Gönderi

“Yıllardır şuracıkta otururum. Kimse neden demedi. Adın ne senin kızım?” diye sorarken, konuşmasında hafif bir şive keşfettim. Doğu’ya özgü, çok uzaklarda kalmış bir iz. Adı Emine imiş. Yüzyıllardır susmuş bir kadın gibi anlatmaya başladı hikâyesini. Öyle mutluki anlatabildiği için, gözyaşlarım kalbimde dolup taştı o konuştukça. Diyarbakırlıymış. 50’lerin sonunda evlenip gelmiş İstanbul’a. Dört çocuk doğurmuş, biri gözlerini hiç açamamış hayata. Üçüncü çocuğunu doğurduktan bir süre sonra, kocası onları bırakıp Almanya’ya gitmiş ve bir daha hiç aramamış. Zengin evlerine yemek yapıp iğne oyası, dantel gibi el işleri işleyerek büyütmüş çocuklarını. “Onlar da birer birer gittiler, çok uzağa değil ama benden çok uzağa,” derken çantasından çıkardığı mendilini gözlerinin altına değdirdi hafifçe. “Burada bir şey bekler gibisiniz,” dediğimde kederle güldü. Yaşlılığın en derin izleri var gözlerinin ve dudaklarının çevresinde. “Ölümü bekliyorum güzel kızım. Evde ölürsem birileri beni bulana kadar kokarım. Dışarıda öleyim istiyorum,” diye cevap verince altüst oldum birden. Acıma duygularım, vicdanım, aklım hepsi isyana kalktı. Hiçbirinin buna verecek bir cevabı yok. Önyargılarımı dövmek istiyorum. Hayatta yalnız kalmamak için yaptığımız bütün plan ve fedakârlıkların boşuna olduğunu gösteren bir kader anı bu sanki. Ne diyeceğim ki ben bu kadına?
·
6 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.