GARİP
Şiir, yani söz söyleme sanatı, geçmiş yüzyıllar
içinde birçok değişikliklere uğramış; en sonunda
da, bugünkü noktaya gelmiş. Bu noktadaki şiirin
doğru dürüst konuşmadan oldukça ayrı
olduğunu kabul etmek gerek. Yani şiir bugünkü
durumuyla, doğal ve günlük konuşmaya göre
bir ayrılık göstermekte, bir ölçüde garip
karşılanmaktadır. Fakat işin hoş yanı, bu şiirin
birçok atılımlar sonucunda kendini kabul
ettirmiş, bir gelenek kurarak da, sözü geçen
garipliği ortadan kaldırmış olması. Yeni doğup
bugünün aydınınca eğitilen çocuk kendini
doğrudan doğruya bu noktada kavrıyor. Şiiri,
kendine öğretilen koşullar içinde aradığından,
bir doğallaşma isteğinin ürünü olan yapıtları
şaşkınlıkla karşılıyor. Garip anlayışı,
öğrendiklerini doğal kabul edişinden gelmekte.
Ona buradaki göreceliği göstermeli ki
öğrendiklerinden kuşku duyabilsin.
Gelenek, şiiri nazım dediğimiz bir çerçeve
içinde korumuş. Nazmın bellibaşlı öğeleri
vezinle kafiyedir. Kafiyeyi ilk insanlar, ikinci
satırın kolay hatırlanmasını sağlamak için, yani
yalnızca belleğe yardımcı olmak amacıyla
kullanmışlardı. Fakat onda sonradan bir güzellik
buldular. Onu, varlık nedeni aşağı yukarı aynı
olan vezinle birlikte kullanmayı bir beceri
saydılar. Şiirin de kökeninde, öbür sanatlarda
olduğu gibi, böyle bir oyun özlemi vardır. OBu
istek ilkel insan için gözönünde tutulabilecek
önemdeydi. Oysa insan o zamandan beri çok
gelişti. Bugünkü insan, öyle sanıyorum ve
diliyorum ki, vezinle kafiyenin kullanılışında,
kendini şaşkınlığa düşüren bir güçlük, ya da
büyük heyecanlar sağlayan bir güzellik
bulmayacaktır. Nitekim bu rahatsız edici gerçeği
görmüş olanlar, vezinle kafiyeye «ahenk»
denilen yeni bir şiir öğesinin atası gözüyle
bakmışlar, bu yeni nimete dört elle sarılmışlar.
Bir şiirde, eğer övülmeye değer bir ahenk varsa,
onu sağlayan şey, ne vezindir, ne de kafiye. O
ahenk, vezinle kafiyenin dışında da, vezinle
kafiyeye karşın da vardır. Fakat onu şiirde
bilinçli hâle getirip anlayışları en kıt insanlara
bile bir ahengin var olduğunu haber veren şey,
vezinle kafiyedir. Böylelikle farkına varılan,
yani vezinle, kafiyeyle sağlanan bir ahenkten
zevk duyabilmek ya da sözü bu basit ölçüler
içinde söylemeyi beceri sayabilmek; saflıkların
herhalde en görkemlisi olmalıdır.
Onun dışında
bir ahenge inanmaksa, onun şiir için ne kadar
gereksiz, hem de ne kadar zararlı olduğunu,
biraz sonra anlatacağım.
Vezinle kafiyenin her şeye karşın birer
sınırlama olduğunu da kabul edelim. Bunlar
şairin düşüncesine, duyarlığına egemen
oldukları gibi, dilin biçiminde de değişiklikler
yapıyorlar. Nazım dilindeki sözdizimi
gariplikleri, vezinle kafiye zorunluğundan
doğmuş. Bu gariplikler belki de anlatımı
genişletmesi bakımından, şiir için yararlı
olmuştur. Üstelik onların, nazım kaygılarının
dışında bile baştacı edilmeleri olasılığı vardır.
