Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Nitekim Allah-ü Teâlâ Kehf sûresi yüz dokuzuncu âyetinde: “Ey habibim, onlara de ki: Eğer bütün denizler, Rabbim Teâlâ’nın, Kur’ân manâlarını, ilim ve hikm etli sözlerini yazmak için, mürekkeb olsa, o mürekkeblere o denizler gibi bir mürekkeb daha eklense, rabbimin kelimeleri bitmeden, onlar tükenirdi.” buyuruyor. Bunun misali şöyledir ki, bir kimse, kâğıda, senin hâlin nedir ki, beyaz ve latif iken, siyah ve kesif oldun? der. O da cevap verir ki: Ben bunu kendim yapmadım. Bu hâli mürekkebe sor ki, o beni kahren ve zorla böyle siyah yüzlü yapıp, hâlimi kötü eyledi. Soran da, doğru dersin deyip derhal mürekkebe sordu. Mürekkebe benim yerim ve vatanım hakkadır. Orada rahat duruyordum. Oradan katiyen ayrılmamak niyetinde idim. Kalem bana gelip, zulüm ve zorla, beni rahatsız edip, topluluğumu bozdu ve beni kâğıt sahifeleri üzerine yaydı. Bunun için bana değil, ona sormak gerekir dedi. Soran, doğru söylersin deyip, işin hakikatini kalemden sordu. Kalem dedi ki: Ben vadideki nehrin kenarında büvüdüm. Benim vatanım, doğum yerim orası olup, orada bulunurdum. Aniden bir el gelip, beni kesip, kırıverdi. Başımı yarıp, mürekkeb denizine daldırdı. Beni vatanımdan ayırıp, bu da yetmiyormuş gibi, baş aşağı edip yürüttü. Bunu da yaptı. İşte bu işin hakikatini beni zorla emrinde kullanandan sor dedi. Soruyu soran, yine, doğru söyledin deyip, sonra ele sordu. El dedi ki: Ben emir kuluyum. Kudret sahibi beni dilediği gibi emrinde kullandı. Benim hâlimi kudrete sor, çünkü benim dizginlerim onun elindedir. Soran, ona da, doğru söylersin deyip, kud­reti, eli kullanmasından sorar. Kudret der ki: Beni ayıplamak caiz değildir. Çünkü ben uykuda idim. İradet müvekkeli bana gelip, beni rahatsız etti. Benden gördüğün işlerde, gördüğünden çok teklif eyledi. Soran yine, doğru söylersin dedi ve sonra irâdete sual eyledi. İrâdet dedi ki: Beni sıkıştırma ve söylemede acele etme. Senin ayıpladığın şeyde, benim özrüm olabilir. Zira ben, özel olarak, kendimden bu işe başlamadım. Ben ona azmetmiş değil idim. Bana hâkim ve âmir hükümle yaptım. Ben ilmin hükmü ve emri altındayım. O ise kalb hazretinden vârid olup, akıl dili üzere emreder. Ben de onun hükmü ile emri ile âciz oldum dedi. Soran yine, doğru söylersin deyip, akla, ilme ve kalbe gitti. Onlardan sorup öğrenmek istedi. Akıl dedi ki: Ben bir mumum. Kendi kendime yanmadım. Beni başkası yaktı. Kalb dedi ki: Ben bir levhayım. Kendimden açılıp yayılmadım. Belki beni bast ettiler, yaydılar, ilim: Ben bir nakşım, yazıyım. Akıl mumu parlayınca, ben kalb kâğıdına yazıldım. Şimdi sen, beni yazan kaleme sor dedi. Soran kimse, levh, mum, yazı ve kalem sözlerini duyunca, hayretler içinde kaldı. Çünkü bunları duymamış idi. İşleri ancak cisimlerden bilirdi. İşte o zaman, ilim ona merhamet edip "Suâl sor- mada kendini yordun. Madem geldin ve bu kadar uğraştın zararda olarak, dönüp gitme, Şâhid ve hâzır olup, kulağını bana ver. Bilesin ki, âlemler, ya mülk ve şahâdet âlemidir ki, onu suhuletle geçtin. Yahut melekût âlemidir ki, onda çok derin ve boğucu denizler vardır. Ondan kurtulanlar pek azdır, işte o âlem benim ardımdadır. Yahut âlem-i Ceberuttur ki, o bu iki âlemin arasında vasıtadır. O yeryüzünde yürümekle, su üstünde yürümek arasında bir gemidir. Mülk âlemi, mürekkebden kudrete vanneaya kadardır. Kudretten ilmin, kendisiyle yazıldığı kaime kadar Ceberut âlemidir. Melekût âlemi oradan başlar. Bir kimse Ceberut âlemini geçip, melekût kapıların- dan birinci kapıyı çalarsa, kalem ile mükâşefe olunur. Bu sebeptendir ki, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk inen Kalem sûresi oldu.” dedi. Bundan sonra sen ey, o sualleri soran, eğer gözünün ışıklarını toplayıp, Melekût âlemi tarafına tetkik nazarı ile bakarsan, onun keşfinin, açılmasının da sende hâsıl olması umulur. Şunu da bilme- lidir ki, Allah-ü Teâlâ’nın zâtı, diğer zatlara benzemez. Bunun gibi yed-i kudreti de, diğer ellere benzemez. Kalemi de, diğer kalemlere, kelâmı da diğer sözlere, yazısı da, diğer yazılara benzemez. Belki onlar Melekût âleminden İlâhî işlerdir.” dedi. Bunu duyunca soranın kandili, ilim nuru ile alevlendi. Gözünü açtı. Kalem-i İlâhî ona münkeşif olup, onun ağaçtan ve kamıştan olmadığını, başı yani ucu ve arkası olmadığı, ucu olmadığı halde, her yerinde ucu olduğunu ve bunların yazmakta olduğunu müşahede etti ve bunun çok şaşılacak bir şey olduğunu anladı. Bunun üzerine soran: “Ey ilim, sen ne kadar latif muallimsin. Allah-ü Teâlâ sana hayırlı karşılıklar versin!” deyip, ilme şükür eyledi ve ayrılıp gitti. Sonra hazreti kaleme uğrayıp, ona kalblerdeki yazışından sordu. O da cevabında: “Melekût âlemi, mülk âleminin karşısındadır. Evet, İkincide bulunan bazı suretler birincide yoktur. Şahadet âlemi- nin kalemi, kâtibin emri altında bulunduğu gibi. Ben de Melikin yed- i kudreti altındayım.” dedi. Soran: “Melikin yed-i kudreti nedir?” dedi. Cevabında, Hak Teâlâ’nın Zümer sûresi altmış yedinci: “Bütün yer yüzü, Onun yed-i kudretindedir, gökler de kıyam ette O’nun yed-i kudretinde bir araya gelir.” âyetini duymadın mı dedi. Sonra kalem, işte beni terdîd eden o kavl-i kerîmdir dedi. ... Taşköprülüzade Ahmed Efendi - Mevzuatul Ulum
··
19 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.