Geleceğe güvenmiyor oluşumuz, geçmişimizden kopmamızı zorlaştırır.
SEN BENDEN GEÇTİN AMA
Bir su yürür Samsun içinde Çarşamba’yı Canik’i Bafra’yı içine alıp Karadeniz boyu akar
dağlar arasında. Sanki köprüden geçerken saç bağını düşüren gelinin, Mehmet’ini ellere
vermeyen meçhul kızın ya da toprak altında kalmış nice aşığın gözyaşları bu suyu sel edip
yatağına sığmaz etmiştir. Kararmış taşlar içinde doğarken ölmüş bir çocuğun ağlayışı, ipe
poşet bağlayıp uçuran küçük bir kızın çığlığı ya da kavuşamamış âşıkların heyecanları,
hasretleri, hayalleri, umutları sessiz bir bilinmezlikle bu suyun içinde akar gider. Yorgun bir
yılan gibi kaynar derinlere doğru. Bu uğurda yakılan nice türküler eski bir kâğıt gibi yanmış,
sanki tozlu bir kitabın sayfalarına karışmıştır. O vakitler karlı dağlar arasına tükenmez bir
yalnızlık tünemiştir. Öbeklerin üzerinde kararmış bir hastalık gibi gezip, kanlı bir yazma gibi
yürümüştür Bafra’nın içlerine doğru. İşte bu coğrafyada yağmur her mevsim küfredercesine
yağar. Öyle sessiz bir yağışta değildir. Gökten öfke inercesine yağar. İnce, yayvan, demirden
çatılara taş düşercesine yağar. Analar bu yağış sırasında bağrışlı koşuşturmacalarla çok az
kurutabildikleri çamaşırlarına koşarlar. Göğün sancılı, koyu bulutları sanki akıllarının saklı bir
köşesine yerleşip karamsarane bir duman gibi almıştır ruhları. Asla düzelmeyecek gibi duran
bir moral bozukluğu yağmurun her bir tanesiyle bütünleşmiştir sanki. Bir vakit güneş
açmayagörsün, evin mandal burunlu beyi hemen ayaklanır. Sırtına ya balta alacaktır, ya da
çuval. Sever Bafra’nın insanı iş yapmayı, hatta yağmurun mütemadiyen yağdığı günler
pencerelere geçip boşluktan toprağa akan yağmura bakıp ‘’dursa da çalışmaya gitsek’’ diye
bekler. Oysaki evin odunu aylar evvel evin önüne yığılmış hatta üstüne epey yetecek stok dahi
yapılmıştır. Ama yetmez işte bu yörenin insanına. İlla gidecektir, sisin içine yuvalanmış
ağaçları dünyanın en zevkli işini yapıyormuşçasına kıra yıkmaya. İşte bu coğrafyada bütün
herkesin evleri kırk yıllık dargınlar gibi uzaktır birbirine. Sanki ne haliniz varsa görün
dercesine kurulmuş bir yalnızlıktadır. . Ahşap ve taşla bütünleşik evler belki de en çok
Bafra’ya yakışır. Evler; dağlar, tepeler üstüne, derelerin ırmakların kenarlarına koca bir el
tarafından bırakılmış gibi dururlar. O uzaklıklar ki yurdun herhangi bir yerinden gelen bir
bürokrat, neresi köy neresi dağ neresi ova seçemez. İşte o köyler ki yaşanmamış hayallerin,
arkası boşlukta kalmış çığlıkların, hasretlerin, nihayete erememiş mutlulukların kümelendiği
yegâne yerlerdir. Sanki her şey baştan yekpare kurulmuştur bu coğrafyada. Nasıl büyüyeceğin
yürüyeceğin ya da yaşayacağın. Konakköy denilen bir yerde iki hikâye anlatılır o vakitler.
