Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Geleceğe güvenmiyor oluşumuz, geçmişimizden kopmamızı zorlaştırır. SEN BENDEN GEÇTİN AMA Bir su yürür Samsun içinde Çarşamba’yı Canik’i Bafra’yı içine alıp Karadeniz boyu akar dağlar arasında. Sanki köprüden geçerken saç bağını düşüren gelinin, Mehmet’ini ellere vermeyen meçhul kızın ya da toprak altında kalmış nice aşığın gözyaşları bu suyu sel edip yatağına sığmaz etmiştir. Kararmış taşlar içinde doğarken ölmüş bir çocuğun ağlayışı, ipe poşet bağlayıp uçuran küçük bir kızın çığlığı ya da kavuşamamış âşıkların heyecanları, hasretleri, hayalleri, umutları sessiz bir bilinmezlikle bu suyun içinde akar gider. Yorgun bir yılan gibi kaynar derinlere doğru. Bu uğurda yakılan nice türküler eski bir kâğıt gibi yanmış, sanki tozlu bir kitabın sayfalarına karışmıştır. O vakitler karlı dağlar arasına tükenmez bir yalnızlık tünemiştir. Öbeklerin üzerinde kararmış bir hastalık gibi gezip, kanlı bir yazma gibi yürümüştür Bafra’nın içlerine doğru. İşte bu coğrafyada yağmur her mevsim küfredercesine yağar. Öyle sessiz bir yağışta değildir. Gökten öfke inercesine yağar. İnce, yayvan, demirden çatılara taş düşercesine yağar. Analar bu yağış sırasında bağrışlı koşuşturmacalarla çok az kurutabildikleri çamaşırlarına koşarlar. Göğün sancılı, koyu bulutları sanki akıllarının saklı bir köşesine yerleşip karamsarane bir duman gibi almıştır ruhları. Asla düzelmeyecek gibi duran bir moral bozukluğu yağmurun her bir tanesiyle bütünleşmiştir sanki. Bir vakit güneş açmayagörsün, evin mandal burunlu beyi hemen ayaklanır. Sırtına ya balta alacaktır, ya da çuval. Sever Bafra’nın insanı iş yapmayı, hatta yağmurun mütemadiyen yağdığı günler pencerelere geçip boşluktan toprağa akan yağmura bakıp ‘’dursa da çalışmaya gitsek’’ diye bekler. Oysaki evin odunu aylar evvel evin önüne yığılmış hatta üstüne epey yetecek stok dahi yapılmıştır. Ama yetmez işte bu yörenin insanına. İlla gidecektir, sisin içine yuvalanmış ağaçları dünyanın en zevkli işini yapıyormuşçasına kıra yıkmaya. İşte bu coğrafyada bütün herkesin evleri kırk yıllık dargınlar gibi uzaktır birbirine. Sanki ne haliniz varsa görün dercesine kurulmuş bir yalnızlıktadır. . Ahşap ve taşla bütünleşik evler belki de en çok Bafra’ya yakışır. Evler; dağlar, tepeler üstüne, derelerin ırmakların kenarlarına koca bir el tarafından bırakılmış gibi dururlar. O uzaklıklar ki yurdun herhangi bir yerinden gelen bir bürokrat, neresi köy neresi dağ neresi ova seçemez. İşte o köyler ki yaşanmamış hayallerin, arkası boşlukta kalmış çığlıkların, hasretlerin, nihayete erememiş mutlulukların kümelendiği yegâne yerlerdir. Sanki her şey baştan yekpare kurulmuştur bu coğrafyada. Nasıl büyüyeceğin yürüyeceğin ya da yaşayacağın. Konakköy denilen bir yerde iki hikâye anlatılır o vakitler. Birinci hikâye bir oğlanın başından geçer. Recep Oğlan; zayıf, ortadan biraz daha kısa boylu bir oğlandır. O günlerde yaz sıcağında imece usulü fındık vaktidir. Babası Recep’i çuvalcılığa koyar. Nazı anasına geçen Recep çuvalla anasına gidip bu işi yapamayacağını söylediğinde anasının sert