Fakat bu kuruluş, bazılarının kafalarına «şiir
dilinin kendine özgü yapısı» diye dar bir anlayış
getirmiş. Bu tür insanlar birtakım şiirleri
reddederlerken «Konuşma diline benzemiş,»
diyorlar. Köklerini vezinle kafiyeden alan bu
anlayış, gerçek akış yolunu arayan şiirde hep
aynı görece garipliği bulacak,onu kabul etmek
istemeyecektir.
Söz ve anlam sanatları çoğu kez zekânın doğa
üzerindeki değiştirici, yıkıcı özelliklerinden
yararlanır. Bilgisini, görgüsünü, geçmiş
yüzyıllara borçlu olan insan için bundan daha
doğal bir şey yoktur. Benzetme (teşbih), eşyayı,
olduğundan başka türlü görmek zorudur. Bunu
yapan insan, garip karşılanmaz, hiçbir
olağandışılıkla suçlanmaz. Oysa benzetiden
(teşbihten) ve iğretilemeden (istiareden) kaçan,
gördüğünü herkesin kullandığı sözcüklerle
anlatan adamı, bugünün aydın kişisi, garip
saymaktadır. Yanılgısı, türlü sapıtmalarla
varılmış bir şiir anlayışını kendine çıkış noktası
yapmasıdır. Yazının ortaya çıktığı günden beri
yüz binlerce ozan gelmiş, her biri binlerce
benzeti (teşbih) yapmış. Hayran olduğumuz
insanlar bunlara birkaç tane daha eklemekle
acaba edebiyata ne kazandıracaklar? Benzeti,
iğretileme, abartma ve bunların bir araya
gelmesinden oluşacak bir düşsel zenginlik,
umarım tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.
Edebiyat tarihinde pek çok biçim
değişiklikleri olmuş,yeni biçim, her defasında,
küçük garipsemelerden sonra kolayca kabul
edilmiştir. Güç kabul edilecek değişiklik,
beğeniye ilişkin olanıdır. Böyle değişmelerin
pek seyrek olduğunu; üstelik, böylece ortaya
çıkan edebiyatlarda da her şeye karşın
değişmeyen, yine sürüp giden, hepsinde
ortaklaşa olan bir yan bulunduğunu görüyoruz.
Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan,
yüksek sanayi döneminin başlamasından önce
de dinin ve feodal sınıfın köleliğini yapmaktan
başka hiçbir işe yaramamış olan şiirde, bu
değişmeyen yan, varlıklı sınıfların beğenisine
seslenmiş olmak biçiminde beliriyor. Varlıklı
sınıfları, yaşamak için çalışmaya gereksinmesi
olmayan insanlar oluşturur. O insanlar geçmiş
dönemlerin egemenleridirler. O sınıfı temsil
etmiş olan şiir, lâyık olduğundan daha büyük bir
kusursuzluğa erişmiştir. Ama yeni şiirin
dayanacağı beğeni, artık azınlığı oluşturan o
sınıfın beğenisi değildir. Bugünkü dünyayı
dolduran insanlar, yaşamak hakkını sürekli bir
didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi, şiir
de onların hakkıdır, onların beğenisine
seslenecektir. Bu, sözkonusu kitlenin
istediklerini eski edebiyatların gereçleriyle
anlatmaya çalışmak demek de değildir. Sorun,
bir sınıfın gereksinmelerinin savunusunu
yapmak olmayıp yalnızca beğenisini aramak,
bulmak, sanata onu egemen kılmaktır.
Yeni bir beğeniye, ancak yeni yollarla, yeni
araçlarla varılır. Birtakım kuramların
söylediklerini, bilinen kalıplar içine sıkıştırmakta
hiçbir yeni, hiçbir sanatsal atılım yoktur. Yapıyı
temelinden değiştirmelidir. Biz yıllardan beri
beğenimize, irademize egemen olmuş, onları
belirlemiş, onlara biçim vermiş edebiyatların, o
sıkıcı, o bunaltıcı etkisinden kurtulabilmek için,
o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi
atmak zorundayız. Olabilse de, «şiir yazarken bu
sözcüklerle düşünmek gerekir,» diyerek yaratıcı
çalışmalarımızı engelleyen dili bile atabilsek.
