Gönderi

Eşref, Paşa’ya hâlihazırda yolda olduğunu ve şu andan itibaren gizliliği korumak için kimseyle görüşmeyeceğini yazdı. Bir kereliğine de olsa, telgraf hatlarının erişimi dışında kalacağına muhtemelen memnundu. Artık geri dönüş yoktu. Bir sonraki gün, bölgedeki son Osmanlı ileri karakolu olan Ebu el-Naam’ı terk edip çöle doğru ilerlediler. Kaledeki subay, kentin dışına kadar onlara refakat etmesi için bir hecinsüvar birliği görevlendirdi. Yola çıkmak üzerelerken Şerif Hüseyin’e bağlı kuvvetlerin Medine’ye doğru ilerlediği haberi geldi. İleri karakolun başındaki subay şöyle söyledi: “İnşallah deruhte ettiğin işte muvaffak olursun, yoksa elimde olsa seni çeviririm.” Bu, neredeyse Eşref ’in o gece göreceği rüya kadar uğursuz bir işaretti. Hayber yönünde, kervandaki develer için çok dik olan bir araziyle karşılaştıkları bir günlük meşakkatli ilerleyişin ardından, adamların develerdeki yükleri indirip onları sarp yoldan sürüklemek zorunda kaldıkları “zor bir operasyon” icra ettiler. Osmanlı kuvvetlerinin, kendisine egzotik bir marifet gibi gelen bu işi başarmalarının ardından, grubun Bedevi rehberi Eşref ’e, “Hak Allah antum afârît: Allah hakkı için siz şeytansınız,” diyerek hayretini ifade etmişti. Geceyi, arkalarını emniyete alan bir tepeye sığınarak geçirdiler. Eşref, sürpriz bir taarruza karşı tedbir olması maksadıyla makineli tüfeğin tepenin zirvesine kurulmasını emretti. Böylelikle onun koruması altında uyuyabileceklerdi. Fakat Eşref kesik kesik, rahatsız bir uyku uyudu. 12 Ocak 1917 günü, şafağın sökmesine iki saat kala nihayet uyandı ve gördüğü nahoş fakat muğlak rüya hakkında düşündü. Hâlâ uyumakta olan adamlarına baktı. Onların kaderini, onlara ve görevine karşı sorumluluklarını düşündü. “Memleketlerinde evlâd ü iyâllarını bırakarak bir hizmet-i vataniye ifası için peşime katılıp bir zaman Hazret’i Ali’ye meydan-ı harp olan Hayber’in şu ıssız çöllerine kadar gelmiş olan biçarelerin her birisi bir tarafta yatıyor. Kim bilir onlar da ne gibi bir rüyanın tesiri altında bulunarak mesrur veyahut mahzun oluyorlardı. Bunlara baktıkça şu manzara kalbime daha ziyade dokunuyor ve bir hiss-i kable’l vuku bu zavallıların son gecelerinin veda uykularını uyuduklarını bana ifham ettiriyordu.” Eşref ’in adamlarından birkaçı da geceyi onun gibi rahatsız geçirmişti. Eşref geleneksel rüya tabirlerine itimat etmediğini iddia ettiyse de, adamlarının inançları aksi yöndeydi. Adamlarından biri, geceleyin hissettiği bir seziden öylesine alt üst olmuştu ki, görev sırasında öleceğine kani oldu ve çocuklarını Eşref ’e emanet etti. Eyüp Berzenç isimli bir Çerkes süvari de gördüğü rüyalara aynı ölçüde inanmıştı. Rüyalar, bir muharebenin an meselesi olduğunu söylüyordu. O da çocuklarının bakım ve eğitimini Eşref ’e yükledi. Eşref de yüreğinde “bir huzursuzluk ve keder” hissetti, fakat adamlarının moralini yükseltmek için bunların zevzeklik olduğunu söyleyerek böyle konuşmalara son verdi. Zor bir görev yüklenmişlerdi. Yeterli suları yoktu ve [ateş yakmamak için ]düzgün bir yemek pişirmekten vazgeçmek durumunda kalmışlardı. Eşref adamlara yemek yerine çay ve peksimet verilmesini emretti. Makineli tüfek, bütün gece açıkta kaldığı için toz ve kumla kaplanmıştı ve sökülerek temizlenmesi icap ediyordu. Eşref Arap rehberin “yere çökmüş, çölün kumlarına parmağıyla garip işaretler çiziyor olduğunu” fark etti. Ne yaptığını sorduğunda, rehber, bulundukları yerden daha fazla ileri gitmeyeceğini, zira kumlarla istişare ettiğini ve onların burada durmaları gerektiğini söylediğini belirtti. Eşref öfkeden mosmor oldu. “Raml ile rüya ile yola gidenlerden değilim,” dedi. “Hurafet ile imrar-ı hayat devirleri çoktan geçmiştir; Allah ne yazdıysa o olur,” diye karşılık verdi ve rehbere yoluna devam etmesini söyledi. Sıcak yemek yememiş ve birçoğu düzgün bir uyku çekememiş olmasına rağmen, kervan kısa süre sonra yeniden yola koyulmuştu. Hedefleri Hayber vahasıydı. Bu şehir, Müslüman kuvvetlerin 629 yılında Hayber’in Yahudi sakinlerini bozguna uğrattıkları muharebeye ev sahipliği yapmış olması nedeniyle, erken dönem İslam tarihinde ünlüydü. Müslümanlar neticede Yahudileri şehirden çıkarmış ve zengin hurma üretimini denetimleri altına almışlardı. Şehir bu hadisenin öncesinde Peygamber’in dedesinin kadın bir kâhinle istişare etmeye gittiği şehir olarak biliniyordu. Peygamber’in dedesi burada en küçük ve en sevdiği oğlunu, yani Peygamber’in babası olan Abdullah’ı kurban edip etmemesi hususunda bir kadın kâhinle istişare etmişti. Artık düşman topraklarında oldukları için Eşref “azami güvenlik önlemleri” alınmasını emretti. Morallerini bozmamak için bunun sadece bir tatbikat olarak yapıldığını, fakat bu bölgenin sık sık yerel kabilelerin baskın ve pusularına sahne olduğunu bildiğini söyledi. Yancılar ana kervanın iki tarafında mevzilenirken, o da öncü olarak yola koyuldu. İçinden geçmekte oldukları vadinin örtüsünden pek yakında çıkacaklardı. Eşref, kendisi ve keşifçilerinin önlerindeki araziyi inceleyebilmeleri için atların arkadan getirilmesini emretti. Fakat Bedevi keşifçilerden biri az sonra aniden hareketsiz kalıp onlara da durmalarını işaret etti. Hızla Eşref ’e doğru gelip, uzakta bir kervan gördüğünü söyledi. Söylediğine göre bu, içindeki adamların “çekirge sürüsü” gibi göründüğü devasa bir kervandı. Eşref makineli tüfek ve bütün hecinsüvarların ileri getirilmesini istedi. Bir tepeciğe tırmandı ve bu büyük kuvvetin 1,5 kilometre mesafede olduğunu gördü. Güneyden kuzeye doğru ilerliyorlardı. Gevşek intikal düzenlerinden anlaşıldığı kadarıyla, batıdan doğuya ilerleyen ve dolayısıyla çarpışma rotasında olan Osmanlı kuvvetini fark etmemişlerdi. Söz konusu kuvvetin kimliği ve kime bağlı olduğu belirsizdi. Şerif Hüseyin’den yana da olabilirlerdi Osmanlılardan yana da. Eşref kervanını kayalıkların ardına gizledi. Arazinin kıvrımları arasında hep birlikte yüz üstü uzandılar. Şansları yaver gitmedi. Bedevilerden ikisi ana gruptan ayrılıp Eyüp Berzenç ve on adamının Eşref ’in sağ kanadında mevzilenmiş olduğu tepeye doğru