Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Aziz Ali Mısrî'ye hakkımı helâl etmiyorum!
Bana öyle geliyor ki, bizim memleketimizde, hatta Türklerin en münevver geçinenleri arasında bile, Arap meselesinin mahiyeti ile onu idare edenlerin emellerinin ne olduğunu bilen pek az kimseler vardır. Ben bu meseleden, 4. Ordu kumandanlığına ait hatıralarımı yazarken uzun uzadıya bahsedeceğim için burada bu işin yalnız İstanbul muhafızlığım zamanında uğraştığım kısımlarını kısaca belirtmekle yetineceğim. Birçok sebep ve etkenler tesiriyle güya memleketlerinde ıslahat isteyen Araplar, Kâmil Paşa kabinesi zamanında Vali Ethem Beyin hususi müsaadesiyle Beyrut’ta bir milli kongre toplamışlar ve Suriye ile Arabistan vilayetlerine girmesini istedikleri ıslahat maddelerini tespit etmiş ve hükümete iletmişlerdi. Mahmud Şevket Paşa kabinesinin iktidar mevkiine çıkması ile vilayet makamında husule gelen değişiklik üzerine hükümet, Milli Meclisi, kanunsuzluğunu ileri sürerek dağıttı ve vilayetlerin idaresi için hususi kanunlar tanziminin, Mebuslar Meclisinin yetkileri arasında olduğunu ifade ederek Beyrut Kongresinin tespit ettiği esasları dikkate bile almayacağını ilan etti. Suriye ve Beyrut’ta Arap istiklali çığırtkanları o kadar çoğalmış ve hükümet o kadar zayıflamıştı ki, Beyrut’ta bazı küstahlar sokak köpeklerinin boynuna vilayet valisinin ismi olan “Ebubekir Hâzım” levhasını asacak kadar cüret gösteriyorlar; Şam’da Şükrü el Asli ve Muhammed Kürt Ali, Vali Mardinî Arif Beyin yanına korkmadan çıkarak, Arapça yazılmış bir istidayı anlamadığı için Türkçesinin ilavesiyle getirilmesini söylemek cüretinde bulunmuş olan vilayet mektupçusunun hemen Suriye dışına def edilmesini talep etmek gibi taşkınlıklardan çekinmiyorlardı. Bütün Suriye gazeteleri, Osmanlı hükümeti hakkında en şiddetli hücumlarda bulunmaktan sakınmıyor ve sütunlarını bilhassa Türk unsuru aleyhinde küfürlerle dolduruyorlardı. Trablusşamlı Şeyh Reşid Rıza, Mısır’da yayımladığı “El Nar” mecmuasında İttihat ve Terakki erkânı ve umumiyetle Türk unsuru hakkında öyle şiddetli bir tecavüz lisanı kullanıyordu ki, onları okuyup da Türk aleyhtarı olmamak imkânsızdı. Hükümet Balkan Harbiyle meşgul olduğu sırada Gelibolu Yarımadasında bulunan bir Arap fırkasının (tümeninin) zabitleri, vazifelerini namus ve haysiyet dairesinde icra edeceklerine, güya Arap vatanperverlerinin İstanbul’da siyaseten yapacakları baskı girişimlerinin dayanağı olduklarını gösterecek tavırlar takınmaktan geri durmuyorlardı. Daha sonra, Beyrut’ta hükümetin yasaklamasına rağmen toplamak istedikleri umumi Arap kongresinin, hükümet tarafından gerçekten kesinlikle yasaklanacağını ve girişimcileri hakkında kanuni takibatta bulunulacağını anlayınca, Fransa hükümetinin onayı, hatta hususi davetiyle kongreyi Paris’te toplamaya karar verdiler ve bütün Arap diyarlarına davetnameler yazarak, bu kongreye üye göndermelerini talep ettiler. Girişimçilerin başında, o zaman Hama mebusu olan Abdülhamid Zohravi Efendi ile Beyrut’ta çıkan “El Hakikat” gazetesi sahibi Abdülgani Elaris ve “El Münte- dü’l-Edeb” reisi Abdülkerim el Halil bulunuyorlardı. Kongrenin