Ancak böylelikle kendimizi, alışkanlıkların
sürüklediği doğal olmayan sapmalardan
kurtarmış; kendi özbenliğimize, kendi
gerçekliğimize kavuşmuş oluruz.
Tarihin beğenerek andığı insanlar her zaman
dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir
geleneği yıkıp yeni bir gelenek kurarlar. Daha
doğrusu kurdukları şey, içlerinden gelen yeni bir
sınırlama sistemidir. Ancak ileriki kuşaklara
ulaştıktan sonra gelenek olur. Büyük sanatçı,
sonsuz sınırlamaların içindedir. Fakat bu
sınırlamalar, hiçbir zaman, öncekilerce
belirlenmiş değildir. O, kitapların öğrettiğinden
daha çoğunu arayan, sanata yeni sınırlamalar
sokmaya çalışan adamdır. 17’nci yüzyıl Fransız
klasisizmi, kuralcı olmuş, fakat gelenekçi
olmamıştır. Çünkü kurallarını kendi getirmiştir.
18’inci yüzyıl yazıcıları daha çok gelenekçi
oldukları halde sanatçı yanları bakımından
geleneği kuranların düzeyine
yükselememişlerdir. Çünkü sınırlamaları
duymamışlar, öğrenmişlerdir. Birşeyin ya
gerekliliğini ya da gereksizliğini duymalı, fakat
herhalde duymalıdır. Gerekliliği duyanlar
kurucular, gereksizliği duyanlar yıkıcılardır. Her
ikisi de toplumların düşünsel yaşamı için, düzeni
sürdüren insanlardan daha yararlıdırlar. Bu tür
insanlar belki her zaman başarılı olamazlar.
Yaptıkları işin tutunabilmesi, işin toplumsal
yapıdaki değişmelerle olan ilişkisine ve bu
değişimlere bağlıdır. Başarısızlığın
nedenlerinden biri de yapmanın yapılması
gerekeni bilmekten farklı oluşudur. Bir insan
kurduğunu kusursuzlaştıramayabilir. Fakat
kendisini hemen izleyecek olana değerli bir
temel bırakır. Ya bir yol gösterir, ya da bir yolun
yanlış olduğunu söyler. Bu insan bir davanın
bayraktarı, sıra neferi ya da fedaisi demektir. Bir
düşünce uğrunda fedai olmayı göze almış insan
övünçle, kıvançla karşılanmalıdır. Yine de fedaî
olmayı gözle almış insanın ne övgüye ihtiyacı
vardır, ne de alkışa. Çünkü bunlar, ondaki
güven duygusuna hiçbir şey katmayacaktır. En
koyu gericilik hareketlerinin, yürekliliğinden
hiçbir şey eksiltmeyeceği gibi.
Ben, sanat dallarının birbiri içine girmesinden
yana değilim. Şiiri şiir, resmi resim, müziği
müzik olarak kabul etmeli. Her sanatın kendine
özgü nitelikleri, kendine özgü anlatım araçları
var. Anlatılmak isteneni bu araçlarla anlatıp bu
özelliklerin içinde kapalı kalmak, hem sanatın
gerçek değerlerine saygılı olmak,hem de bir
çabaya, bir emeğe yer vermek demek değil mi?
Güzel olanı sağlayacak güçlük, herhalde bu
olmalı. Şiirde müzik, müzikte resim, resimde
edebiyat, bu güçlüğü yenemeyen insanların
başvurdukları birer hileden başka bir şey değil.