ilerledi. Eşref, yerlerini ele vermemek için kuvvetlerine kesinlikle gerekmediği sürece ateş açmama emri vermişti. Eyüp Bey’in adamları, kendileriyle karşılaşan iki gözcüden birini ateş açmadan ele geçirdiler, diğer gözcü ise kaçmayı başardı. Ele geçirilen süvari, taşıdığı İngiliz tüfeğiyle birlikte Eşref ’in önüne getirildi. Karşılarındakiler şüphesiz düşman tarafındalardı ve İngilizler onları iyi donatmıştı. Kaçmayı başaran süvarinin az sonra ana gruba haber salacak olmasından dolayı, Eşref o noktaya kadar gözettiği tedbir hâlini bir kenara bıraktı. Kervan hakkında mümkün olduğunca bilgi alıp rapor vermesi için bir keşifçi gönderdi. Yerel rehberler büyük kuvvetin kimden yana olduğu konusunda ihtilafa düştülerse de Eşref bunların “Arap İsyanı”nın bir parçası olduklarını biliyordu. Düşman kuvvetinin hacmi ve yakınlığı, kendisinin çok daha küçük olan grubunun kazayla ifşa olmasıyla birleşince, Eşref ’in midesine kramplar girmeye başladı. Düşmanın ana kuvveti, araştırma yapmak için 2.000 kişilik bir kuvvet göndermek adına az sonra durunca herşey aşikâr oldu. Rüyalarında adamlarına malum olan muharebenin artık eli kulağındaydı. Mekkeli süvari kuvveti, yaklaşık 1 kilometre kadar ötedeyken taarruza geçti. 2.000 hecin ve binicileri Osmanlı sefer kuvvetinin üstüne yağdı. Eşref, kuvvetini üç küçük müfreze şeklinde teşkilatlandırmıştı. Arkalarındaki derin vadide saklı olan ana kervanı korumak üzere Eşref merkezde, on kişilik birimiyle Çallı Hüseyin sol kanatta ve Eyüp Berzenç’in on adamı ileride ve sağ kanattaydı. Şerif Hüseyin’in süvarileri 700 metrelik menzile girdiklerinde Eşref makineli tüfek takımına derhal ateş açmalarını emretti. Fakat tam o anda Eşref bir başka taarruz grubunu fark etti. Bunlar atlı süvarilerden oluşuyor ve sol taraftan Osmanlıların merkezine doğru ilerliyorlardı. Çallı Hüseyin’in adamları bu taarruz grubuna ateş açmadılar; geçmelerine izin verip, sonrasında arkalarından ateş açmayı düşünmüşlerdi. Fakat arazi makineli tüfeğin ateş sahasını kısıtlayarak, süvarilerin herhangi bir engelle karşılaşmadan ilerlemesine olanak sundu. Makineli tüfeğin pozisyonunu değiştirmek için artık çok geçti; Eşref ve dört adamı, hücum etmekte olan süvarilere doğrudan ateş açabilecekleri, açıktaki bir tümseğe çıktılar. Az sonra Çallı Hüseyin’in müfrezesi de ateşe başladı. Yoğun ateş, hücum etmekte olan Araplar arasında kargaşaya neden oldu. Çallı Hüseyin’in adamlarından birinin attığı bir tüfek bombasıyla kargaşa paniğe dönüştü. Hücum eden grup dağılmış, fakat farkında olmaksızın Osmanlıların ricat hattını iyice tıkayan bir bölgeye çekilmişti. Osmanlı kuvveti tam da yarattığı kaostan istifade edecekken makineli tüfek tutukluk yaptı ve bu da Arap kuvvetlerine geri çekilme, yeniden düzen alma ve cephe taarruzlarını yenileme imkânı tanıdı. Taarruz grubunun ikinci denemesi daha ihtiyatlı oldu; makineli tüfek tamir edilip yeniden ateşe başladığında Arap süvariler akıllılık ederek durdular ve böylece Osmanlı makineli tüfeğini belirleyici bir rol oynamaktan mahrum