Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

132 syf.
8/10 puan verdi
Edebiyat dergileri takip etmenin çeşitli faydaları var: Edebiyat gündeminden haberdar olmak, yeni kitaplar tanımak, henüz kitap çıkarmamış ama nitelikli eserler veren yazarları okumak, umut vaat eden ama kusurlu ilk denemelerle eleştirel bakışınızı geliştirmek bunlar arasında sayılabilir. Ancak birkaç edebiyat dergisi takip etmeye kalktığınızda, kendinizi bir anda kitap okuyacak vakit bulamaz hâlde bulabiliyorsunuz. Üstüne üstlük edebiyat dergileri tabiri caizse “mutfak” oldukları için, kitaplar kadar doyurucu olmayabiliyorlar. Ama mutfak olmadan yemek pişmeyeceği de muhakkak. Dergilerin beni nitelikli okumalardan uzaklaştırdığı düşüncesi içimde yer ederken, bir öyküden diğerine adeta bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyormuşçasına atlarken Emin Gürdamur’un Atları Uçuruma Sürmek hikâyesine çarptım. Tabiri caizse çarptım demiyorum; çünkü hakikaten bu hikâyenin uyandırdığı etkiyi başka bir şekilde açıklamak mümkün değil. “Korkma. Bu balçıktan günler hiç bitmeyecek. Dinmeyecek bu melun acı. Bir zıpkın saplanmayacak göğsüne, bir huzme saplanmayacak. Herkes kendi sesiyle yaşayıp ölecek.” diye başlıyor Gürdamur göğe ithaf ettiği hikâyesine. Anlatım sizi öyle içine çekiyor ki, yazarın yer yer epik, yer yer lirik, yer yer de arabesk ifadelerinden hareketle, tabiri caizse büyük oynamasını itici bulamıyorsunuz. Oysaki bulmak pekâlâ mümkün. Yazar, Atları Uçuruma Sürmek hikâyesi ile öylesine zor bir yolda ilerliyor ki, düşünülmeden eklenmiş bir kelime ya da yanlış yerleştirilmiş bir noktalama işareti, o cesur ve insanın iliklerine işleyen hikâyeyi bir anda demagojiye çevirebilir. Hatta bu hikâyeye uzaktan bakacak olsanız, bu şekilde düşünmeniz olası. Ama yazarın dil konusundaki yetkinliği -bunun altını çizmek gerek-, kelime seçimindeki hassasiyeti, imgesel zenginliği ve tüm bu coşkun edebiyat çağlayanının altında derinden akan asıl hikâyenin tüm o çağlayanı bir istikamete kavuşturması bu hikâyeyi müstesna kılıyor; o edebiyat dergilerindeki tozlanmış hikâyelerden ve kusurlu ilk adımlardan kolaylıkla sıyırıyor. O kadar sıyırıyor ki, ben daha önce yazarın ismine pek dikkat etmeden başka hikâyelerini de okuduğumu sonradan fark ediyorum. Yazarın bir hikâyesi hakkında bir paragraf dolusu yazınca bu yazının sonu gelmeyecek gibi görünebilir; ama Atları Uçuruma Sürmek isimli kitabın özünün çoğunu da aynı isimli hikâyede görmek mümkün. Çoğunu diyorum çünkü yazarın Atları Uçuruma Sürmek’in izinden ilerleyen hikâye grubunun yanında bir de bu gruba olabildiğince uzak bir hikâye grubu daha var. Hatta bu gruptan bir hikâyeyi (Kahverengi Zarf), kitabın ikinci hikâyesi olarak okuyoruz. Diğer hikâyelerde örtülü bir şekilde anlatılan asıl hikâye, bu grup hikâyelerde ön planda; yani alışkın olduğumuz hikâye tarzında da diyebiliriz. Kahverengi Zarf her ne kadar kendi başına gayet güzel bir hikâye olsa da, Atları Uçuruma Sürmek’ten o kadar uzakta duruyor ki, kitabın bütünlüğü açısından ikinci hikâye olarak yerleştirilmesi akışı bozuyor ve hikâyenin değerini düşürüyor. Atları Uçuruma Sürmek hikâyesi ardından yine bu hikâyenin izinden giden ama daha sakin ve sınırlı olan hikâyeler araya alınarak (mesela Karanlık, Yeşil Perdeler veya Kiraz Çiçekleri) daha yumuşak bir geçiş sağlanabilirdi. Üstüne üstlük Kahverengi Zarf’tan sonra tekrar Atları Uçuruma Sürmek çizgisinde diyebileceğimiz Güneşin Öbür Batışı hikâyesine geçiş de Kahverengi Zarf’ın yerleşimini iyice sorunlu hâle getiriyor. Hikâyelerin yerleşiminin ne önemi var, önemli olan hikâyelerin kendileri de diyebilirsiniz ve haklısınız da; ama kitabın başında okura