Fransa hükümetinin himayesi ve dostluğu altında olması, meselenin şekil ve mahiyetini tamamen değiştiriyor ve adeta Fransızların Suriye’ye fiilen müdahalelerine yol açacak bir sonuca ulaşacağı izlenimini veriyordu. Ben o sırada, bu Arap işleriyle pek az meşgul oluyor ve yalnız Türk ve Arap iki büyük İslam unsuru arasında ecnebilerin teşvik ve kışkırtmasıyla bir anlaşmazlık ortaya çıkmasına meydan verilmemesini, vatanseverliklerine güvenilebilecek bazı Arap ileri gelenlerinin oy ve görüşlerine müracaatla, Arab'ın umumi İslam menfaatlarını tehlikeye koymayacak tarzdaki hususi milli emellerinin neden ibaret olduğunun anlaşılmasını ve onları tatmin edecek düzenlemelere yönelme kararlarının alınmasını arzu ediyordum. Teşekkürle anılmalı ki, hükümetçe de aynı görüş tercih olunmuş ve Paris Kongresini toplamış olan Arap ileri gelenleriyle görüşmek ve onlarla bir anlaşma zemini bulmak üzere Midhat Şükrü Bey ve daha birkaç zat, Paris’e gönderilmişlerdir. Gerçekten de kongre toplandı. Ancak, Midhat Şükrü Bey ve arkadaşlarının Paris’e giderek İslam Araplarla görüşmeleri işin şeklini değiştirmeye yardım etmiş ve kongre, bazı güvenceleri ortaya koyduktan sonra dağılmıştı. Bir gün Talât Bey İstanbul Muhafızlığına gelerek cuma günü Şeyh Abdülaziz Çeviş’in Süleymaniye’deki evine davetli olduğumuzu, birlikte oraya gideceğimizi söyledi. Bu davetteki maksadın, Araplarla bir dostluk zemini bulmak üzere Arap gizli siyasi cemiyetinin reisi bulunan zatla görüşmek olduğunu ve ben esas itibarıyla bu dostluğun en hararetli isteklilerinden olduğum ve özellikle Bağdat valiliğim sırasında Arap meseleleri hakkında hayli ihtisas sahibi olduğumdan, bu görüşmelerde bulunmaklığımın hükümetçe kararlaştırıldığını da ilave etti. Belirli günde davete gittik. Çok geçmeden ufak yapılı, yirmi sekiz otuz yaşlarında esmer ve iri siyah gözlerinin ateşli parlaklığı fazla zeki olduğuna delalet eden, hal ve harekâtı fazla cüretkâr ve müteşebbis olduğunu gösteren bir zat da geldi. Arap gizli siyasi cemiyetinin murahhası sıfatıyla ve Abdülkerimü’l-Halil adıyla bize takdim olundu. Yemekten sonra müzakere başladı. Anlaşma maddeleri arasında en fazla ısrarla elde etmek istediği şeyin, bazı şahısların İstanbul’da önemli makamlara geçirilmesini temin etmek olduğunu görünce, bunların gözünde Arap ıslahatının, birkaç hırslı yükselme düşkününün şahsi emellerinin tatmin edilmesi demek olduğuna üzülerek karar verdim. Yine de mektepler yönetimi, Vilayet Hususi İdaresi Kanunu uyarınca kimi yerlerde ilköğretimin Arapça olması; mahkemelerde bazı muamelelerin Arapça cereyan etmesi, celp ve ihzar müzekkereleriyle ceza ve hukuk ilamlarının Arapça suretlerinin de eklenmesi; Ayan Meclisi, Devlet Şûrası ve Temyiz Mahkemesiyle Bâb-ı Meşihat’a (Şeyhülislamlık) bazı Arap ileri gelenlerinin tayin olunması tarzında bazı kararlar kaleme alındı. Bundan sonra bir kere de Beyoğlu’nda Kroker Otelinde Abdülkerimü’l-Halil ve Şeyh Abdülhamid Zohravi ile birleştik ve bu ön kararlar üzerine görüş alışverişinde bulunduk. Daha sonra hükümetin de uygun görüp onayladığı bu maddeler, bütünüyle devletçe tatbik ve icra