Birinci hikâye bir oğlanın başından geçer. Recep Oğlan; zayıf, ortadan biraz daha kısa boylu
bir oğlandır. O günlerde yaz sıcağında imece usulü fındık vaktidir. Babası Recep’i çuvalcılığa
koyar. Nazı anasına geçen Recep çuvalla anasına gidip bu işi yapamayacağını söylediğinde
anasının sert bir dilinin altında daha çok ezilmemek için Recep istemeye istemeye çuval açıp
bekler. Kuşluk yemeğine doğru yeni bir aile katılır çalışanlara. Yorgunluğun verdiği
bunaltıdan ilk başta kim olduklarını seçemez Recep. Sonrasında uzaktan altın bir tepsi gibi
parlayan Halime Kız’ı görür. Babası vefat etmiştir lakin namı hala yürür köyde. Yanına ilk
kez sepetini boşaltmaya geldiğinde kalbinden bedenine yayılan damarlarına ırmaklar kadar
taşkın kan sancılanır. Göz bebeği gözünün akını alırcasına çevresine doğru büyür, büyür.
Sargı tutmaz bir yara belerir Recep Oğlanın içinde. Daha çok çalışmaya başlar. Halime Kız’a
güçlü görünmek için olanca ağırlıktaki çuvalları sırtlanır, taşır, boşaltır. Hem Halime hem
Recep bir şekilde bir araya geldiklerinde gözlerini daima kaçırır birbirlerinden. Hele Recep
Oğlan ona baktığımı anlar diye ödü içinde çalkalanır. Uzaktan uzaktan sezdirmeden bakar
ona. Bir yandan da koskoca Ağa’nın kızı, babası yaşamasa da öyle işte. Bana niye baksın diye
içinde damla damla ümitsizlik çoğalır. Kalbi tenini bunaltır. Bir bilinmezlikle canı vücuduna
yetmez. Ah zengin olaydım Ah! Halime bakardı bana o zaman.
Bir vakit geliyor. Tam fındık çuvalının ağzını kapatacak. Ruhunun her bir dokusuna
yerleşecek o sesi duyuyor, onun sesini:
-Yer var mı çuvalda.
-Vaa… varr olmaz mı?
Dili ağzına yapışırcasına kekeliyor. Nefesi içinde boğuluyor. Kalbi ince damarlarından
şakaklarına çıkıyor. Sol yanı benzin dökülmüş gibi ateşleniyor. Sanki gitmese ölene kadar
bakacak kadar çarpılıyor. Gözünü tekrar çuvala indiriyor. Halime Kız uzaklaşırken bir şeyler
anlamışçasına uzaklaşırken dudağının kenarı yukarıya doğru genişliyor. Neden sonra fındığın
son günlerine doğru Hüsmen denen biri orta yaşlı kır saçlı biri sürekli Halime’nin etrafında
dolaşıyor. Halime’yi kimi gün Hüsmen’in söylediklerine gülerken görüyor. Bir zaman geliyor
Recep’in kulağına arkadan Hüsmen’in sesi doluyor: ‘’Haber gönderttim anama, Halime’yi
istedicem’’ diyor. Recep Oğlan’ın aklı hayali gözü ağzı kulağı bir anda donuyor. Sanki
damarındaki kan akmaz oluyor. ‘’İstetmek’’ ne demek. İçindeki bütün kılıçları Hüsmen’e
doğrultuyor. Elinde, çok isteyip de yapamadığı bir işin yılgınlığı kalıyor. Anasına anlatsa.
Anası anlar ama elinden onunda bir şey gelmez. Ya ona gidip dese… Ya aklı hep
başkasındaysa ya gönlü başkasına kaçmışsa. Bir kelam etmişliğim yok kız bana niye baksın.
Ya o da benim gibiyse. Keşke arkamda sağımda solumda saklı bir göz olaydı. Ben ona
bakarken o da bana bakıyor mu diye anlardım. Çalıştıkları zaman boyu bir iz, işaret hiçbirini
göremiyor Recep Oğlan. Kaçası geliyor uzaklara. Kimsesiz ırmaklarda boğulası geliyor,
Yitesi geliyor kimseye sezdirmeden. Acaba gidip konuşsam mı diye tekrar düşünüyor. Olmaz
olmaz. Teke’nin oğlu da koskoca Ağa’nın kızına sulanmış, olacak iş mi yahu! Ya babası
evden kovarsa, kovağasun, Ya anası... Recep’i kovup anasına kötü bir şey eder mi bu adam.
Eder tabi ya. Eee napmalı o halde diye düşüne düşüne beyninde et bırakmıyor Recep Oğlan.