Ayrıca bu sanatlar, öteki sanatların içine girince
gerçek değerlerinden de birçok şeyler
kaybediyorlar. Sözgelimi bir şiirde uyumlu
birkaç sözcüğün yan yana gelmesinden ortaya
çıkmış bir müziği, ezgilerindeki çeşitlilik ve
akorlarındaki zenginlikle alabildiğine büyük bir
sanat olan gerçek müzik yanında
küçümsememeye olanak var mı? Kaynakları
aynı olan harflerin bir toplanmasıyla oluşan
‘öykünmeli uyum’ (ahengi taklidi) da bu kadar
basit, bu kadar adi bir hile. Ben bu gibi
hilelerden tat almanın, o uyumu şiirde
duymaktan gelen bir hoşnutluk olduğu
inancındayım, insan, anlaşılmaz sandığı bir şeyi
anladığı zaman hoşnut olur. Bu hoşnut oluşu,
anlaşılmaz sanılan yapıtın başarısı saymak,
insanın kendini yazarla bir tutmak, yani kendi
kendini beğenmek isteğinden başka bir şey
değil. Bu yüzden, halkın sevdiği yapıtlar, en
kolay anlaşılanlar oluyor. Sözgelimi müzik
beğenileri yeni oluşmaya başlamış insanlar
Çaykovski’nin; konusu, Napolyon’un Moskova
seferinden alınmış, olayları, resim gibi, hikâye
gibi betimlenmiş olan 1812
Uvertürü’nü hayranlıkla dinlerler. Yine onlar
için Saint - Saens’ın, ölülerin gece saat on ikiden
sonra mezarlarından kalkıp raksedişlerini,
sabahın oluşunu, horozların ötüşünü, iskeletlerin
yeniden mezarlarına girişini anlatan Danse
Macabre’ı ile Borodin’in, bir kervanın su ve
çıngırak sesleri arasında ilerleyişini anlatan Orta
Asya Bozkırlarında adlı yapıtları ne büyük
müzik yapıtlarıdır. Bence, müzik gibi anlatım
olanakları olağanüstü geniş bir sanat dalında
betimleme yoluyla avlanmak gibi basit bir hileye
başvurmak, besteci için göz yumulamayacak
derecede büyük bir kusur. Halkın, yukarıda
anlattığım türden bir aşağılık kompleksine bağlı
olan bu duygusunu, hiçbir büyük sanatçı
sömürmemelidir. Sanatçı kendini verdiği sanatın
özelliklerini keşfetmek, becerisini de bu
özellikler üzerinde göstermek zorundadır. Şiir,
bütün özelliği, söylenişinde olan bir söz
sanatıdır. Yani tümüyle anlamdan oluşur.
Anlam, insanın beş duyusuna değil, kafasına
seslenir. Öyleyse, doğrudan doğruya insan
ruhuna seslenen ve bütün değeri, anlamındaolan
gerçek şiir öğesinin, müzik gibi, bilmem ne gibi
ikinci derecede hokkabazlıklar yüzünden
dikkatimizden kaçacağını da unutmamak gerek.
Tiyatro için çok daha gerekli olan dekora karşı
çıkıyorlar da, şiirdeki müziğe karşı çıkmıyorlar.
Apollinaire, ‘Calligrammes’ adlı kitabında,
şiire bir başka sanat daha sokuyor: resim.
Diyelim ki, bir yağmur şiirinin dizelerini
sayfanın yukarı köşesinden aşağı köşesine doğru
dizmiş. Yine aynı kitapta bir yolculuk şiiri var :
harfleriyle sözcüklerinin sıralanışı gözümüzün
önüne vagonlardan, telgraf direklerinden, aydan,
yıldızlardan oluşmuş bir tablo çiziyor. Açık
konuşmak gerekirse, bütün bunların bize bir
yağmur havası, bir yolculuk havası verdiğini,
yani Apollinaire’in başka bir sanatla ilgili
birtakım dalaverelerle bizi şiirin havasına
soktuğunu söylemek gerekir.
Apollinaire, böyle bir hileye başvuran tek
adam değildir. Resmi, biçim yoluyla şiire
sokanlar çok. Sözgelimi Japon ozanları, çoğu
kez konularını, kamışlar, göller, aylı geceler,
hasır yelkenli kayıklar ve çiçeklenmiş erik
ağaçlarına benzeyen biçimlerle anlatırlarmış.
