Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

464 syf.
9/10 puan verdi
Edebiyat dersinde postmodern edebiyat hakkında aklımda kalan temel şey yazarların artık her şey anlatıldı düşüncesiyle hareket etmesi idi. Bir kitapçıya gittiğinizde ve raflara baktığınızda-ve bunların dünyada yazılmış tüm kitapların sadece popüler olanlarının bir seçkisinden ibaret olduğunu düşündüğünüzde- galiba bu düşünce pek de yanlış değil. Bir süre sonra zaten evirip çevirdikçe hep aynı çatışmalar var aslında. Bir kitabın omurgasını aşk, cinayet, entrika gibi unsurlar oluşturuyor, çatışmalar bunun üzerine şekilleniyor. Sonuçta insanız ve yazdıklarımız hepimizde ortak olan duygulardan hareketle. Bunun getirdiği sorun ise şu: O zaman bir süre kitap okuduktan sonra kitap okumak bırakılmalı mıdır? Sonuçta artık göreceğiniz her şeyi görürsünüz doğru seçimler yapıp birbirinden farklı kitaplar okursanız. Kitapların temellerine bakarsanız da bu doğru. Bir süre sonra katil uşak çıkacağına bahçıvan çıkıyor sadece. Yüzyıllık Yalnızlık bunları düşündüren ama aynı zamanda da cevabını veren bir roman. Roman Latin Amerika’da hayali bir yer olan Macondo’da yaşayan Buendia ailesinin birkaç neslinin hikayesini anlatıyor. Yalnızlık diye bahsedilen de benim ilk düşündüğüm üzere bir karakterin yalnızlığı değil ama bir ailenin yalnızlığı (hatta bir ülkenin yalnızlığı da oralara henüz girmeyelim). Bu, kitabın ilk sayfasında verilen aile ağacından da yeterince görülüyor. Derste de bu kitaptan konuşurken hoca sürekli aynı vurguyu yaptı zaten: Aile ağaçları genelde genişler, ama bu ağaç bir türlü genişleyemiyor. Aile efradının yaptığı yanlış seçimler onların dışa açılmasını önlüyor, onları yalnız bırakıyor. Bu hikayelere tek tek baktığınızda aslında alışılmışın dışında bir şey yok: Gayrimeşru çocuklar, ensest ilişkiler, Batı’ya özenme, sınıf çatışması gibi bir sürü tanıdık sorunlar üzerine kurulu hikayeler var. Bu kitabın başarısı ise tüm bunları bir bütün içerisinde sunabilmek. Yazar, bunların hepsini beraber vererek aslında bizi sürekli az odağı olan romanların çiğ gerçekliğinden kurtarıp bize daha dünyalı bir roman sunuyor. Yazarın bunu yapmasının bir nedeni ise asıl anlatmak istediği şey: Tarih. Yüzyıllık Yalnızlık aslında bir ailenin değil, bir kıtanın tarih boyu yalnızlığını anlatıyor. Unutkanlık hastalığı sonrası ilkel çağlara dönen Macondo’yu adım adım tarihi evrelerden geçiriyor: Coğrafi Keşifler döneminde İspanyolların Latin Amerika’ya yerleşimi, sonra sanayileşme döneminde kurulmuş muz cumhuriyetleri, ülke içindeki liberal-muhafazakar çatışması, sosyalist hareketler, göç etmiş asil Avrupalılar ile yerel toplumun uyuşmazlığı, bir ailenin modernleşmeyle imtihanı, dinin bir kurum olarak toplum ve ailedeki etkileri… Uzaktan bakınca tüm bunların bir romana sığdığına hayret ediyor insan. Daha şaşırtıcı olanı ise tüm bu olaylar sürekli yalnızlık adlı aynı sonuca bağlanıyor. Márquez güzel ve yalnız ülkesini anlatıyor tabiri caizse. Yine de, önemli olan tüm bunları ulaşılabilir bir şekilde