bir dilinin altında daha çok ezilmemek için Recep istemeye istemeye çuval açıp bekler. Kuşluk yemeğine doğru yeni bir aile katılır çalışanlara. Yorgunluğun verdiği bunaltıdan ilk başta kim olduklarını seçemez Recep. Sonrasında uzaktan altın bir tepsi gibi parlayan Halime Kız’ı görür. Babası vefat etmiştir lakin namı hala yürür köyde. Yanına ilk kez sepetini boşaltmaya geldiğinde kalbinden bedenine yayılan damarlarına ırmaklar kadar taşkın kan sancılanır. Göz bebeği gözünün akını alırcasına çevresine doğru büyür, büyür. Sargı tutmaz bir yara belerir Recep Oğlanın içinde. Daha çok çalışmaya başlar. Halime Kız’a güçlü görünmek için olanca ağırlıktaki çuvalları sırtlanır, taşır, boşaltır. Hem Halime hem Recep bir şekilde bir araya geldiklerinde gözlerini daima kaçırır birbirlerinden. Hele Recep Oğlan ona baktığımı anlar diye ödü içinde çalkalanır. Uzaktan uzaktan sezdirmeden bakar ona. Bir yandan da koskoca Ağa’nın kızı, babası yaşamasa da öyle işte. Bana niye baksın diye içinde damla damla ümitsizlik çoğalır. Kalbi tenini bunaltır. Bir bilinmezlikle canı vücuduna yetmez. Ah zengin olaydım Ah! Halime bakardı bana o zaman. Bir vakit geliyor. Tam fındık çuvalının ağzını kapatacak. Ruhunun her bir dokusuna yerleşecek o sesi duyuyor, onun sesini: -Yer var mı çuvalda. -Vaa… varr olmaz mı? Dili ağzına yapışırcasına kekeliyor. Nefesi içinde boğuluyor. Kalbi ince damarlarından şakaklarına çıkıyor. Sol yanı benzin dökülmüş gibi ateşleniyor. Sanki gitmese ölene kadar bakacak kadar çarpılıyor. Gözünü tekrar çuvala indiriyor. Halime Kız uzaklaşırken bir şeyler anlamışçasına uzaklaşırken dudağının kenarı yukarıya doğru genişliyor. Neden sonra fındığın son günlerine doğru Hüsmen denen biri orta yaşlı kır saçlı biri sürekli Halime’nin etrafında dolaşıyor. Halime’yi kimi gün Hüsmen’in söylediklerine gülerken görüyor. Bir zaman geliyor Recep’in kulağına arkadan Hüsmen’in sesi doluyor: ‘’Haber gönderttim anama, Halime’yi istedicem’’ diyor. Recep Oğlan’ın aklı hayali gözü ağzı kulağı bir anda donuyor. Sanki damarındaki kan akmaz oluyor. ‘’İstetmek’’ ne demek. İçindeki bütün kılıçları Hüsmen’e doğrultuyor. Elinde, çok isteyip de yapamadığı bir işin yılgınlığı kalıyor. Anasına anlatsa. Anası anlar ama elinden onunda bir şey gelmez. Ya ona gidip dese… Ya aklı hep başkasındaysa ya gönlü başkasına kaçmışsa. Bir kelam etmişliğim yok kız bana niye baksın. Ya o da benim gibiyse. Keşke arkamda sağımda solumda saklı bir göz olaydı. Ben ona bakarken o da bana bakıyor mu diye anlardım. Çalıştıkları zaman boyu bir iz, işaret hiçbirini göremiyor Recep Oğlan. Kaçası geliyor uzaklara. Kimsesiz ırmaklarda boğulası geliyor, Yitesi geliyor kimseye sezdirmeden. Acaba gidip konuşsam mı diye tekrar düşünüyor. Olmaz olmaz. Teke’nin oğlu da koskoca Ağa’nın kızına sulanmış, olacak iş mi yahu! Ya babası evden kovarsa, kovağasun, Ya anası... Recep’i kovup anasına kötü bir şey eder mi bu adam. Eder tabi ya. Eee napmalı o halde diye düşüne düşüne beyninde et bırakmıyor Recep Oğlan. Ara sıra Halime’nin yanına gidip şakalar yapan bu orta yaşlı adamın hiç böyle bir şey yapacağı