Hâşim, alev sözcüğünün eski harflerle
yazılışında gerçek alevi anımsatan bir büyü
bulurdu. Bu örnekleri teker teker anışım, şiirin
müzikten olduğu gibi, resimden de
yararlanabileceğini anlatmak içindir.
Müzikten yararlanmayı kabul eden ozan,
neden resimden, üstelik daha ileri gidilirse,
heykelden ya da mimariden de yararlanmayı
düşünmesin? Oysa heykelden yararlanmak,
resmin bile hakkı değil. Resmi bir aralık
oylumlaştırmaya kalkışmış olan Picasso, bugün
herhalde bu yanılgısını anlamıştır. Yalnız dikkat
edilirse görülür ki, verdiğim örnekler, bizi, şiire
sokulan resmin yalnızca biçimle ilgili yanı
üzerinde durdurmakta. Böyle bir şiir, şimdilik
sorun yapılacak kadar önem ve yandaş
kazanmamış. Oysa bir de resmi şiire anlam
olarak sokan ozanlar, bu ozanları tutan büyük de
kalabalıklar var. Onlar, bütün üstünlüğünü
betimlemeye dayamış yazıları şiir saymakta
güçlük çekmiyorlar. Oysa o yazıların şiirliğini
kabul etmemek gerek. Bu görüşü savunanlar,
pek ileriye gitmedikleri zaman, düşünceleri akla
yakınmış gibi görünür. Kendilerine hak vermek
isteriz. Sanırız ki, betimleme, şiirin
koşullarındandır, her şiir de az çok
betimlemedir. Bu yanlış düşünce şiirin anlatım
aracının dil oluşundan ileri geliyor. Dili
oluşturan sözcükler ya doğrudan doğruya
eşyanın, ya da düşüncelerimizin anlatım
nesneleridir. Soyut düşünceler, gelişmiş kafalara
dış dünya ile ilgisizmiş gibi görünür. Oysa,
insandenilen yaratığın, en soyut düşünceleri bile
bir somutla birlikte düşünmek, yani onu sürekli
olarak maddeye,sürekli olarak eşyaya
dönüştürmek eğilimi vardır.
Böyle olunca sözcüklerin yan yana gelmesiyle
oluşacak sanatın, gözümüzün önüne doğadan
birçok şeyler getireceğini de olağan karşılamam.
Ama bu olağan karşılama, hiçbir zaman şiirin
bütün servetinin bu sözcüklerle anımsanan bir
dünyadan, bütün değerinin de bu dünyanın
güzelliğinden başka bir şey olmayacağı
sonucuna varmamalı. Şiirde betimleme
bulunabilir. Ama betimleme -üstelik sanatçının
tümüyle kendine özgü görüş merceğinden bile
geçmiş olsa- şiirde temel öğe olmamalı. Şiiri şiir
yapan, yalnızca söylenişindeki özelliktir; o da
anlama ilişkin bir şeydir.
Fransız ozanı Paul Eluard’ın dediği gibi, «bir
gün gelecek, şiir yalnızca kafayla okunacak,
edebiyat da böylece yeni bir yaşama
kavuşacak.»
Edebiyat tarihinde her yeni akım, şiire yeni bir
sınır getirdi. Bu sınırı elden geldiğince
genişletmek,daha doğrusu, şiiri sınırdan
kurtarmak bize düştü.
Oktay Rifat, bir mektubunda, bu görüşü,
‘okul’ kavramı üzerinde açıklamaya çalışıyor.
Diyor ki: «Okul (ecole) düşüncesi, zaman içinde
bir ara verişi, bir duruşu simgeliyor. Hız ve
devinime aykırı. Yaşamın akışına uyan,
dialectique anlayışa aykırı düşmeyen akım,
yalnızca okulsuzluk akımıdır.»
