu Hayri İrdal’ın niteliksiz bir karakter oluşundan değil, Hayri İrdal’ın kendinizle özdeşleştirebileceğiniz bir karakter olmasından ileri geliyor. Hayri İrdal’ın böyle bir karakter olmasında yaprak gibi en küçük rüzgarda bile savruluşunun etkisi var. Farkına varmadan savaşa gidiyor, sonra evleniyor, sonra kendini birden akıl hastanesinde buluyor. Ortada bir delirme yok ama koca yanlış anlaşılmalar var. Hayri İrdal düz, basit bir insan ve bu insanın psikanalizle incelenmeye kalkışılması romanda gösterilen bir başka ironi. Tamamen masumane söylenmiş sözleri doktor eğip büküp bir yerlere yoruyor. Bu anlamda, bu psikanaliz seansları analiz, tanım, sınıflandırma meraklısı bir Batı ile geçinip gitmekten fazla derdi olmayan, derinlikten yoksun olmayan ama derinlere inmeyen Doğu’nun çatışması gibi. Hayri İrdal’ın tek istediği eve, eşinin yanına dönmek, sonrasında bir iş bulup kendi küçük düzenlerinde yaşayıp yuvarlanmak. Ancak roman (Batı) onun yakasını bir türlü bırakmıyor; onu sürekli derinlere, karmaşaya çekmekle uğraşıyor. Tüm bunlar olurken, arka planda Osmanlı gidiyor ve yerine Türkiye geliyor. Romanda bu yeni devlet, yeni anlayış, yeni ideal geçmişle beklenildiği gibi çatışmıyor. Ortada bir Müslüman Türkler – Batılılaşma sevdalısı Türkler çatışması mevcut değil. Roman öyle ki bu geçişin, devrimlerin etkisi hissedilmiyor. Bu ilk başta bir eksiklik gibi gözükebilir; ancak bence gerçeğin ta kendisi. Tabii ki Türklüğün yeni yorumu çatışmalara yol açtı ve bundan hem kötü anlamda, hem de iyi anlamda etkilenenler oldu; ama Hayri İrdal gibi Osmanlı zamanında da vasat olan bir insan için korkunç kırılma noktaları olmadı. Bu sebeple bu devrimler Hayri İrdal’ı herhangi bir yönden devirmiyor. Günümüzde de dillendirilen”Osmanlı torunlarının düştüğü şu rezil hal” -ki rezil derken laiklik yanlısı, İslam’dan bağımsız ve Batılılaşmış Türk kimliği kast ediliyor- ve bu tabir üzerinden yürütülen argümanların o zamanların vasat insanı nezdinde bu derece dramatik bir etkisi yok. Hatta bu gayri-İslami paradigma bu vasat sınıfın soluk alma alanını genişletme açısından pozitif bir etkiye bile sahip denebilir. Romanın bu düzeniyle beraber ortada devrilmiş bir Türkiye değil de makul bir hızla değişen bir Türkiye var. Devrimlerin tabana yayılmasının bir süreç olması sebebiyle bunun bir devrim değil de makul bir değişim olarak yansıtılmış olması da mümkün. Bu değişim sürecinde Hayri İrdal ilginç insanlarla tanışmaya devam ediyor. Psikanaliz sonrası ikinci diyebileceğimiz Batıcıl nokta Hayri İrdal’ın çalıştığı ispiritizma cemiyeti oluyor. Buradaki kadınların hayatları, dedikoduları hatta Hayri İrdal’ın buradaki kadınlardan birine aşık olması buralara kadar komik ama ağır ilerleyen romana bir ivme katıyor. Bunlar olurken Hayri İrdal’ın hayatından felaket eksik olmuyor. Eşi vefat ediyor. Çocukları tabiri caizse ortada kalıyor. Sonradan evlense de çocuklarına neredeyse hiç ilgi göstermiyor. Bu zamanlara kadar sadece yanlış anlaşılmaların kurbanı aciz bir insan olan Hayri İrdal artık hatalara düşen, nefret edebilen ve bu sebeple