verilecek izlenimin çok önemli olduğunu düşündüğüm için bu noktayı belirtmek istedim. Kahverengi Zarf’ın hakkını yemiş gibi görünsek de, yazarın bu ve bu tarzdaki daha olay odaklı hikâyelerinin (Serander Kuşları, Allah’ın Yazıları, Yüzleşme, Zehirli Yağmur, Kızılağaç Yaprağı) diğer grup hikâyelerin kimi zaman fazla muğlak ve fazla karanlık atmosferinden bir nebze uzaklaştırıp ferahlattığını belirtmek gerek. Sanırım bu hikâyelerin çoğunun yazarın kendi hayatından aktarımlar olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu grup hikâyeleri benzerlerinden ayıran en önemli özelliğin yazarın dil konusundaki yetkinliği -yine altını çizelim- olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple yazar pek sıradan bir olayı konu edinse dahi doyurucu bir okuma yapmış oluyorsunuz. Hikâyeler, doyuruculuğu sebebiyle tekrar okumalara çok açık. Peki ilk grup dediğimiz gruptaki diğer hikâyeler nasıl? Hepsinin Atları Uçuruma Sürmek’in gölgesinde kaldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ama bu onların kötü olduğu anlamına gelmiyor. Öncelikle, yazarın bu hikâyelerde iyice frene bastığını söyleyebiliriz. Atları Uçuruma Sürmek’in belki de en ayırıcı özelliği olan o coşkun anlatım, diğer hikâyelerin hiçbirinde yok. Yazar, bu durgun sularda karakterleri daha derinlikle anlatabiliyor; ama hikâyelerdeki karamsar hava muğlaklıkla birleşince bu hikâyeler birbirine karışıp bir yumak haline geliyor. Kitabı okuduktan sonra bu hikâyelerin, her ne kadar okurken her birini ayrı ayrı beğensem de, neredeyse yarısı aklımda kalmadı (Güneşin Öbür Batışı, Karanlık, Kiraz Çiçekleri, Vaveyla, Boşluk aklımda kalanlar). Aslında bu kusur, bir bakıma da bana ait; zira bazı hikâyelerin kalıcılığının daha sağlam bir okuma gerektirdiği de aşikâr. Öte yandan bu eksiklik, yazarın anlatımını geliştirebilmesi için bundan sonra nereye gitmesi gerektiğine karar vereceği bir başlangıç noktası olarak görülebilir: Yazarın Atları Uçuruma Sürmek tarzında daha fazla hikâye yazması iyi olacak olsa da, bir yandan da yazarın tekrara düşmesi riskini barındırıyor. İkinci grup tarzda hikâyelerle devam edildiği takdirde ise yazarın ilk grup hikâyelerindeki ayırıcı özelliklerin sönüp gitmesi söz konusu. Yazarın bu iki gruptan bir sentez çıkarabilmesi, bu iki grup arasındaki farklılıkları uzlaştırmanın ve ilerlemenin en mümkün ama aynı zamanda da en zor yolu gibi görünüyor. Atları Uçuruma Sürmek neredeyse mükemmel bir ilk kitap. Kitabı ilk okuduğum zaman bir değerlendirme yazısı yazacak olsaydım yukarıda bahsettiğim sıkıntılardan belki de bahsetmeyecektim bile (Ama her ne kadar bu yazının anca sonunda bahsediyor olsam da, kötü kapak tasarımından bahsederdim. Kesinlikle kitaptaki hikâyelerin niteliğiyle örtüşmeyen, fazlasıyla sıradan bir çalışma olmuş.). Yazarın dildeki yetkinliği özellikle de dergiler arasındaki hikâyelerle beraber değerlendirince kendini iyice belli ediyor. İmgesel zenginlik yetkin dille buluşunca ve insanın anlatacak bir derdi olunca, “Bu dikiş tutmaz sözler, bu palan pandıras özür, bu akıl almaz konuşma hiçbir şeye şifa olmayacak. İnsandan insana giden yol yok madem, kaldır başını, kaldır ki her şeyi bir dudak büküşe sığdıran dişil bilgelik tacında ışıldasın. Herkesin içine düştüğü, bize gelince gözlerini yuman kuyuları kim bu acımasız tesadüflerle doldurduysa masanın hesabını da o ödesin. Hiçbir yere gitmeyelim biz.” dese bile yazar ta kitabın en başında, anlatmadan duramıyor. Şifa bulmasak da, dert paylaşmanın güzelliği değil mi zaten bize yazdıran?
Atları Uçuruma Sürmek
Atları Uçuruma SürmekEmin Gürdamur · Hece Yayınları · 2017206 okunma
··
134 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.