Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Etik meselelerle ilgili olarak, hiçbir hayvan ya da bitki, etkileşimleri ne kadar karmaşık olursa olsun, şimdiye kadar, bireysel hakların ve görevlerin karşılıklı olarak tanındığı bir "toplumsal sözleşme" formüle etmemiştir. Yaşam biçimleri arasındaki karşılıklı ilişkileri etik davranışın habercisi olarak gören Kropotkin gibi yazarların inançlarına karşın, bu ilişkiler genellikle bilinçli değildir. Etik adını verdiğimiz bilinçli sorumluluklar ve akla dayanan davranışlar içermezler, Aslında, insani olmayan doğada "içsel değer" olduğu anlayışı yalnızca karşıt anlamlı kelimelerle yapılan bir oyundur. İnsanlarda diğer yaşam biçimlerine karşı derin bir ilgi, empati ve sevgi duygusu olabilir, ama herhangi bir etik ilkenin doğanın özünde bulunduğunu düşünmeleri ortaçağdaki "suç işlemiş" kurtları adli olarak yargılama ve asma uygulaması kadar saçmadır. İyi ya da kötü, var olan tek etik özne insanlardır. Yaşam olarak yaşamın, metabolik ve üreme etkinliğine girişen proteinlerin ortaya çıkmasıyla belirdiği gibi etik olarak etik de dünyada, evrim sürecinde insanların ortaya çıkışıyla birlikte belirdi. İnsanlar -ve yalnızca insanlar-kendi davranışlarını kabul edilmiş haklar ve görevler, akıl yoluyla doğrulanan etik sorumluluklar temelinde kurulan ilişkilerde kurumlaştırırlar. Bu kitapta gösterdiğim gibi insan etik sistemleri çeşitli şekillerde âdetlerle ya da geleneksel davranış biçimleriyle; değerle ya da buyruklarla yönlendirilen davranışla; akılla ya da mantıksal ve kavramsal düşünceyle desteklenir. Ama bu davranış biçimlerinin büyük ölçüde farklı olduğunu kabul etsek bile, insanlar, değişken kurumlaşmış toplumlar ve onları desteklemek ya da değiştirmek için gerekli olan ideolojiler oluşturmada yalnızdırlar. İlk doğa hiçbir zaman "zalim" ya da "nazik", "kalpsiz" ya da "müşfik", "iyi" ya da "kötü" değildir. Nasıl kki metabolizma yaşamın ortaya çıkışıyla birlikte doğduysa, aslında etik insan toplumuyla birlikte doğmuştur. "İçsel değer" ya da hayvanlara atfettiğimiz her tür değer, "kötü" kurtlara, "utangaç" domuzlara ve "neşeli" foklara konuşma yeteneği ve insani amaçlar atfettiğimiz masallarımızda olduğu gibi aslında hiçbir "içsel" değer olmayan bir dünyaya yansıttığımız bir insan ürünüdür. Aynı şey, "biyomerkezcilerin" "içsel değer" adına, yaşam biçimlerine (hatta dereler, kayalar, ormanlar, dağlar ve benzerlerine) atfettikleri "haklar" için de geçerlidir. "Haklar" hiçbir zaman ilk doğada kendiliğinden ortaya çıkmaz; ayrıca flora, fauna ya da kayaların, kendileri ya da başkaları için, bu hakları "talep" ettiklerine dair en küçük bir kanıt yok. Özellikle ileri yaşam biçimlerine özgü anne-çocuk ilişkilerinde olduğu gibi birçok hayvan birbirine ilgi gösterir. Ama bir bütün olarak alındığında "Doğa Ana" son derece ilgisizdir ve açıkça etik yükümlülükten yoksundur. Dünyayı, insanbiçimci bir tutumla kendimize ve bizim geliştirmek istediğimiz topluluk türlerine ilişkin anlayışlarımızı yansıtan "içkin" ya da "aşkın" tanrılarla metaforik olarak doldurmayı ne kadar çok istersek isteyelim, ilk doğa etik bir boşluk alanı olarak kalmaya devam eder. Bu boşluk ancak insanların bilinçli olarak ona verdikleri haklar ve yükümlülüklerle doldurulabilir. İlk doğada var olan "değerler", "kıymetler" ve "haklar" 'verilmiş haklardır'; yalnızca insanların hayvanlara, bitkilere, kayalara, derelere ve benzerine verdiği haklar. "Haklar", insan öznesi dışında hiçbir anlamı olmayan mistik "içsel değer" kavramından çıkarılamaz; doğal evrimde insanlığın ortaya çıkışından