olundu. Haince eğilimleri pek çok Araplar tarafından ihbar olunan Abdülhamid Zohravi Efendinin Ayan azalığına tayinini, Talât Bey bir türlü istemiyordu. Abdülkerimü’l-Halil birkaç defalar bana gelerek bu mesele hakkında Talât Bey nezdinde etkili teşebbüslerde bulunmaklığımı rica etmişti; sonunda emelleri de yerine geldi. Fakat Abdülhamid Efendinin yegâne arzusu Meşihat (Şeyhülislamlık) makamını işgal etmek olduğundan, Ayan azalığı bu emelini tatmine bir türlü kâfi gelmemişti. Abdülkerimü’l-Halil o andan itibaren mühim bir şahsiyet sırasına geçmiş ve Ella-Merkeziye hizbinin (partisinin, örgütünün) Suriye umumi müfettişi unvanını takınarak geri dönmüştü. Meclis-i Mebusan seçimi esnasında taraftarları, mebus olması için pek çok çaba harcamışsa da, Dahiliye Nazırı Talât Beyin karşı ve bilhassa bu işler için oldukça etkili tedbirleri sayesinde pek az muvaffak olmuş ve hükümetin ve daha doğrusu fırkanın (İttihat ve Terakki’nin) Arap vilayetleri adayları kazanmışlardı. Arap meselelerinden bahsederken bence pek mühim olan bir hadiseyi de zikretmekten kendimi alamıyorum. Enver Paşanın Harbiye nezareti ve benim Nafia nezaretim zamanında idi. Şöhret hırsı itibarıyla belki dünyada mevcut insanların hepsinden üstün bir ahlaka sahip olan Erkân-ı harbiye Binbaşısı Mısırlı Aziz Ali Bey, Arap anlaşması meselesinde kendisine bir yükselme hissesi çıkarılmamış olmasından ve Abdülkerimü’l-Halil ile Abdülhamid Zohravi’nin kendisininkinden üstün ün kazanmalarına kırılmış olarak, anlaşma maddelerinin Arap emellerini, katiyen tatmin etmeyeceğini ve Araplığın yegâne arzusunun içte müstakil bir idareye ve başlı başına bir orduya sahip olarak Türklerle ancak Avusturya-Macaristan’a benzer bir ikili hükümet şeklinde birleşmekten ibaret olduğunu ve fakat kendilerinin Macarlardan daha ileri giderek, Arap ordusu resmi lisanının da Arapça olmasını istediklerini ve bu milli maksat dururken bunun elde edilmesine çalışmayıp da kendilerine mevki ve şeref sağlamak emeliyle birtakım manasız ıslahat maddelerini kabule yanaşanların millet haini sayılacağını ve yakında en merhametsiz cezalara çarptırılacaklarını açıkça söylemeye teşebbüs edecek kadar cüret göstermişti. Gariptir ki, bu en hareketli Arap kahramanı, aslen Arap değildi. Aziz Ali Beyi, daha mektepten namzet (stajyer) yüzbaşı çıktığı zamandan beri tanırım. Sanırım 1320 (1904) tarihlerinde idi. Makedonya’nın Petroviç ve Osmaniye kazalarında Bulgar eşkıyası takibinde pek ziyade çalışmış ve hizmetler etmişti. Sonradan Yunan hududu cihetlerinde, Rum, Bulgar ve Arnavut eşkıyasıyla pek çok uğraşmış ve İttihat ve Terakki cemiyetine meşrutiyetten önce girerek beğenilen hizmetler görmüştü. 