bizden biraz daha uzaklaşan bir hale dönüşüyor. Ancak bu dönüşüm de romandaki çoğu şey gibi ölçülü. Bol mizahın var olduğu gerçeğini göz ardı edersek; roman her şeyde çok ölçülü ve tutarlı zaten. Romanda e artık nerede bu Saatleri Ayarlama Enstitüsü dediğiniz an -ki kitapta bayağı ilerlemiş oluyorsunuz- rahmetli ve kitabın başında bolca anılan Halit Ayarcı karşınıza çıkıyor. Halit Ayarcı akılda kolayca hayal edilebilir bir karakter: İş bitirici, iyi pazarlayıcı, hevesli, hayal gücü ve yaşam enerjisi yüksek. Hayri İrdal, Halit Ayarcı ile bir saatçide yaşadıkları olay sonucu saatler konusundaki engin bilgisini gösterdikten sonra Halit Ayarcı Hayri İrdal’a hayran oluyor ve bu hayranlık enstitü kurma girişimleriyle devam ediyor. Romanı okurken hevesle kurulmasını beklediğiniz enstitü kolay kurulmuyor tabii. Bu esnada da yazar bürokrasi dünyasının çıkmazlarla ve aynı zamanda çıkarlarla dolu dünyasına dalış yapıyor. Enstitünün kuruluş süreci, sorunlara bulunan çözümler, enstitünün konsepti gereği ince ayarlarla ve mesajlarla dolu. Örneğin şirkette herkesin kendi yakınını işe alma kontenjanı var. Sonra enstitü geniş bir kampanyayla doğru ayarlanmamış saatleri cezalandırmaya başlıyor. Her köşede bir saat ayarlama istasyonu kuruluyor. Halit Ayarcı’nın hevesi, iş bitiriciliği ve pazarlama kabiliyeti sizi bile bir an bu enstitünün gerekliliğine inandırıyor. İşler öyle büyüyor ki başka ülkeler de enstitüler kuruyor ve bunlar küresel bir birlik altında toplanıyorlar. Tüm bu işleri Halit Ayarcı beceriyor; ancak Halit Ayarcı sürekli Hayri İrdal’ı tebrik etmekle meşgul. Hayri İrdal enstitünün özgüvensiz belkemiği bir anlamda. Nuri Efendi’den ilham alarak uydurduğu Ahmet Zamani Efendi adlı saat alimini anlatan kitap hem ona vicdan azabı çektiriyor; hem de bir yandan mutlu ediyor. Ahmet Zamani Efendi, tabiri caizse geçmişiyle arasına mesafe koymuş Türkiye’nin bir anlamda kendine Avrupa’daki gibi entellektüel bir geçmiş temeli bulma çabası. Laik Türkiye yorumunda İslami bir entellektüel geçmişi kabul etmek kolay değil. Ancak insanların Voltaireler, Moliereler, Leonardo da Vincilerle yücelmiş Avrupa karşısında söz söyleyebilecek bir şeylere ihtiyacı oluyor. Ahmet Zamani Efendi’nin bu anlamda kabulünün kolaylaştığını düşünüyorum. Sonsuz övgüler zincirinde bir süre sonra Hayri İrdal herkes gibi kendini kaybediyor. Gereksiz bir işin mükemmel bir ustası olmak onu kimsenin görmesine fırsat vermeyecek şekilde yaralıyor. Onuruna verilen şık davetler, hakkındaki uzun köşe yazıları derken bu kuyruklu yalandan enstitünün içinde geçmişe hasret bir şekilde yaşıyor. Bu, bir anlamda Hayri İrdal’ın bizzat şahidi olduğu Osmanlı-Türkiye geçişinin de bir sembolü. Hayri İrdal Halit Ayarcı’ya “… sadece eski halime hasret çekiyorum.” der (sf. 361) Bu eski hâl, romanda okuduğumuz üzere, fakir, acz içinde kavrulan, hatta kızını nefret ettiği bir sokak serserisine verecek kadar eli mahkum bir hal. Bu, Osmanlı, hasta adam. Ancak enstitünün (Türkiye’nin) kuruluşuyla olanları Halit Ayarcı şöyle izah ediyor: “Size kendi hakikatinizi söyleyeyim! Artık