aklının ucundan geçmiyor. İçinde sönmez bir ateş çağıldıyor. Bir vakit onu son kez, fındığın son günü, görüyor. Halime elinde yeni çuvallarla geliyor. Recep gözünü kaçırabildiği kadar kaçırıyor. Halime ilk kez ona yardım ediyor. Ne diyeceğini bilemiyor. Sanki yanındayken daha uzakmış gibi hissediyor. Duramıyor Recep. -Ben gaçıcam ana buradan, iki ay fındık topliyıp tek guruş geçmiyo elime. Babam hepsini alıyo -Nereye olum. -Uzaklara çok uzaklara. Bafra’ya kaymakam olucam. Olucum işte o vakit senide yanıma alıcam. İşte o zaman her dediğimi Muhtar’ına da beyine de,emmisine de yaptırıcam. ‘’Kafadan kontak bu oğlan diye geçiştiriyor anası. Recep o günden sonra aynı Recep olmuyor. Dağda taşta elinde bir defterle geziyor. Her gece uyumadan gözü tek bir noktaya dalıp dalıp düşünüyor. ‘’O üzer Halime’yi çok üzer, Sefer emmi de üzer.’’ Halime’nin evlendiğini haberi gelmeden bir vakit Recep’in kaybolduğu haberi geliyor. Bu andan sonra halk arasında türlü rivayetler geçer. Kimi Bafra içinde bir köye çoban olup ölene kadar evlenmediğini söyler, kimi Bafra’ya kaymakam olup her şeyiyle değiştiğinden söz eder. Kimi ise tozlu bir türkü gibi meçhul kalabalıklar arasında yangınını da alıp yittiğini anlatır. İkinci hikâye ise çok farklı bir yerden başlamaz. Halime derler ona. O günlerde dedesi Sefer Emmi’nin yanındadır. İlkokulu ineğin başında kimsenin olmaması sebebiyle bırakalı epey olmuştur. Doğdu doğalı nemrut suratlı dedesinin yanında işten işe koşturur. Halime Kız Karadeniz’de o zamanlarda hemen hemen bütün genç kızlarda olduğu gibi bir erkeği kurtarıcı beller hep. Kendini güçsüz görür. Ona verilen yaşama hakkı belki dokuz belki on üçünde biter. Ondan sonra yaz kış demeden kâh yağışlar altında kâh kızgın güneşte ya fındık toplayacaktır ya birbiri üzerine fındık çalıları yığıp taşımakla ömrünü dolduracaktır. O gün kızgın güneş altında fındık toplarken yine epey yorulmuştur Halime Kız. Kendilerine en yakın komşu arasını tepelerin doldurduğu Şaziye Teyze’nin evidir. Şaziye Teyze’yi bu yaşında dinlemek en büyük zevkidir. Köydeki tek radyo muhtar Latif Bey’de olduğundan köy ahalisi genellikle yapacak bir şey bulamadığı için akşam yedide uyur o vakitler. Halime Kız akşamın keskin soğuğunu hissetmeden Şaziye Teyzesine yollanırdı o zamanlar. Köyün bütün haberleri onda toplaşırdı. O gün yine yanına varmaya niyetlenmişti. Uzaktan Şaziye Teyzesini gördü Halime Kız. Yetmiş yaşında bir kadın sırtına muntazam bağlanmış, kendi boyundan büyük odunlarla yürümeye çalışıyor. Bu görüntüyü bu coğrafyada sıkça görmek her daim mümkündü. Halime Kız da kimi zaman bu hallerde olurdu ancak o gün daha evvel düşünmediği bir şey düşündü, evlenip bu hayattan kurtulma düşüncesine de bu düşündüğü gölge gibi düştü. Ne fark edecekti. Evlendikten sonra sırtında yine odun düşmeyecek, gene tarla yanından ayrılamayacaktı. İsyan etme hakkı yoktu. Ne yaparsa yapsın kaderi hep keder olacaktı sanki. Bu düşüncelerle yanına indi. -Sana görücü gelcemiş gızım. -Ne görücüsü. -Gızıldere’den Rus Kemal’in çocuğu beğenmiş seni. Bugün gecikme get hadi. Zati garanlık basturacak. Doğru