31 Mart 1325 (13 Nisan 1909) irtica hareketinin bastırılması için İstanbul’a gelen Hareket Ordusunun bir müfrezesine kumanda etmiş ve Galata Köprüsünün işgalinden sonra bu müfreze ile Tophane üzerine yürüyerek, Tophane Kışlasının asilerden temizlenmesi için büyük çaba harcamıştı. O zamana kadar bu zatta Arap tutkusu eğilimleri mevcut olduğunu bilmiyordum. Kendisini ne zaman görsem, fazla hürmet eseri gösterir ve pek tumturaklı konuşurdu. Adana vilayetinde bulunduğum sırada bir aralık İstanbul’a gitmiştim. Tesadüf ettiğim Aziz Ali Beyle, Tanin gazetesi muhabiri Ahmed Şerif Beyin meşhur ve maruf Beyrut ve Suriye mektupları üzerinde fikir yürütüyorduk. Arap vilayetlerinde, Osmanlı birliği ve İslam hilafetinin varlığı için pek zararlı bir nitelik taşıyacak tarzda meşhur olan bu cereyanın acınmaya değer olduğunu söylediğim sırada, Aziz Ali Bey soğuk bir tavırla: Arapların, yerden göğe kadar hakları var. Siz Türkler, biz Araplar hakkında şimdiye kadar imhadan, aşağılamaktan, küçümsemekten başka ne yaptınız ki, şimdi bizden dostça muamele bekliyorsunuz. Unutuyor musunuz ki, İstanbul’da köpekleri çağırmak için “Arap!.. Arap!.. Arap!..” dersiniz. En karmaşık meseleleri izah için “arapsaçı gibi!” dersiniz. “Ne Arabın yüzü!.. Ne Şam’ın şekeri!” tabiri daima kullandığınız sözlerdendir. Şairinizin “Şam’dan çıktığım akşama, dedim Şam’ı-Şerif” mısraı, en beğendiğiniz kinayelerdendir. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Meşrutiyetten sonra bilhassa Arapları aşağılamak için Bağdat ve umumiyetle Irak bölgesinin yıkıcısı Hulâgû’nun neslinden bir ahlaksız Tatarı, Şam ordusuna müşir (mareşal) tayin ettiniz. Arapların Tatarlar aleyhindeki öfke ve kinini bilmez değilsiniz. Hal böyle iken Osman Paşayı 5. Ordu Müşirliğine göndermek, Arapları tahkir etmekten başka bir maksada yorulamaz, demişti. Bu kadar zeki bir zatın dilinden bu derece aptalca sözlerin nasıl çıktığına hayret ediyordum. Osman Paşa hakkındaki sözlerini, bu zat ile kendisi arasında daha Makedonya’da iken cereyan eden bir olaydan kaynaklanan şahsi gareze bağlıyordum. Aziz Bey Koçana’da bir birliğe mensup iken, teftiş için o havaliye gelmiş olan ve o zamanlar Üsküp ve havalisi kumandanlığında bulunan Osman Paşanın, daima herkese karşı takındığı alaycı tavrından ve kullandığı sert ve apaçık sözlerden kırgın olarak şiddetli karşılıkta bulunmuş ve karşılığın herkesin önünde verilmesi nedeniyle şaşırmış kalmış olan Osman Paşa, yüksek mevkiinin şerefini kurtarmak maksadıyla şiddet göstermeye kalkışarak, Aziz Ali Beyin hapsedilmesini emretmiş ve bu olay münasebetiyle Aziz Ali Beyin hiçbir suretle yatıştırılamayan öfke ve kinine hedef olmuştur.Türklerin ve özellikle Anadolu Türklerinin Araplar hakkındaki fevkalade hürmetinden bahsederek, her birisi kim bilir ne gibi hadiseler tesiriyle halk dilinde küçük düşürülmüş olmaktan başka bir nitelik taşımayan bu sözleri dikkat nazarına alıp da, Türk’ün Arap hakkındaki saygı hissinden şüphe etmenin yerinde olamayacağını, kendisi gibi münevverler, eğer bazı eğilimlere ve şahsi kırgınlıklara kapılıp da bu tehlikeli yola sapacak olurlarsa, İslam âlemi için ortadan kaldırılması imkânsız bir felakete yol açacaklarını söylemiştim. Bu vakadan sonra Aziz Ali Bey, kendi talebi üzerine İzzet Paşa genelkurmayında görevlendirilerek Yemen’e gitmişti. Asıl Arap eğilimlerini orada göstermiş olduğunu ve biçare İzzet Paşa'ya bin türlü ruhi azaplar çektirdiğini sonradan haber aldım. İtalyanlar'ın Trablusgarp ve Bingazi’ye tecavüzünün ardından Yemen’den Bingazi’ye geçtiğini ve Enver ve Mustafa Kemal Beylerle beraber Bingazi