dönemezsiniz. Çünkü hiçbir şeyden vazgeçemezsiniz. Bütün tenkitlerinize ve küçük görmelerinize rağmen rahat ve güzel bir karınız var, ayrıca bir metresiniz var ki çıldırıyorsunuz. Kızınız, oğlunuz için her an kendinizi fedaya hazır olduğunuza da eminim. Üstelik şöhreti, hatta abes telakki ettiğiniz işler içinde olsa bile hareketi seviyorsunuz. Hülasa bir ahtapot gibi sayısız kollarla dünyaya yapışmışsınız! Hiçbir şeyden ayrılamazsınız. Nasıl döneceksiniz?” (sf. 361). Bu cümleler, Türkiye’nin dönüşsüzlüğünü sebepleriyle özetlemektedir. Sonra hatta Hayri İrdal bu kadar değişmek istemediğini söyler, makul bir hayat aramaktadır. Yani aslında “Türkiye desenli bir Osmanlı” lüzumu görülmekte. Hayri İrdal, biraz bile olsa doğruyu (Osmanlı, ya da daha uyumlu olacak bir şekilde Doğu) ister. Ancak Halit Ayarcı kesin bir şekilde “Doğru, ya bütün olur, ya hiç olmaz. Dostum, sizin bahsettiğiniz sağlam kıymetler ancak bir lokma, bir hırka yaşamağa razı olanlar içindir. Sizin gibi her şeyi ve hepsini birden isteyenler için değil! Bütün ve halis şahsiyet her şeyden evvel kendisiyle yetinmeyi icap ettirir.” diyerek Doğu ve Batı’nın kavuşmazlığını özetler (sf. 362). Bu doğru, mutlak bir doğru olarak yorumlanmamalı. Osmanlı, uzun süredir var olduğundan, onun düzeni, onun yorumu insanların “doğru”su, düsturu idi. Bu anlamda uzun bir Batılılık geçmişine sahip olamadan bu doğru (Doğu) hasreti bitmeyecektir. Sonra, Hayri İrdal o kadar da çok “doğru” istemediğini -insan doğası gereği- söylediğinde ise Halit Ayarcı büsbütün sinirlenir: “Demek pazarlığa geliyorsunuz! Ama bu iş, pazarlığa gelmez! Bu masa da biri de, bini de kazanan hep aynı şeylerin üzerinde ve sonuna kadar kaybetmek üzere oynar! Kazanç belki tesadüf olabilir, fakat kaybettiğimiz şey tam ve katidir. Oyuna girdiğiniz anda onu kaybettiniz demektir. Fazilet pazarlık götürür mesele değildir. Onun içindir ki eskiler insan tabiatını olduğu gibi kabul ederek söze başlarlardı. Hani şu: Cümlenin malumudur ki tabiat-ı beşeriyye…” (sf. 362). Şundan biraz, şundan biraz deyip çatışan değerlerden sentez oluşturma çabası özünde ziyandan başka bir şeyle sonuçlanamaz. “Doğru” ve aciz Doğu, “yanlış” ve güçlü Batı’nın sentezinden oluşacak bir Türkiye, “tesadüfi” kazançlara sahip olsa da mutlak kayıpların da merkezi olacaktır. Bu diyalog elbette yüzeyinde bunlardan bahsetmemektedir; ancak Hayri İrdal’ın geçmiş hasretini Osmanlı hasretiyle yorumlamanın romana derinlik kattığını düşünüyorum. Romanda Hayri İrdal çok daha iyi yerlere gelse de, (Türkiye’nin kalkınması) geçmişe hasret baki kalıyor (kültürel ve dinsel yozlaşı, aidiyetsizlik, kimlik bunalımı sebeplerinden). Bu anlamda Hayri İrdal’ın içine düştüğü bu durum da hangisinin bireysel çapta çok daha değerli olduğunun ispatı. Romanın sonlarına doğru yeni ve şaheser nitelikte bir yeni enstitü kurulma kararı alınır. Bu enstitü binası radikal mimari özelliklere sahiptir (kitapta çok detaylı betimlemeler var ancak insanın kafasında böyle büyük bir yapıyı hayal etmesi kolay değil). Herkes bu radikal yapıyı çok beğenir. Sonra bu