önce de hiç görülmemişlerdir. İlk doğadaki yaşam biçimlerinin birbirlerine karşılıklı "saygı" duydukları da ileri sürülemez. İnsani olmayan hiçbir organizma "Doğa Ana"ya "saygı" göstermez, onun [she] bir yurttan başka bir şey olarak var olduğunu bile bilmez. Aslında, her hayvan türü yalnızca 'hayatta kalmaya' çalışır. Çevresinin ya da oradaki diğer yaşam biçimlerinin (ister içsel olsun ister başka türlü) "değer"i hakkında hiçbir fikri yoktur. Kurtlar aç olduklarında en son ren geyiğini yerler ve toynaklılar yiyeceğe geriksinim duyduklarında yeryüzündeki son otlağı yok edebilirler. Hiçbir karşılıklı "saygı", "Yeryüzü bilgeliği" ya da "içsel değere" dayanan bir duyarlılık kanıtı olmaksızın jeofizik faktörlerin yanı sıra yırtıcılığın da sayısız yaşam biçiminin varlığına son vermesi olgusunu dikkate almadan, yarım milyar yıl kadar önceki kambriyum çağlarından pleitosen çağına kadar çok sayıda türün yok oluşunu açıklamakta güçlük çekerdik. İnsan olmayan türlere, hatta ormanlara, derelere ve bazı jeolojik oluşumlara haklar -hatta hâkim William O. Douglas'ın yapmaya çalıştığı gibi hukuksal haklar- 'vermememiz' gerektiğini ileri sürmüyorum. Pratik bir bakış açısından, bunu yapmak, burada tartışılması gerekmeyen bir çok nedenle korumamız gereken ekotoplulukların korunması ve genişlemesinin çok iyi bir yolu olabilir. Ama son derece sapkın bir toplumun insani olmayan dünyaya pek az saygı duymuş olması olgusu, düşünme, tartışma ve gerekli toplumsal değişikliklerle ilk doğaya etkin bir şekilde haklar verme 'yeteneğine' sahip olma konusunda tek olan bir yaşam biçimine -insanlara- karaçalma nedeni olarak kullanılmamalıdır. Ekolojik bir etikte geliştirdiğimiz haklar ya da diğer etik formülasyonlar ne olursa oldun, bir tür olarak "biz"im, bu hakları formüle edebilen, verebilen ve gözetilip gözetilmediklerini denetleyebilen gezegendeki tek etik özne olduğumuz olgusu bâkidir. Bu hakların formüle edilmesinin ve savunulmasının -son derece bilgisiz ya da "ilgisiz" bir "Doğa Ana"nın mistifikasyonuna ya da insanbiçimci Ana Kaz masallarından daha fazla bir gerçekliğe sahip olmayan bir "Yeryüzü Tanrıçası" inancına değil- çok büyük ölçüde ne tür bir toplum yarattığımıza ve bu toplumun beslediği duyarlılığa bağlı olduğunda ısrar ediyorum. Yalnızca insanlar diğer yaşam biçimlerine değer biçen, eşi olmayan bir etik sistemler yaratma kapasitesine sahip olduklarına göre kendilerine ait 'özel bir değerleri' olduğu açıktır. Davranışlarının ve onların yarattığı ekolojik etkinin tamamen farkında olabildiklerine göre biyosferde nadir bulunan varlıklardırlar; çünkü başka hiçbir yaşam biçimi bu olağanüstü bilinçliliğe sahip değildir. "Gaia"nın insanlar olmadan gelişebileceğini iddia ederek insanları çok küçümseyen yeni insan düşmanı düşkünlükler, alçakça olduğu kadar aptalcadır. Bu iddia, organik evrimi, hayatta kalmanın ötesinde herhangi bir anlamdan, kavramsal düşünce ve simgesel dil gibi özelliklerin doğal olarak ortaya çıkışının övüncünden yoksun bırakmaktadır. "Biyomerkezciler" insanların yeteneklerini ve düşünselliklerini hayvanların hayatta kalma becerileriyle bir tutarak, düşünselliğin kendisine olduğu kadar bu eşsiz türe de çok büyük bir karaçalıyorlar. Bu kadar sınırlı ve indirgemeci bir yaşam yorumundan yola çıkıldığında, olağanüstü galaksiler ve gök cisimlerinin kozik girdabı arasında neden "Gaia"nn yüceltilmesi gerektiğini de insan merak ediyor.
Sayfa 46 - 49 1991 BASIMINA GİRİŞ Yirmi Yıl Sonra... Dengeli bir Bakış Açısı ArayışıKitabı okuyacak
·
20 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.