eve yollandı Halime. Dedesi o akşam gerçekten birilerinin onu istemeye geleceğini, yapması gerekenleri anlattı. Yanında uyuyan büyük halasına uzun uzun baktı. Epey olmuştu uyuyalı beri. Karadeniz kadınının düşünmekten hayal kurmaya vakti yoktur. Bu yüzden yarın soba üstünde kaynayacak yemeğinin olup olmama kaygısıyla uyur ekseri. Halası da muhtemelen böyle uyumuştu. O gece yorganın altına bu kez onulmaz bir sevinçle girdi Halime. Ne çok sevinmişti. Yılların ıstırabından kurtulacağına da epey inandırmıştı kendini. Sağa sola dönmeler uykusuna katkı vermedi o gece. Bu zamanlarda uyku gelmeyince uyur gibi yapıp şamdan altında ev ahalisinin büyüklerinin yaşanmışlıklarını dinlerdi. Şimdi herkes uyuduğundan böyle bir durum yoktu. Herkes yarım ölüme nedim olmuştu. Dedesine döndü nazarları. Yüzü kireçle yapılmış bir heykel gibi sertti. Siyah eski lastiğinde samanla yapışmış hayvan pislikleri görülürdü daim. Sanki lastikten çıkmayacak anlamsız bir aksesuar gibi dururdu bunlar. Çalışan her erkekte de olurdu ekseri. Bazı zamanlar bu lastikler babasının ağır gölgesini gözünün önüne getirirdi. Babası Halime’nin anasını da alıp görülmez âlemlere uçalı çok olmuştu. O günlerini, akşama yakın evin içinde biriken derin sükûtu hatırladı. Bu geçmiş zaman düşünmeleri gözünün beyaz perdeyi ağırlaştırdı. Çok geçmeden görücüler ansızın düşen yağmurlar gibi damlıyor. Üç günde düğün, nikâh, her şey bir kınanın kuruması kadar hızlı bitiyor. İlk zamanlar bu yeni hayatı çok seviyor Halime. Eşi Hüsmen, ziyadesiyle halim salim biri olarak Bey Baba’sı ise soğuk ve sert gibi duran bir adam olarak yeni hayatında yerini alıyor. Köy yerinde, denilen yerde denileni yaparsan kimse sana kışt demez derler. O da bunu bilerek hareket ediyor. Hanım Ana ise biraz sinsi bir sevecenlikle duruyor. Zaman aşındıkça Hanım Ana evin tüm işlerini Halime’nin zayıf bedenine yıkıyor. ’Gız! Halime bugün hayvanlara yem verdin mi? Bulaşık diyom gız, Hele bir ayran getir oradan, evininin önünü süpürmek nedir bilmez misin sen Halime Hanım. Halime, işlerin onun cılız omuzlarına dolanmış ince etine ağır geldiğini nihayet anlıyor. Hüsmen’e yüreğini açıyor. Hüsmen çok durgun, çok yumuşak başlı bir şekilde‘’Napacuk gız gedecek yerimiz mi var başka’’ diye omuz silkiyor. Beybabanın huyu, yaşına hemhal hızla değişmeye başlıyor. Hanım Ana’nın da kötülüğe bulanmış telkinleriyle Hüsmenlerin üzerine kara bulut gibi çöküyor. Sabahları dörtte kaldırmaya başlıyor. Bir bağırışla Hüsmen’i önüne katıp oduna götürüp on para vermeden angarya çalıştırıp getiriyor. Halime ise Hanım Ana’nın bağırışlarıyla uğraşıyor gün boyu. Bir gün Bey Baba’nın yine kulaklarından beynine doğru nifak tohumları yürümüş olacak ki çıplak toprak üstündeki eğreltileri göstererek ‘’bu aşam kurumuş eğreltide yatcağınız, bu nedir be zabah zor uyanıyonuz. At besliyoz bu evde *goya. Hava çok soğuk değildi ancak ince eğrelti toprağın kendine has soğukluğunu hiç azaltmıyor üstelik rüzgâr gönüllenmişçesine hızlı esiyordu. Halime’nin tüm bu soğukluğa dayanan beyaz teninde görünmez tozlara akmış hatıralar düştü yadına. Evvelcene bu