bıraktılar. Bu esnada Şerif Hüseyin’e bağlı kuvvetlerin ana gücü Osmanlıların etrafını çevirmek üzere yeniden düzen almıştı. Osmanlıları kanatlarından çevirmek için geniş bir manevraya başlamalarıyla, Eşref böyle üstün bir kuvvet karşısında hayatta kalmak adına tek şanslarının etrafları çevrilmeden evvel kaçmak olduğunu fark etti. Fakat kaçış güzergâhları tıkanmıştı. Eşref ve yaveri, ilerideki mevzilerinden ayrılarak, ana kervanın ricatını idare etmek üzere geri döndüler. Artık kendilerine 300-400 metre kadar yaklaşmış olan Mekkeli süvarilerden müteşekkil bir grubun hafif silahlarıyla icra ettiği bir yaylım ateşinin altında kalmışlardı. Nihayet ana kervana ulaşan Eşref, gelirken kullandıkları ve şimdi önü kesilmiş olan vadiyi es geçip paralel bir vadi üzerinden geri çekilmeleri talimatını verdi. Taşıdıkları paranın vadiye gömülmesini emrederek, düzenli bir geri çekilme için plan yapmaya başladı. İlk önce Eyüp Berzenç’in grubunun çekilmesini ve ardından Çallı Hüseyin ve makineli tüfek müfrezesi ricat ederken Berzenç grubunun onları korumasını istedi. Bu sırada düşman, çemberi daraltıyordu. Eşref ’in yaveri hızla gelip, geri çekilmeyi umdukları vadinin 500 metreden sonra çıkmaz yola dönüştüğünü bildirdi. Adamlar ana kervanı korumak üzere tepe hattındaki mevkilere tırmanırken, Eşref develerin geçitte çömeltilmelerini emretti. Makineli tüfeği adamlarının geri kalanıyla birlikte bu geçide çekebilmeyi umuyordu. Böylelikle burada bir savunma mevzii oluşturacak ve daralmakta olan kıskaçtan kurtulmaya teşebbüs edecekleri gecenin karanlığı çökene kadar dayanmayı umacaklardı. Düşman, makineli tüfek takımının geri çekilmeye başlamasıyla birlikte, saldırısının şiddetini artırdı. Eşref ’in “şehitler” olarak andığı birkaç kayba karşın takım, içlerinden birinin meydan okurcasına “Hayber kalesi” olarak adlandırdığı daha dar olan savunma mevziine çekilmeyi başardı. Şimdi bir başka yaylım ateşi, düşmanın bir başka hücumunu haber veriyordu. Bu hücum, tüfek ve bombaların kullanıldığı bir çapraz ateşle Osmanlıların mevziine sadece 50 metre kala durduruldu. Şerif Hüseyin’in kuvvetleri yaklaşmaktaydı. Eşref ’in sözleriyle, “100’e karşı 1 oynanan bir futbol maçını” andırana kadar, mevziinin sağ ve ön taraflarındaki çarpışma dişe diş, süngüye süngü ve hançere karşı hançerle sürdü. Zaman hızla geçti. Muharebe sabah başlamış ve vakit çoktan öğleden sonrayı bulmuştu. Eşref ve adamları tükenmişliğin adım adım kendilerini sarmaya başladığını hissedebiliyorlardı. Hareketsizleşmeye, ayaklarının üstünde duramayacak kadar yalpalamaya başladılar. Neredeyse her biri o veya bu şekilde yaralanmıştı artık. Eşref makineli tüfeğin namlusunu yakaladı ve adamlarından birinin yardımıyla onu daha yüksek bir yere kaldırmaya çalıştı. Fakat tepe Bedeviler tarafından süratle ele geçirildi. Artık herkes kendi başının çaresine bakmak zorundaydı. Eşref, solundaki Çallı Hüseyin ve sağındaki Eyüp Berzenç istikâmetlerinden artık herhangi bir direniş emaresi işitmiyordu. Durum son derece boğucuydu. Yalnızca