Ancak, sınırsızlık ya da okulsuzluk niteliği,
şiirde tek başına, ayrı bir biçimde bulunabilir
mi? Kuşkusuz ki hayır. Bu niteliğin insana
birçok yeni alanlar keşfettireceğini, şiiri birçok
ganimetlerle zenginleştireceğini doğal saymalı.
Bizim, kendi hesabımıza, bu sınır genişletme
işinde ele geçirdiğimiz ganimetlerin başlıcaları
arasında saflıkla basitlik var. Şiirsel güzeli
bunlardan çıkarma isteği, bizi şiirin en büyük
hazinesi olan, insanı yaşamının bütün
dönemlerinde kurcalayan bir evrenle yakından
ilişki kurmaya yöneltiyor. Bu evren de
bilinçaltıdır. Doğa, zekânın işe karışmasıyla
değiştirilmemiş halde, ancak burada
bulunabiliyor. Yine insan ruhu, burada bütün
karmaşıklığı, bütün kompleksleriyle, fakat ham
ve ilkel halde yaşıyor, ilkellikle basitliğin bir
özelliği de bu karmaşıklık olsa gerek.
Duyguların ya da heyecanların
soyutlanmışlarına ancak ruhbilim kitaplarında
rastlarız. Bunun için diyelim ki, bir şehvet şiiri
yazmaya çalışan ozan, bir pintilik duygusunu
anlatmak için sayfalar dolduran yazar, bizi,
yaşamın olsun, bayağılıkların olsun,dışına
sürüklüyorlar. Saflıkla basitliği, çocukluk
anılarımızda aynı zenginlik, aynı iç içelik ve
ayırıp soyutlamaya karşı duyulan aynı
düşmanlıkla buluyoruz. Tanrının sakallı bir
ihtiyar, cinlerin kırmızı cüceler, perilerin beyaz
entarili kızlar biçiminde tasarlanması,
bozulmamış çocuk kafasının soyut düşünceye
direnci olmadığını gösteriyor.
«Şiiri en saf, en basit halde bulmak için
yapılan, insanın bilinçaltını karıştırma işleminin
symboliste’lerin kabul ettiği gibi içimizdeki
birtakım gizli tellere dokunma, ya da
Valery’nin yaratıcı eylemi açıklayan «bilinç
dışında olma» kuramlarıyla karıştırılmamasını
isterim. Bu konuda bizim isteğimize en çok
yaklaşan-sanat akımı surrealisme akımıdır.
Ruhsal otomatizmi düşünce sistemlerinin ve
sanat anlayışlarının çıkış noktası yapan bu
insanlar, vezni ve kafiyeyi atmak zorunda
kaldılar. Ruhsal otomatizmle zekâ
hokkabazlığının uyuşmaz şeyler olduğunu gören
insan için, bu zorunluluk da apaçıktır, ikisinden
birini seçmek gereğini açıkça ortaya koyan ve
« b ü tü n değeri anlamında olan şiir»için bu
küçük hokkabazlıkları gözden çıkarmaktan
çekinmeyen surrealiste’ler elbette övgüye değer
görülmeli.
Bir yere kadar haklı bulduğumuz otomatizm
düşüncesi, bizim ülkemizde, bu akımın tam bir
açıklaması diye kabul edilmiş. Oysa bu, yalnızca
bir çıkış noktası. Burada, bizlerce olduğu gibi,
onlarca da şiirin ana işçiliği diye kabul edilen
«bilinçaltını boşaltma» işleminin, her zaman bir
kendinden geçme durumuyla birlikte
bulunmadığını eklemeliyim. Eğer böyle olsaydı,
herkes sanatçı olurdu. Oysa sanatçı, elde edilmiş
bir beceriyi düş ve benzeri türden durumlar
dışında da kullanabilen adamdır. Değeri olsun,
büyüklüğü olsun, bu beceriyi kazanış ve
kullanışındaki ustalıkla ölçülür. Alışkanlıklarla
elde edilmiş bir bilincin, insana, bilinçaltı
dediğimiz kuyuyu kazabilecek gücü getirdiğini,
Freud’ü çok iyi bilen bir doktor ve sanatı
düşünceleriyle başabaş bir şair olan
Breton, bundan yıllarca önce söylemiş.