Mutasarrıflığına (valilik ile kaymakamlık arası bir yönetim birimi) bağlı şehirlerin müdafaasında pek çok çaba harcadığını işitmiştim. Bence Aziz Ali Bey, Arap ihtilalcileri arasında en mühim şahsiyetlerden biri olduğu ve ilerde Araplık âleminde pek çok hadiselere yol açacak nitelikte bulunduğu için, geçmişi, faziletleri ve kusurları hakkındaki izlenimlerimi kısaca belirtmeyi yararlı gördüm. Bingazi’de bulunduğu esnada, Enver Beyin kendisine karşı amir tavrı takınmasını çekemeyerek Arap subaylarını aleyhine teşvik ettiğini, fakat Enver Beyin buna hiç önem vermeyerek İtalyanlarla barışın imzalanmasından sonra Balkan Muharebesine iştirak için memlekete döndüğü sırada Bingazi’de bir Arap hükümeti kurması tavsiyesiyle emir ve kumandayı Aziz Ali Beye terk ettiğini, fakat Aziz Ali Beyin pek az bir zaman zarfında evvela Şeyh Ahmedü’l-Şerifü’l-Sünusi ile ve sonra da Arap zabitleri ile bozuşarak Bingazi’de kalmaktan vazgeçmekle Türkiye’ye döndüğünü bana hikâye etmişlerdi. O sırada bu zatta bir zihniyet vardı: Türk zabitleri ile ve eski Türk arkadaşları ile konuşurken Enver Beyin şiddetle aleyhtarı bulunmak, Arap zabitleri ile birlikte bulundukça Türkler aleyhine en şiddetli teşvikler ve hücumlardan kaçınmamak!.. Nihayet Enver Paşanın' Harbiye Nezareti makamına geçmesi Aziz Ali Beyi tamamen çıldırtmıştı. Hem kendisiyle sınıf arkadaşı olsun, hem ancak kendisi kadar çaba gösterip hizmet etsin de şimdi o Harbiye nazırı olsun ve kendisi hâlâ Erkânıharbiye binbaşılığında kalsın!.. Mademki Türklerle beraber çalışmakla yükselip ün kazanılamıyor... Yaşasın Arap ihtilalciliği!.. Aziz Ali Bey, artık Enver Paşanın da sabır ve tahammülünü tüketecek fiil ve hareketlere başvurunca Enver Paşa kendisinin tutuklanmasını emretti ve Bingazi’de bulundukları esnada, hükümet işlerine sarf etmek için kendisine teslim ettiği on bin mi, yoksa otuz bin mi liranın hesabını vermediği ve bunları zimmetine geçirdiği iddiasıyla Divan-ı Harp’e verdi. Aziz Ali Beyin tutuklanması üzerine bütün İstanbul Arap gençliği ayaklanmıştı. Ben o sırada Nafia nazırı idim. “El Menend-il Arabi” azaları, başvurmadık makam ve kimse bırakmadılar. Baalbekli Doktor Esat Haydar’ın riyaseti altında Şamlı ve Beyrutlu beş gençten oluşan bir kurul da bana geldi. Ziyaret maksatlarını izah ettikten sonra, Enver Paşanın nezdinde teşebbüslerde bulunarak Aziz-i Mısri’nin affını temin edecek olursam, Arap gençliği üzerinde pek ziyade iyi tesir bırakacağımı söylediler. Nihayet Ümera Divan-ı Harbi, Aziz Ali Beyin idamına karar verdi. Hüküm mazbatasını Babıâli’ye takdim eden Harbiye Nezareti, mahkum hakkında Padişahın atıfetine müracaat ve idam hükmünün müebbet kürek cezasına çevrilmesini rica ediyordu. Mazbatanın, Harbiye Nezaretinin dileği çerçevesinde değişerek yüksek tasdike sunulduğu günün akşamı Fransız Sefarethanesinde büyük bir resmi ziyafet veriliyor ve hemen bütün nazırlarla bazı ecnebi sefirleri ve bir hayli Fransız ileri gelenleri davetli bulunuyordu. Ben ve Enver Paşa da davetliler arasında idik. Ziyafetten sonra büyük müsamere salonunda bulunduğumuz sırada, Aziz Ali Beyin idama mahkûmiyeti havadisi ağızdan