anlatmak. Kitabı ulaşılabilir kılan üç etmen var. Bunlardan birincisi yazarın üslubu. Olayların düz ve genelde süssüz bir anlatımı var, tüm kitabı yaşlı bir teyzenin dedikodusunu dinler gibi okuyabiliyorsunuz. Süs de ancak yaşlı bir teyzenin dedikodusundaki kadar, bir baharat işlevi görüyor. Bu yüzden aslında kitapta bir sürü “yüz kızartıcı” olay dönmesine rağmen çoğu vakit bunları beklediğinizden daha olağan karşılayabiliyorsunuz. İkincisi ise büyülü gerçekçilik. Sıradışı olayları gündelik hayatın parçasıymış gibi ele alan bu anlayışın zaten ustası kabul edilen Márquez, romanına bu kanaldan kahkahalar, abartılar ve en önemlisi fantastik bir yan ekliyor. Üçüncü etmen ise yerel bir etmen. Aslında Latin Amerika edebiyatından hele de kıtasının tarihini anlatan bir romandan bahsediyoruz; ama kitap hiç o kadar da uzak gelmiyor. Türkiye ile Latin Amerika’nın kabaca aynı süreçlerden geçtiğini düşünüyorsunuz: Ortada bu bu denebilecek bir şey yok ama her şey çok tanıdık. Sanki karakterlerin ismi değiştirilse Türk bir yazarın romanı olacak bu. Galiba en temel sebep Latin Amerika’nın da bizim de bir Batılılaşma sürecinden geçmiş olmamız. Aşağılık kompleksimiz yakınlaştırıyor bizi galiba. Veya belki de gelenekle modernin çatışması ortadaki yakınlığın sebebi. Macondo’nun köy-kasaba hali de evrensel bir tanıdıklığa sebep oluyordur belki. Bu şey her ne ise, diğer iki etmenle birlikte romanı okunur kılıyor, her olayda Türkiye’deki ile paralel kurdurtuyor. Tabii okunur kılmayan etmenler de var. Yazarın her nesilde aynı isimleri küçük değişikliklerle kullanması karakter bolluğunu da düşününce kafa karışıklığına sebep verebiliyor. Yazarın bunu yapmasında geçerli sebepler olsa da romana uzun bir aradan sonra kaldığınız yerden devam etmeye karar verirseniz bu başınızı ağrıtabiliyor. Aralıksız okusanız da aile ağacına dönüp dönüp bakacaksınız, emin olun. Bir yandan da romanın dili düz olsa da olay yoğunluğu sebebiyle roman çok ağırlaşabiliyor, bu konuda da azimli olmak lazım romanın sonunu görebilmek için. Yine de benim burada okunur-okunmaz tartışmam pek de faydalı değil: Ödüllerle, nice övgülerle sarılıp sarmalanmış bir kitap bu sonuçta. Postmodern edebiyatın savunduğu, dünyadaki her şeyin çeşitli kitaplar aracılığıyla anlatıldığı iddiasını kabul edersek, Yüzyıllık Yalnızlık’ı her şeyin anlatıldığı tek kitap olarak tanımlayabiliriz. Bize bir resimdeki ağaç, kuş, nehir, şiirle de romanla da denemeyle de anlatıldı. Ancak bize o resmin tamamı hiçbir zaman gösterilmedi. Ve tahmin edersiniz ki o resmin tamamını görmek bambaşka bir deneyim ve aslında tamam olan tek deneyim. Yüzyıllık Yalnızlık’ı özel yapan da bu: Bize büyük resmi gösteriyor. Bu çok değerli, çünkü aslında kendi hayatlarımız o resimdeki kuş ya da ağaç en fazla. Bu roman, kendinizden dışarı çıkıp hayata, topluma, tarihe ve kendinize uzaydan bakma fırsatı.
Yüzyıllık Yalnızlık
Yüzyıllık YalnızlıkGabriel Garcia Marquez · Can Yayınları · 202036,6bin okunma
·
15 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.