vakitlerde ne yapardı ki. Düşündü bir an. Sobanın başında tavana küt küt vuran ateşin ışığı geldi aklına. Ateş hem dost hem düşmandır derler. Şimdi düşmanda olsa bu sobanın başında olmak için her şeyi yapardı. Yaşamak nedir epeydir unutmuştu. Kaçsa dedesinin evine köyün dedikodusu Halime’nin hançeresini boğacak. Dursa tenini boşluk bırakmamacasına sıkan ruhu daha da daralacak. Ne yapmalı ölmeli mi? Ölse umurunda olmayacak bir tek karnındakine yanacak. Sabah daha koyuluğunu kaybetmeden Bey Baba geliyor: ‘’De galkın ula, yananla yenene bir şi dayanmaz demişler. Böönde oduna gidecük.’’ Ne odun ama kapının önünden göğe kulaç kulaç yükselse yine kanmaz oduna buranın adamı. Aylar nehirden akarcasına hızlı geçiyor. Bey Baba bahçenin her yerini gören yeni bir ev yaptırıp oraya taşınıyor. Ama dağ tepe dinlenemeden inip yine de rahat bırakmıyor Hüsmenleri. Bu sıralar Halime’nin oğlu doğarken Hüsmen’den kaynaklı başına da bir dert doğuyor. Bey Baba’nın verdiği eza Hüsmen’i Babayiğit denen; davudi sesli, kalın çehreli bir adamın peşine takıyor. Kimi zaman geceleri idüksüz vakitlerde geliyor kimi zaman hiç gelmiyor. Zaman geçiyor. Kar nefesten akan soluk gibi akıyor dağlar başına. Hüsmen’in uzundur gelmediği bir kış vakti evde odun kalmıyor. Evin damına kap kaçak, soğuğa da odun yetişmiyor. Halime ne yapmalı diye soruyor kendine. Acaba yine Babayiğitgil’de mi bu adam. Ya nerde olacak. Çocuk evde donar evhamıyla sırtına doluyor. Kar bel boyuna yanaşmış, akıyor durmamacasına. Yine de durmuyor Halime Kız. Binbir güçlükle yürüyor Babayiğitgil’e doğru. Yanaşıyor cama doğru. Kumar kâğıtlarını, havada uçuşan sigara dumanlarını, masa üstündeki su diye kendini inandırmaya çalıştığı şişeyi ilkin seçebiliyor. Odadan bir elinde demlikle çay koyan Hüsmen’i de çok geçmeden fark ediyor. Sırtında tüm dünyanın ağırlığının ona yaslandığını hissediyor. Gönlü içeriye girmeye razı gelmiyor. Dönüşte soğuğun buruna verdiği keskin ağlamışlık duygusu daha da derinleşiyor. Bata çıka varıyor eve. En son çare olarak evdeki çıkıntı gibi duran tahtaları birer ikişer kırıyor ve sobaya uğurluyor. Vakit geçtikçe göğün günlerdir kapalı koyuluğu daha da ağırlaşıyor. Yağan kar azda olsa seçiliyor o vakitler. Solgun yüzü sobaya dönüyor Halime’nin. Acaba Bey Baba’nın evine kadar karı yüzmeyi mi deneyip odun mu istemeye gitse. Yok, yok kar her yanı almış. Hem Hanım Ana’nın ölümden beter söylenmeleri kurşun kurşun akar kafasına. Vazgeçiyor. Soğuk bulabildiği bütün deliklerden doluyor içeri. Geride bir tek sobanın ölgün ışığı kalıyor. Eski günlerini hatırlıyor Halime Kız. Buranın insanının aklı uzun kalbi kısadır derler. Keşke tersi olsaydı diye düşünürken boncuk oyası gibi bir damla yaş, sesi uzundur çıkmayan Cemile’ye doğru düşüyor. Kaçsa gitse. Nereye. Dedesigile. Kar bu kadar yağarken mi? Bey Baba ne der. Gelin kaçmış tek paralık şerefimi iki paralık etmiş. Kızar ama nasıl kızar. Döver, sürükler ne gelirse yapar. Sustu Halime. Aklı sustu. Belki bedeni. Dili ise zaten çok önce susturulmuştu… *(güya) Rumuz: Defterdar
·
103 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.