Bu güç acaba nedir? Ruhsal yaşamın
yazılaşma çalışmalarında bilincin denetimi —az
olsun, çok olsun— her zaman vardır. Yani doğal
koşullar içinde bilinçaltını yazıya
dönüştürmemiz olanaksızdır. Öyleyse, olanaksız
olan bu durumu bir yeti gibi göstermeye
kalkışmak, büsbütün gereksiz bir çaba sayılmaz
mı? Kesindir ki, bu yeti, bilinçaltını boşaltma
yetisi değildir. Olsa olsa bilinçaltını taklit etme
yetişidir. Bilinçaltında bulunan şeyler nasıl
şeyler? Onu bir sanatçı bir bilginden çok daha
iyi, çok daha derinden duyar. Yapıtı da bu
duyuşun taklidinden başka bir şey değildir.
Sanatçı kusursuz bir taklitçidir.
Usta sanatçı, taklitçi değilmiş gibi görünür.
Çünkü taklit ettiği şey özgündür. 19’uncu
yüzyılda yaşamış gerçekçi yazarın anlattığı
doğa, özgün değildir; zekânın aracılığıyla taklit
edilmiştir. Onun için de yapıt, kopyanın
kopyasıdır. Basitlikle ilkellik, ikisi de, sanat
yapıtına gerçek güzelliği getirirler. İyi bir sanatçı
onları çok güzel taklit eder. Bu işi yapan adama
«basit adam, ilkel adam» dememek gerekir.
Sanatın yıllarca çilesini çekmiş, sonsuz
aşamalardan geçmiş görürseniz, onun için
hemen olumsuz yargılar vermeyiniz. Böyle bir
şair «acemiliği taklit»te güzellik bulmuş olabilir.
O zaman da o, acemiliğin ustası olmuş demektir.
Bütün bunlar gösteriyor ki sanat pek de öyle
otomatizm işi falan değil, bir çaba, bir beceri
işiymiş. Oysa biraz önce sürrealiste ozanlardan
sözederken «ruhsal otomatizmi, düşünce
sistemlerinin çıkış noktası yapan bu adamlar
vezinle kafiyeyi atmak zorunda kaldılar,»
demiştim. Madem ki insan böyle bir otomatizme
inanmıyor ve madem ki bütün çabanın bir
taklitten başka bir şey olmadığını ortaya
çıkartabiliyor, o halde vezinle kafiyeyi de kabul
etsin. Vezinle kafiyenin ortadan kalkmasına
neden olan şey, yalnızca otomatizm düşüncesine
bağlanış olsaydı, bu düşünce, belki doğru
olabilirdi. Oysa, vezinle kafiyeyi önemsemeyişte
başka nedenler de var. O nedenleri şimdilik
konumuzun dışında sayıyorum.
«Vezinle kafiyenin ortadan kalkmasına neden
olan şey, yalnızca otomatizm düşüncesine
bağlanış olsaydı; bu bağlanışın yersiz olduğu
anlaşılınca vezinle kafiyenin de şiirdeki yerini
alması gerekirdi,» dedim. Oysa gerekmezdi.
Çünkü sürrealiste ozanlar, şiire taklit yolu ile
sokacakları bilinçaltını gerçekmiş gibi göstermek
istiyeceklerdi. İşte bu yüzden vezinle kafiyeyi
kullanmak zorundaydılar. Çünkü onlar taklit
edilecek şeyi bilmenin yeterli olmadığını, taklitte
de usta olmak gerektiğini kavramış insanlardı.
Eğer böyle olmasaydı, biz onların içtenliklerine
inanmayacaktık. Sanatçı bizi, söylediklerinin
içtenlikli olduğuna da inandırmalı.