kulağa dolaşmaya başlamıştı. En evvel Illustration harp muhabiri George Remond yanıma gelerek: Azizim General, dedi; Enver Paşa ile Bingazi’de aralarında bir münakaşa, bir uyuşmazlık çıkmış olması nedeniyle, Aziz Ali Bey idama mahkûm edilecek olursa, bu memlekette kanundan ziyade keyfi idarenin hüküm sürdüğüne inanacağımı biliniz. İşittiğime göre Aziz Ali Beye yöneltilen suçlama, memleketin müdafaası için kendisine verilen parayı çalmış olmaktan ibaretmiş. Benim pek aziz bir dostum olan Aziz Ali Bey, belki bir Arap ihtilalcisidir; belki Enver Paşanın siyasi fikirlerine muhalif fikirler besler; fakat hiçbir zaman hırsız olamaz. Buna benim kadar sizin de inandığınıza eminim. Ve yine eminim ki, eğer siz Enver Paşa nezdinde bir teşebbüste bulunacak olursanız, Aziz Ali Beyin layık olmadığı bu felaketten kurtarılmasını sağlayabilirsiniz. George Remond’dan sonra Türk, Fransız bir hayli zabit ve sivil, Aziz Ali Bey lehinde müdahale etmekliğim için sürekli olarak bana müracaat ediyorlardı. O gece salonda dolaşan Enver Paşaya dönen bakışlarda “kendi intikam hissini tatmin için, kendisiyle beraber Bingazi’yi müdafaa etmiş olan bir kıymetli zabiti imha etmek isteyen şu adama bakınız!” manası okunuyordu. Hemen anladım ki, kamuoyu Aziz Ali Beyden ziyade Enver Paşayı suçluyor. Bu suçlamadan Enver Paşayı kurtarmak gerekiyordu. Bundan başka, Aziz Ali Bey benim nazarımda Arap ihtilalcilerinin en mert ve namuskârlarından biri idi. Diğer ihtilalcilerin hepsi için umumi af ilan edip de yalnız Aziz Ali Beyi mahkûm etmek bence mantıksızlıktı. O halde Aziz Ali Beyi kurtarmayı ben de bütün mevcudiyetimle arzu ediyordum. Bu nedenle o gece ziyafetten eve döner dönmez Enver Paşaya dört beş satırlık bir tezkere yazdım ve dedim ki: “Azizim Enver! Aziz Ali’nin aleyhinde askeri Divan-ı Harpçe bulunmuş olan deliller ve emareler her neden ibaret olursa olsun, kamuoyu seni suçluyor. Bence kamuoyunda böyle çirkin bir tarzda suçlanman, Aziz Ali’nin birkaç sene hapishanede kalmasının sağlayacağı yararın bin misli zarara yol açar. Dolayısıyla, lütufkârlık doğrudan doğruya senin tarafından gelmiş olmak üzere Aziz Ali’nin yüksek affa uğramasına aracılık et! Aziz Ali’nin bir daha Türkiye’ye gelmemek üzere burasını terk edip gitmesini de ben temin ederim.” Enver Paşa tezkereme cevap vermedi. Fakat ertesi gün Aziz Ali’nin yüksek affa uğradığını telefonla bana bildirdi. Zaten bu haberi almış olan Aziz Ali’nin biraderi ve Mösyö George Remond, benim ziyaretime gelmişlerdi. Teşekkür ediyorlardı. Aziz Ali Beyin, hapishaneden çıkar çıkmaz doğruca Mısır’a gitmesini ve bundan böyle Osmanlı memleketleri siyasetiyle meşgul olmamasını ve teşekkür için bana gelmemekle beraber affı için de aracılıkta bulunduğuma dair hiç kimseye tek söz söylememesini söyledim. O zaman namus üzerine verdiği söze rağmen, Umumi Harp esnasında hilafet makamına karşı nankörce ihtilal eden ve İslam âlemini bugünkü felakete bilerek sürükleyen Şerif Hüseyin’in maiyetine koşarak orada hizmet etmiş olduğunu haber aldım. Aziz Ali Beyi işte şimdi de ben affedemiyorum.
213 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.