adamlarının teslim olmadan ölmüş olmalarıyla bir nebze gurur duyabilirdi. İçlerinden sadece birkaçı hâlâ hayattaydı. Bunlar da muharebe meydanı boyunca dağılmışlar, neresi müsaitse orada iki veya üç kişilik gruplar hâlinde direniyorlardı. Eşref, sonunda, hayatta kalan Osmanlı askerlerinden bir ya da ikisiyle birlikte bir yükseltiyi ele geçirmeyi başardı, fakat Arapların şiddetli saldırısı devam etmekteydi. Eşref, birden adamlarının birinin hâlâ çarpışmakta olduğunu fark etti. Bir kayanın arkasına siper almış, tüfeğini ateşliyor ve yaklaşan düşmana süngüsüyle saldırıyordu. Adam, bir anlık bir aralıkta Eşref ’i gördü ve destek ateşiyle onu korumayı vaat edip, atına binerek kaçması için ısrar etti. Diğer yandan bir başka adamı da aynı hususta ısrar ediyordu. “Aman beyim,” dedi, “bize ne olduysa oldu, Allah aşkına şu ata bin de bari sen kendini kurtar! Kendini şu heriflere yedirme!” Eşref, aşağıya bakıp atının nasıl olduysa hâlâ adamlarının biri tarafından tutulmakta olduğunu gördü. Tam o anda bir bağırtı duyuldu: “Beyim, hazineyi buldular.” Eşref yeniden aşağı baktı ve Bedevilerin gömülmüş paraya bir çekirge sürüsü gibi akın ettiklerini gördü. Osmanlı kuvvetinden geriye kalanlar Bedevi yığınına ateş açtı. “Attığımız kurşunların beheri bu insan yığını içinde birkaç adam delip geçtiği hâlde kimse buna aldırış etmiyor, cesetler birbiri üzerine yığıldığı hâlde bile bu ölüm fırtınası, yağmacıları katiyen işlerinden alıkoymayarak altın kapışmak hususundaki faaliyetlerine halel getirmiyordu.” Başka yerlerdeki görüntüler de aynı ölçüde gaddarcaydı. Eşref, adamlarından birinin karnının deşilmekte olduğunu duydu. Bir başkası bir mermiyle vuruldu ve kayalardan baş aşağı yuvarlanıp beş metre yüksekliten düşerek öldü. Eşref ve hâlâ çevresinde olanlar, 50 metre öteden adamın kafatasının açıldığını gördüler. Bir diğer yoldaşları o kadar tükenmişti ki tüfeğinin şarjörünü değiştiremiyordu. Gözleri bir yandan diğerine devrilirken ağzından köpükler çıkmaya başladı. Eşref yanına yaklaştığında adamın komutlara neden yanıt vermediğini anladı. Vücudu mermilerle deşilmişti ve gözleri kararmaktaydı. Bu kıyımın ortasında Eşref son bir çabaya teşebbüs etti. Adamlarına kayalık bir zirveyi almalarını ve oradan gelmekte olan Bedevileri ateş altına alabilecekleri bir mevzi oluşturmalarını emretti. Makineli tüfek takımından bir teğmen onlara katıldıysa da emri yerine getirmeye çalışırken vuruldu. Eşref silahı kaptı ve tepeden yukarı doğru ilerlemeye başladı. Fakat mühimmatının ve makineli tüfeğin sabitleneceği üçlü ayağın kayıp olduğunu fark etti. Onları taşımakla yükümlü olanlar ya ölmüşlerdi ya da kayıplardı. Vaziyetin beyhudeliğini fark eden Eşref, silahın imha edilip gömülmesini emretti. Ümidini gittikçe yitiren Eşref, etrafındaki birkaç adamla birlikte bir keçi yolundan ilerlemeye çalıştıysa da grup bir kez daha ağır ateş altında kaldı. Eşref ’in arkasındaki adamlardan biri vuruldu. Bir başka adamı yerde kıvranıyor, ötekiler ise onun yarasını sarmaya çalışıyordu. Geriye