Ara sıra Halime’nin yanına gidip şakalar yapan bu orta yaşlı adamın hiç böyle bir şey
yapacağı aklının ucundan geçmiyor. İçinde sönmez bir ateş çağıldıyor. Bir vakit onu son kez,
fındığın son günü, görüyor. Halime elinde yeni çuvallarla geliyor. Recep gözünü kaçırabildiği
kadar kaçırıyor. Halime ilk kez ona yardım ediyor. Ne diyeceğini bilemiyor. Sanki
yanındayken daha uzakmış gibi hissediyor.
Duramıyor Recep.
-Ben gaçıcam ana buradan, iki ay fındık topliyıp tek guruş geçmiyo elime. Babam hepsini
alıyo
-Nereye olum.
-Uzaklara çok uzaklara. Bafra’ya kaymakam olucam. Olucum işte o vakit senide yanıma
alıcam. İşte o zaman her dediğimi Muhtar’ına da beyine de,emmisine de yaptırıcam.
‘’Kafadan kontak bu oğlan diye geçiştiriyor anası. Recep o günden sonra aynı Recep olmuyor.
Dağda taşta elinde bir defterle geziyor. Her gece uyumadan gözü tek bir noktaya dalıp dalıp
düşünüyor. ‘’O üzer Halime’yi çok üzer, Sefer emmi de üzer.’’
Halime’nin evlendiğini haberi gelmeden bir vakit Recep’in kaybolduğu haberi geliyor. Bu
andan sonra halk arasında türlü rivayetler geçer. Kimi Bafra içinde bir köye çoban olup ölene
kadar evlenmediğini söyler, kimi Bafra’ya kaymakam olup her şeyiyle değiştiğinden söz eder.
Kimi ise tozlu bir türkü gibi meçhul kalabalıklar arasında yangınını da alıp yittiğini anlatır.
İkinci hikâye ise çok farklı bir yerden başlamaz. Halime derler ona. O günlerde dedesi Sefer
Emmi’nin yanındadır. İlkokulu ineğin başında kimsenin olmaması sebebiyle bırakalı epey
olmuştur. Doğdu doğalı nemrut suratlı dedesinin yanında işten işe koşturur. Halime Kız
Karadeniz’de o zamanlarda hemen hemen bütün genç kızlarda olduğu gibi bir erkeği kurtarıcı
beller hep. Kendini güçsüz görür. Ona verilen yaşama hakkı belki dokuz belki on üçünde
biter. Ondan sonra yaz kış demeden kâh yağışlar altında kâh kızgın güneşte ya fındık
toplayacaktır ya birbiri üzerine fındık çalıları yığıp taşımakla ömrünü dolduracaktır. O gün
kızgın güneş altında fındık toplarken yine epey yorulmuştur Halime Kız. Kendilerine en yakın
komşu arasını tepelerin doldurduğu Şaziye Teyze’nin evidir. Şaziye Teyze’yi bu yaşında
dinlemek en büyük zevkidir. Köydeki tek radyo muhtar Latif Bey’de olduğundan köy ahalisi
genellikle yapacak bir şey bulamadığı için akşam yedide uyur o vakitler. Halime Kız akşamın
keskin soğuğunu hissetmeden Şaziye Teyzesine yollanırdı o zamanlar. Köyün bütün haberleri
onda toplaşırdı. O gün yine yanına varmaya niyetlenmişti. Uzaktan Şaziye Teyzesini gördü
Halime Kız. Yetmiş yaşında bir kadın sırtına muntazam bağlanmış, kendi boyundan büyük
odunlarla yürümeye çalışıyor. Bu görüntüyü bu coğrafyada sıkça görmek her daim
mümkündü. Halime Kız da kimi zaman bu hallerde olurdu ancak o gün daha evvel
düşünmediği bir şey düşündü, evlenip bu hayattan kurtulma düşüncesine de bu düşündüğü
gölge gibi düştü. Ne fark edecekti. Evlendikten sonra sırtında yine odun düşmeyecek, gene
tarla yanından ayrılamayacaktı. İsyan etme hakkı yoktu. Ne yaparsa yapsın kaderi hep keder
olacaktı sanki. Bu düşüncelerle yanına indi.
-Sana görücü gelcemiş gızım.
-Ne görücüsü.
-Gızıldere’den Rus Kemal’in çocuğu beğenmiş seni. Bugün gecikme get hadi. Zati garanlık
basturacak.