enstitüyle beraber çalışanların yaşayacağı bir site kurulma kararı da alınır. Bu sitenin de enstitünün sahip olacağı radikal özelliklere sahip olacağı açıklandığında ise sesler yükselir. İnsanlar sadece kullanışlı birer ev istemektedir; acayip bir mimari yapı değil. Bu tepki, Halit Ayarcı’nın durmak bilmeyen hevesini yerle bir eder. İnsanlar, enstitünün yaptığı “devrimlerden” kendilerine bulaşmadığı sürece hoşlanmaktadır; ancak ucu kendilerine dokunmaya kalkışınca (yaşam tarzına müdahale) sesler yükselir. İşte Halit Ayarcı burada devrimlerinin ne kadar başarısız olduğunu görür. İnsanlar hâlâ “doğru”larına saplanıp kalmışlardır ve devrimleri niteliği ne olursa olsun kabullenmek istememektedirler. Bu olaydan sonra Halit Ayarcı enstitüyle ilgilenmez olur, mutsuzlaşır. Onun enerjisinin yoksunluğuyla, şişirilmiş bir balon olan enstitü söner gider. Enstitünün lağvı kararıyla beraber birbirleriyle dost olan insanlar birbirine düşman kesilir. Böylece görülür ki enstitü sadece insanlara fayda sağladığı için sevilmiştir. İnsanlar enstitü etrafında toplanıp bir olurken refahları sayesinde dostluklar kurabilmişlerdir. Refah gidince insanların gerçek yüzü görünür ve etrafında toplandıkları o ideali sahiplenmedikleri için çözülürler. Bu bir anlamda birleştirici (dini ve/veya milli) temellerden uzaklaşan bir devletin refah macerasının sonudur. İnsan fayda gördüğü sürece memnun kalır; ancak bu faydalar yok olduğunda belki bastırılmış belki de öncesinde hiç olmayan öfke meydana çıkar. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okurken sürekli bariz bir Doğu-Batı çatışması görmeyi bekledim. Beklediğimi düşündüğüm şekilde bulamadım. Hatta romanda enstitü bile bir türlü kurulamadı. Bu bağlamda, Halit Ayarcı’nın söylediği şu cümle çok manidar gelmişti: “Hayır, dedi, anlamıyorsunuz ve anlamaya da çalışmıyorsunuz… Mamafih ehemmiyeti yok! Siz kitabı bitirin.” (sf. 303). Sürekli bir şeylerin ertelendiği hissinde okudum kitabı. Sonlarına yaklaştıkça anladım ki aslında her şey ortada ve yazarın amacı bir çatışmayı gürültüsüyle anlatmak değil. Çatışmalar gerçek; ama bunlar hep yansıtılmaya çalışıldığı gibi silahlı çatışmalar değil, duygusal ve düşünsel gelgitler; ki aidiyetsizlik sancısı da bundan. İçindeki tüm absürdlüğe rağmen duygusal ve düşünsel anlamda kesinlikle uçlara kaçmayan bir roman Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Vasat insanlar olan bizler için çatışmaların bütün gürültüsüyle dibimizde bitmediğini, bu çatışmaların çoğumuzda dönüşümsel ve “o kadar da” sert olmayan yansımaları olduğunu anlattığı için takdire şayan. Bu yüzden gerçek gibi, bu yüzden Hayri İrdal’ı anlıyoruz, bu yüzden anlattıklarına ikna oluyoruz. Okurken kıymetli, okuduktan sonra ayrı kıymetli. Dönüşümümüz, çaresizliğimiz, arada kalmışlığımız, özentiliğimiz, iş bitiriciliğimiz, hasretimiz, her şeyimiz burada. Bu roman bizim.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Saatleri Ayarlama EnstitüsüAhmet Hamdi Tanpınar · Dergah Yayınları · 202341,6bin okunma
··
79 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.