Şiirde saldırılması gerektiğine inandığım
anlayışlardan biri de dizeci anlayıştır. Bir şiirde
bir tek en iyi dize’nin yeterliliğine inanç
biçiminde beliren ve ilk bakışta insana basit
görünen bu anlayışı, şiirin kötü bir özelliğine
bağlanışın gizli bir anlatımı olduğu için önemli
buluyorum. Şiirde bir «bütün»ün gerekliliğine
inananlar bile dizeler arasında birtakım aralıklar
kabul eder, bu aralıkları biribirine bağlayan
anlam yakınlıklarını şiirdeki örülüşün
kusursuzluğu için yeterli sayarlar. Bu anlayış,
belki de saldırılmaya değecek kadar sakat bir
anlayış değildir. Ama insanı şimdi söz edeceğim
özelliğe ve o özellikten tat alma tehlikesine
götürdüğü için buna da meydan vermemek
gerek. Şiir öyle bir bütündür ki, bütünlüğünün
farkında bile olunmaz.
Sıvanmış, boyanmış bir yapının tuğlaları
arasındaki harcı göremeyiz. Yapı, bütünlüğünü,
ancak bunlarla sağladığı zamandır ki, onu
oluşturan tuğlaları teker teker görmek, onların
nitelikleri üzerinde düşünmek fırsatını elde
ederiz.
Dize’ci anlayış, bize, dizelerin olduğu gibi,
onun parçaları olan sözcüklerin de incelenmesi,
çözümlenmesi olanağını verir. Sözcük üzerinde
düşünmek onun güzelliğini ya da çirkinliğini
saptamaya çalışmak; şiire, sözcük halinde, soyut
bir «şiir öğesi» anlayışı getirmiştir. Yüz
sözcükten oluşmuş bir şiirde, yüz tane güzellik
arayan insan vardır. Oysa bin sözcükten
oluşmuş bir şiir bile bir tek güzellik için yazılır.
Tuğla, güzel değildir. Sıva, güzel değildir. Ama
bunlardan oluşan bir mimarî yapıt güzeldir.
Buna karşılık agat, helyotrop, gümüş gibi
maddelerden bir yapı kurulabileceğini
varsayalım. Eğer bu yapı, maddelerinin taşıdığı
güzellik dışında bir güzellik taşımıyorsa, sanat
yapıtı sayılmaz. Görülüyor ki, aslında güzel olan
sözcüğün, şiire gereçlik etmesi, şiir için bir
kazanç değil. Eğer söyleniş biçimlerini,
kullanılış biçimlerini de birlikte getirmiş
olmasalardı, bu sözcüklerin şiire bir zararı da
olmazdı. Ama ne yazık ki o sözcükler ancak
belli biçimlerde söylenebiliyor. Yani, kendi
söyleniş biçimlerinikendileri belirliyorlar. İşte
eski şiirin yukarıda sözünü ettiğim özelliği, bu
söyleyiş biçimidir, adı da «şairâne»dir.
Bu söyleyiş biçimine bizi sözcükler getirmiş.
Fakat şiir beğenisini, şiir anlayışını bugünkü
toplumdan alan insan çoğu kez karşı yönden
yola çıkmakta, yani o sözcüklerden önce
şairaneyi tanımaktadır. Bu söyleyiş biçimini
getirebilecek sözcüklerden oluşmuş sözlük;
yazarken şairane olmak isteyen, okurken de
şairaneyi arayan insanın kafasında zorunlu
olarak ortaya çıkar. O sözlüğün çerçevesinden
kurtulmadıkça şâirâneden kurtulmaya da olanak
yok. Şiire yeni bir dil getirme çabası, işte böyle
bir kurtulma isteğinden doğuyor. «Nasır» ve
«Süleyman Efendi» sözcüklerinin şiire
sokulmasını sindiremiyenlerse şâirâneye
katlanabilenler, hatta onu arayanlar, hem de
özellikle arayanlardır.
Oysa «eskiye ait olan her şeyin, her şeyden
öncede şâirânenin karşısına çıkmak gerek.»
Orhan Veli