Doğru eve yollandı Halime. Dedesi o akşam gerçekten birilerinin onu istemeye geleceğini,
yapması gerekenleri anlattı.
Yanında uyuyan büyük halasına uzun uzun baktı. Epey olmuştu uyuyalı beri. Karadeniz
kadınının düşünmekten hayal kurmaya vakti yoktur. Bu yüzden yarın soba üstünde
kaynayacak yemeğinin olup olmama kaygısıyla uyur ekseri. Halası da muhtemelen böyle
uyumuştu. O gece yorganın altına bu kez onulmaz bir sevinçle girdi Halime. Ne çok
sevinmişti. Yılların ıstırabından kurtulacağına da epey inandırmıştı kendini. Sağa sola
dönmeler uykusuna katkı vermedi o gece. Bu zamanlarda uyku gelmeyince uyur gibi yapıp
şamdan altında ev ahalisinin büyüklerinin yaşanmışlıklarını dinlerdi. Şimdi herkes
uyuduğundan böyle bir durum yoktu. Herkes yarım ölüme nedim olmuştu. Dedesine döndü
nazarları. Yüzü kireçle yapılmış bir heykel gibi sertti. Siyah eski lastiğinde samanla yapışmış
hayvan pislikleri görülürdü daim. Sanki lastikten çıkmayacak anlamsız bir aksesuar gibi
dururdu bunlar. Çalışan her erkekte de olurdu ekseri. Bazı zamanlar bu lastikler babasının ağır
gölgesini gözünün önüne getirirdi. Babası Halime’nin anasını da alıp görülmez âlemlere uçalı
çok olmuştu. O günlerini, akşama yakın evin içinde biriken derin sükûtu hatırladı. Bu geçmiş
zaman düşünmeleri gözünün beyaz perdeyi ağırlaştırdı.
Çok geçmeden görücüler ansızın düşen yağmurlar gibi damlıyor. Üç günde düğün, nikâh, her
şey bir kınanın kuruması kadar hızlı bitiyor. İlk zamanlar bu yeni hayatı çok seviyor Halime.
Eşi Hüsmen, ziyadesiyle halim salim biri olarak Bey Baba’sı ise soğuk ve sert gibi duran bir
adam olarak yeni hayatında yerini alıyor. Köy yerinde, denilen yerde denileni yaparsan kimse
sana kışt demez derler. O da bunu bilerek hareket ediyor. Hanım Ana ise biraz sinsi bir
sevecenlikle duruyor. Zaman aşındıkça Hanım Ana evin tüm işlerini Halime’nin zayıf
bedenine yıkıyor. ’Gız! Halime bugün hayvanlara yem verdin mi? Bulaşık diyom gız, Hele bir
ayran getir oradan, evininin önünü süpürmek nedir bilmez misin sen Halime Hanım. Halime,
işlerin onun cılız omuzlarına dolanmış ince etine ağır geldiğini nihayet anlıyor. Hüsmen’e
yüreğini açıyor. Hüsmen çok durgun, çok yumuşak başlı bir şekilde‘’Napacuk gız gedecek
yerimiz mi var başka’’ diye omuz silkiyor. Beybabanın huyu, yaşına hemhal hızla değişmeye
başlıyor. Hanım Ana’nın da kötülüğe bulanmış telkinleriyle Hüsmenlerin üzerine kara bulut
gibi çöküyor. Sabahları dörtte kaldırmaya başlıyor. Bir bağırışla Hüsmen’i önüne katıp oduna
götürüp on para vermeden angarya çalıştırıp getiriyor. Halime ise Hanım Ana’nın
bağırışlarıyla uğraşıyor gün boyu. Bir gün Bey Baba’nın yine kulaklarından beynine doğru
nifak tohumları yürümüş olacak ki çıplak toprak üstündeki eğreltileri göstererek ‘’bu aşam
kurumuş eğreltide yatcağınız, bu nedir be zabah zor uyanıyonuz. At besliyoz bu evde *goya.
Hava çok soğuk değildi ancak ince eğrelti toprağın kendine has soğukluğunu hiç azaltmıyor
üstelik rüzgâr gönüllenmişçesine hızlı esiyordu. Halime’nin tüm bu soğukluğa dayanan beyaz
teninde görünmez tozlara akmış hatıralar düştü yadına. Evvelcene bu vakitlerde ne yapardı ki.