kalan iki yoldaşıyla birlikte ilerlemeye çalışan Eşref kasığında şiddetli bir acı hissetti ve yere yuvarlandı. Ve ilk sadme ile önüme düşen kurşun darbesiyle yerden kopan bir taşın husyelerime çarptığını sandım. Istırabım tesiriyle alıklaşmış idim. Bu kendi mahalline mahsus acıyla nefesim kesildi, sunar ve bu sırada bazı detayları yanlış verir. Göğsüme bir şey bastı. Gözlerim karardı. Bir müddet etrafımı görmedim. Hafif bir baygınlık geçiriyordum. Ayıldığında kulakları çınlıyordu. Böbrek ve kasığındaki acı nedeniyle kusacak gibiydi. İlerleyebilmek için gücünü toplamaya çalıştı, fakat yağmacılara ateş açarak, sadece, sönmeye yüz tutmuş muharebeyi yeniden alevlendirdi. Nihayet çarpışma yeniden dindiğinde vakit artık neredeyse gün batımıydı. Eşref ilerlemeye çalışırken yeniden vuruldu ve kaçmak için kendini yeniden zorladı. Sonunda bir tepeye ulaşmayı başardı, fakat bir kez daha vuruldu ve yere düştü. Düşünceleri karısına, çocuğuna ve ailesine kaydı. Astı İzzet onu bir kayanın arkasına çekti. Eşref hâlâ düşmana ateş etmeye çabalıyordu. Mekkeli bir Şerif başına dikilerek kendisini teslim olmaya ikna etmeye çalıştı.Böylelikle hayatı bağışlanacaktı. Eşref ’in “kaç” emrine rağmen Şerif ısrarcı oldu ve iki adam el sıkıştı. İzzet revolverini Şerif ’in kafasına doğrultarak adamın beynini patlatmayı teklif ettiyse de Eşref, bu tokalaşmanın daha fazla mücadele etmeden teslim olma anlamına geldiğini söyleyerek revolveri indirdi. Muharebe sona ermişti. Artık yapılabilecek tek şey ölü ve yaralıları bulmak için muharebe alanını incelemekti. Bedeviler, ölülerden birçoğunu çırılçıplak soymuştu. Eşref ve geride kalanlar çok üzgündü. Eşref ’in yarasının acısı aniden bedenini sardı ve uzanmak zorunda kaldı. Adamlarından biri yeri temizleyerek yaralı bacağını sardı. Yerde uzanan Eşref, bir muharebe raporu yazmaya niyetlendi; fakat kalemini muharebe sırasında kaybettiğini fark edince İzzet’e sözlü bir beyan verdi ve bunu orada bulunan Osmanlı kuvvetlerine aktarması için İzzet’in Ebu el-Naam’a dönmesini emretti. Sonunda Eşref, isyana bağlı güçler tarafından olaysız bir biçimde gözaltına alındı. Muharebe sırasında toprağa düşen askerlerine içli bir dua okumasına müsaade edilmesinin ardından, deveyle Emir Abdullah’ın çadırına götürüldü. Orada yere yatırıldı, bir doktor tarafından muayene edildi ve kendisine biraz yiyecek verildi. Saygılı bir muamele gördüyse de, neden bir Arap ülkesinde çarpışma zahmetine girdiği ve bunu neden İttihat ve Terakki Cemiyeti adına yaptığına ilişkin sorgulandı. Kuşların Şeyhi olarak bilindiği zamanlardan, yani eski rejim döneminde Arabistan’da geçirdiği yıllardan tanıdık bazı yüzler gördü. Ertesi gün Eşref ve küçük müfrezesi, muharebenin ardından onlarla ilgilenen doktorun da eşliğinde yoldaydı. Devesinin sarsak adımları yaralarının acısını şiddetlendiriyordu. Ais Vadisi isimli bir yere ilerlemektelerdi. “Arap İsyanı”na bağlı güçler için Eşref ’in ele geçirilmesi bir kutlama sebebiydi.
·
95 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.