Düşündü bir an. Sobanın başında tavana küt küt vuran ateşin ışığı geldi aklına. Ateş hem dost
hem düşmandır derler. Şimdi düşmanda olsa bu sobanın başında olmak için her şeyi yapardı.
Yaşamak nedir epeydir unutmuştu. Kaçsa dedesinin evine köyün dedikodusu Halime’nin
hançeresini boğacak. Dursa tenini boşluk bırakmamacasına sıkan ruhu daha da daralacak. Ne
yapmalı ölmeli mi? Ölse umurunda olmayacak bir tek karnındakine yanacak. Sabah daha
koyuluğunu kaybetmeden Bey Baba geliyor: ‘’De galkın ula, yananla yenene bir şi dayanmaz
demişler. Böönde oduna gidecük.’’ Ne odun ama kapının önünden göğe kulaç kulaç yükselse
yine kanmaz oduna buranın adamı. Aylar nehirden akarcasına hızlı geçiyor. Bey Baba
bahçenin her yerini gören yeni bir ev yaptırıp oraya taşınıyor. Ama dağ tepe dinlenemeden
inip yine de rahat bırakmıyor Hüsmenleri. Bu sıralar Halime’nin oğlu doğarken Hüsmen’den
kaynaklı başına da bir dert doğuyor. Bey Baba’nın verdiği eza Hüsmen’i Babayiğit denen;
davudi sesli, kalın çehreli bir adamın peşine takıyor. Kimi zaman geceleri idüksüz vakitlerde
geliyor kimi zaman hiç gelmiyor. Zaman geçiyor. Kar nefesten akan soluk gibi akıyor dağlar
başına. Hüsmen’in uzundur gelmediği bir kış vakti evde odun kalmıyor. Evin damına kap
kaçak, soğuğa da odun yetişmiyor. Halime ne yapmalı diye soruyor kendine. Acaba yine
Babayiğitgil’de mi bu adam. Ya nerde olacak. Çocuk evde donar evhamıyla sırtına doluyor.
Kar bel boyuna yanaşmış, akıyor durmamacasına. Yine de durmuyor Halime Kız. Binbir
güçlükle yürüyor Babayiğitgil’e doğru. Yanaşıyor cama doğru. Kumar kâğıtlarını, havada
uçuşan sigara dumanlarını, masa üstündeki su diye kendini inandırmaya çalıştığı şişeyi ilkin
seçebiliyor. Odadan bir elinde demlikle çay koyan Hüsmen’i de çok geçmeden fark ediyor.
Sırtında tüm dünyanın ağırlığının ona yaslandığını hissediyor. Gönlü içeriye girmeye razı
gelmiyor. Dönüşte soğuğun buruna verdiği keskin ağlamışlık duygusu daha da derinleşiyor.
Bata çıka varıyor eve. En son çare olarak evdeki çıkıntı gibi duran tahtaları birer ikişer kırıyor
ve sobaya uğurluyor. Vakit geçtikçe göğün günlerdir kapalı koyuluğu daha da ağırlaşıyor.
Yağan kar azda olsa seçiliyor o vakitler. Solgun yüzü sobaya dönüyor Halime’nin. Acaba Bey
Baba’nın evine kadar karı yüzmeyi mi deneyip odun mu istemeye gitse. Yok, yok kar her yanı
almış. Hem Hanım Ana’nın ölümden beter söylenmeleri kurşun kurşun akar kafasına.
Vazgeçiyor. Soğuk bulabildiği bütün deliklerden doluyor içeri. Geride bir tek sobanın ölgün
ışığı kalıyor. Eski günlerini hatırlıyor Halime Kız. Buranın insanının aklı uzun kalbi kısadır
derler. Keşke tersi olsaydı diye düşünürken boncuk oyası gibi bir damla yaş, sesi uzundur
çıkmayan Cemile’ye doğru düşüyor. Kaçsa gitse. Nereye. Dedesigile. Kar bu kadar yağarken
mi? Bey Baba ne der. Gelin kaçmış tek paralık şerefimi iki paralık etmiş. Kızar ama nasıl
kızar. Döver, sürükler ne gelirse yapar. Sustu Halime. Aklı sustu. Belki bedeni. Dili ise zaten
çok önce susturulmuştu…
*(güya)
Rumuz: Defterdar